Almanya, İsrail’in güvenliğini kendi güvenliği olarak kabul eden “devlet aklı” ve Filistin’de terörizm sınırlarını aşan saldırılar ile uluslararası hukukun baskıları arasında sıkışmış durumda.
Hamas’ın 7 Ekim’de düzenlediği Aksa Tufanı Operasyonu’ndan sonra İsrail’in başlattığı ve son verilere göre 16 bin 795’i çocuk en az 41 bin 272 insanın katledildiği Gazze’deki saldırıları sürüyor. Bir yıla yaklaşan bu saldırılar 2,3 milyon insanın sıkıştığı 365 kilometrekarelik küçük bir alanda oransal olarak şimdiden II. Dünya Savaşı’nda müttefik güçlerin Almanya’daki bombardımanından fazla yıkıma yol açtı. Bu süreçte, doğrulanan son Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre Gazze’deki binaların en az yüzde 50’si (360 bin bina) kullanılamaz hale getirildi, on binlerce insan evsiz kaldı.
Kısaca özetini geçtiğimiz bu dizginsiz İsrail saldırganlığı, Sosyal Demokrat Parti (SPD), Yeşiller Partisi ve Hür Demokrat Parti (FDP) arasında bölüştürülen Federal Hükümet’in sağcı Benyamin Netanyahu hükümetine askeri ekipman ve silah ihracatını da gündeme getirdi. Nitekim daha önce, Uluslararası Adalet Divanı’nda (ICJ) Güney Afrika’nın İsrail aleyhine açtığı “soykırım” davası sürerken Nikaragua ve bazı ülkeler, Almanya’nın bu silah ihracatına ilişkin bir dava açmıştı. Fakat bu dava sonuçsuz kaldı.
Son olarak bu başlık, Reuters ajansı tarafından gündeme taşındı. Ajansın geçtiği haberde Berlin’in İsrail’e sattığı silahların ihracat lisanslarını askıya aldığı iddia edildi. Gerekçe olarak ise İsrail’in uluslararası insani hukuku ihlal ettiğine dair açılan davalar gösterildi. Almanya bu gerekçeyle hem ICJ hem Avrupa Anayasa ve İnsan Hakları Merkezi (ECCHR) tarafından açılan iki ayrı davada savunma yapmak zorunda kalmış ve uzun vadeli sözleşmeler kapsamındaki yedek parça ihracatları dışında Tel Aviv’e “savaşta kullanılmak üzere” hiçbir silah göndermediklerini vurgulamıştı.
Fakat rakamların başka bir gerçekliği var.
Almanya, geçen yıl “ekipman ve “silah” kategorilerinde İsrail’e 326,5 milyon avroluk ihracat gerçekleştirdi. Bu yıl ihracat lisanslarının onaylarında bir düşüş yaşandı ve 1 Ocak-21 Ağustos tarihleri arasında ihracat 14,5 milyon avro gibi düşük bir değere düştü. Ancak bu düşüş 2022 yılına kıyasla tam 10 kat artış gösteren 2023 satışlarıyla düşünüldüğünde önemsiz bir ayrıntı olarak kalıyor.
İsrail’e silah satışı konusunda Batılı devletlerde bir çekince oluştuğunu söylemek mümkün. Örneğin Filistinlilere olan desteği “anti-semitizm” olarak yaftalanan ve İşçi Partisi’ndeki liderliğini bırakmaya zorlanan Jeremy Corbyn’nin halefi Keir Starmer’in sol-popülist yaklaşımı, İsrail’e satışı yapılan 350 silahtan 30’unun ihracat lisansının askıya alınmasına yol açtı. Hollanda’da da bir mahkeme, “Gazze’deki sivil yerleşimlere yapılan saldırılarda kullanılması” gerekçesiyle İsrail’e F-35 savaş uçağı parçası ihracatının durdurulmasına hükmetti. İsrail’in başmüttefiki Washington bile bazı silahların gönderimini askıya aldı. Elbette “kısa bir süre için” ve sonra bu karardan dönüldü.
Yine de tüm çekincelerine rağmen Batılı devletler İsrail’e desteğini kesme çizgisinden çok uzak. Öyle ki Reuters’ın iddiası İsrail’e olan sözde karşıt tutumu nedeniyle sağcıların eleştirilerinin hedefindeki Yeşiller Partisi’nden Ekonomi Bakanlığı tarafından hızlıca yalanlandı. “Almanya’nın İsrail’e karşı silah ihracatını boykot etmesi, lisans yasağı uygulaması gibi bir gündem yoktur ve olmayacaktır. Federal Hükümet, silah ihracatına ilişkin lisansların verilmesine olay bazında ve ilgili durum ışığında, dikkatli bir incelemenin ardından, hukuki ve siyasi gereklilikler uyarınca ve dış politika-güvenlk hususlarını dikkate alarak karar verir” denilen açıklama, şu dikkat çekici ifadelerle son buldu: “Federal Hükümet, bu kararları alırken uluslararası insani hukuka uygunluğu göz önüne alır. Durumu değerlendirirken de, Hamas ve Hizbullah’ın İsrail’e yönelik saldırıları ve Gazze’deki operasyonun gidişatı da dahil mevcut durumu her zaman dikkate alır.”
Almanya, Batılı ülkeler gibi her ne kadar İsrail’in terörizm sınırlarına giren sivil katliamlarından dolayı Tel Aviv’e açık desteğini daha az dile getirir olsa da pratikte bunu durduramaz, kayda değer ölçüde azaltamaz. İkinci Dünya Savaşı’nda Romen, Rus vb. birçok alt (!) etnisite mensubuyla birlikte milyonlarca Yahudinin soykırıma uğratılması, Berlin’in “devlet aklı” olarak çevirebileceğimiz “Staatsräson” politikasının temelini oluşturduğundan Almanya, İsrail’e karşı “özel” bir sorumluluk hissediyor ve Alman Şansölyesi Olaf Scholz’un ifadesiyle “İsrail’in güvenliği Almanya’nın varoluş nedeni” olarak görülüyor. Bu çok hamasi ve garip bir ifade. Bununla birlikte Alman dış politikasının önceliğini göstermesi bakımından önemli. Bu, Almanya’nın kendisini anti-militarist ve çok taraflı bir (multiliteral) bir “soft power” olarak pazarlamasıyla oldukça çelişiyor, özellikle de İsrail saldırganlığı arttığında ve uluslararası camiada eleştiriler yükseldiğinde. Scholz, Hamas operasyonundan birkaç hafta sonra “İsrail, son derece insani ilkelere sahip demokratik bir devlettir. İsrail ordusunun yaptığı işlerde uluslararası hukuktan kaynaklanan kurallara riayet edeceğinden eminiz” dese de gerçek tablo çok farklı ve Almanya, gittikçe tökezliyor.
Alman basınında bu tökezlemenin etkisini görmek mümkün. Örneğin liberal çizgideki Spiegel dergisinde çıkan “İnsani bir savaş var mı?” başlıklı köşe yazısında “İsrail, Hamas katliamına Gazze’de geniş çaplı bir saldırıyla karşılık verdi ve on binlerce sivili öldürdü. Bu vahşet haklı gösterilemez. İsrail hükümeti son derece insanlık dışı bir tavır sergiliyor” gibi oldukça sert eleştiriler yapılırken Hizbullah’a “terörist” yaftası yapıştırılmaktan da geri durulmuyor. Lübnan’daki “çağrı cihazı” terörizmi de ancak sivilleri etkilediği ölçüde eleştiriliyor.
Welt ise hükümetin İsrail’i yeteri kadar desteklemediği düşüncesinde. “Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock artık ciddiye alınmamalı” başlıklı köşe yazısında, olup bitenlerin kronolojisi İsrail’in Gazze’den çekilmesinin ardından Hamas’ın bölgeyi bir “İran üssü” haline getirmesiyle başlatılıyor ve tabii ki Hamas’ın seçim galibiyetine, Batı’nın buna karşı “anti-demokratik” tutumuna, 7 Ekim öncesindeki İsrail saldırganlığına hiç değinilmiyor. Mahmut Abbas’ın Filistin Yönetimi’ni bir “mafya teşkilatı” olarak tanımlayan yazı, hedefine Yeşiller’den Baerbock’u alarak hükümetin, BM Genel Kurulu’ndaki tutumu eleştiriyor. Böylece, Yeşiller’in sözde Filistin yanlısı sol-popülist söylemi, Almanya’daki ateşli İsrail savunucuları için Tel Aviv’e daha fazla destek verilmesini savunmak için bir araca dönüşüyor.
Benzer şekilde Bild’de de Baerbock hedef tahtasına konuluyor ve “Filistin yanlısı aktivist” olarak tanımlanan Alena Jabarine’nin X’te paylaştığı “Geçen hafta, küçük bir grubun parçası olarak Dışişleri Bakanı’yla bir akşam yemeğine davet edildim” gönderisinden hareketle Baerbock’un “Yahudi karşıtlığı”, “nefret” ve “provokasyon” ajandasına sahip olan bu “İsrail düşmanı” grupla buluşması sert bir dille eleştiriliyor. Yemekte bulunan bir diğer “aktivist” Emilia Roig’in “Bu fırsatı çok ciddiye aldık. Gazze’deki adaletsizlikleri ve insanların katledilmesini protesto etmeye devam edeceğiz” demesi de “İsrailli kurbanlar” için hiçbir söz sarf edilmediği gerekçesiyle benzer eleştirilere maruz kalıyor.
İsrail saldırganlığına başından beri koşulsuz/şartsız karşı çıkanlar da var. Örneğin eleştirel, sosyalist bir gazete olan Junge Welt’te Alman hükümetinin ihracat yasaklarını askıya aldığı iddiası -henüz yalanlanmamışken- hiç samimi bulunmuyor, böyle bir kararın olsa olsa “uluslararası baskı” nedeniyle alınabileceği vurgulanıyor. Junge Welt’te birkaç gün sonra çıkan ve “İsrail daha fazla savaş istiyor” başlığını taşıyan köşe yazısında ise amasız, fakatsız, girişinde Hizbullah ve Hamas’ın kınandığı popülist eleştirilerden uzak bir şekilde İsrail saldırganlığı direkt, sert bir şekilde eleştiriliyor. Junge Welt, İsrail saldırganlığına karşı tutumuyla dikkat çeken ve Ukrayna’daki savaşın sürekli finanse edilmesine karşı çıkmasıyla hızla “Rus yandaşı” ilan edilen BSW’den Federal Meclis Milletvekili Sevim Dağdelen’in görüşüne de yer veriyor: “Gazze’deki ölümleri durdurmak için sağcı Netanyahu hükümetine silah ihracatını tamamen durdurmalıyız!”
Son olarak Alman komünistlerinin (DKP) Unsere Zeit’teki açıklamalarına da bakmak gerek. Lübnan’daki “çağrı cihazı” katliamının ardından bir açıklama paylaşan DKP, bu katliamı açıkça bir “terör saldırısı” olarak değerlendirdi ve şu ifadeleri kullandı: “Dökülen kanın ve artan savaş tehlikesinin sorumlusu İsrail politikalarının destekçisi emperyalistler ve Federal Hükümet’tir. DKP, Filistinlilerle ve onlarca yıldır sürdürdükleri mücadelesiyle dayanışma içindedir. Gazze’deki soykırım son bulmalı, Filistin ve Lübnan’daki İsrail saldırganlığı bitmelidir.”
Dayanışma Ekonomisi: Geleceksizleştirilen Dünyamız İçin İleriye Giden Bir Yol-1