₺0,00

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Yuva: Konuşmadan yan yana oturabileceğin bir kitap

Judith Hermann’ın “Yuva”sı, söze dökülmeden kurulan bağlara, adını koymadan yerleşilen yerlere dair sakin ve derinlikli bir anlatı sunuyor.

Bir yer ne zaman yuvan olur?

Doğduğun yer mi? Uzun yıllarını geçirdiğin sokak, alışveriş yaptığın market, evinin balkonunun baktığı benzin istasyonu, aşina olduğun birinin sesi… Bunlar bir yeri yuva yapmaya yeter mi? Yoksa yuvaya ait duygu, bir sezgiye, yavaş yavaş içimize yerleşen, adı konmamış bir yakınlıkla mı kurulur?

Judith Hermann’ın Yuva’sı, bu sorulara ilk elden cevap vermiyor. Zaten çabası da bu değil. Herman, yuva üzerine didaktik bir tanım inşa etmek yerine, farkında olmadan başlayan ve ancak tanıdık bir duyguyla karşılaşınca fark edilen o “oralılaşma” hâlini; bir yere değil, bir hâle ait olma deneyimini resmediyor. Roman, yuva kavramına dair fikir yürütmeden, kavramsallaştırmadan, dolaysız bir biçimde yaşananları sahici ve yalın bir şekilde aktarıyor. Bana göre kitabın en güçlü ve ender rastlanan tarafı da bu.

Yazarla tanışmam, bu yazın “iyi ki” dediğim rastlaşmalarından biri oldu. Çünkü Judith Hermann, anlatmakla yetinmeyip sahnelemeyi bilen, kelimeleriyle mekân kuran bir yazar. Söylediklerinden çok sezdiren, karakterlerini kelimelere değil, sessizliklere yaslayan bir anlatımı var. Kitabı okurken bazı bölümler zihnime film sahnesi gibi kazındı; öyle sahiciydi ki okuduğumu değil, izlediğimi düşündüm.

Yuva, yalın diliyle okuyucuyu içine çeken bir metin. Sevgi, arkadaşlık, aile ve ait olma gibi kavramları büyük sözlerle değil, gündelik hayatın doğal akışı içinde tartışmaya açıyor. Klişeleşmiş temaları, az karakterli ve az mekânlı bir evrende ustalıkla yeniden düşünmemizi sağlıyor.

Romanın merkezinde, Almanya’da bir sigara fabrikasında çalışan, insanlarla ilişki kurmaktan kaçınan genç bir kadın var. Onun çarpıcı bir rastlantı sonucu başlayan yolculuğu, yalnızca başkalarıyla kurduğu bağ üzerinden değil, kendisiyle yeniden kurduğu ilişki üzerinden de derinleşiyor. Bu yolculuk, sevmeyi, bir arada olmayı ve en nihayetinde “yuva” denen hissi anlamlandırmaya dair katman katman açılıyor.

Kitabın ikinci bölümünde, anlatıcının Kuzey Denizi kıyısında bir beldeye taşınmasıyla birlikte hikâye başka bir derinliğe ulaşıyor. Burada kurulan ilişkilerin tanımsızlığı, yazarın dostluk demeden dostluğu, sevgi demeden sevgiyi anlatma hâli anlatımı daha da etkileyici kılıyor. Yazarın kurduğu sıradanlık ve kendiliğindenlik hâli, bazı sahnelerin neredeyse yarım bırakılmasıyla birleşince, okurun zihninde eksik kalanları tamamlamasına sessizce alan açıyor.

Yuva, okurken bana, konuşmadan saatlerce yan yana oturabileceğin bir dostluğu anımsattı. Anlatmadıklarıyla anlatan, tanımlamadan yakınlaştıran okuma deneyimi… Ve belki de yuvayı, ancak böyle tanımlayabiliyoruz; adını koyamasan da, orada olduğunu bildiğinde seni tuhaf bir güvenle sarmalayan bir his.

İzmir’in Çiçekleri

Kazkafanın Kitabı üzerine: Bir başkasının kaleminden kendini yazmak