₺0,00

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Kesinti değil, gasp: Polen Ekoloji ile su adaleti krizi üzerine

İzmir’de son haftalarda yaşanan uzun süreli su kesintileri, resmi açıklamalarda “tasarruf” gerekçesiyle kamuoyuna sunuldu. Ancak Polen Ekoloji Kolektifi’nden Cemil Aksu ve Umut Şener‘e göre bu söylem gerçeği perdeliyor. Kolektifin değerlendirmesine göre, tasarruf adı altında yapılan uygulama, aslında halkın yaşam hakkı olan suya erişimini engelleyen bir gasp biçimi.

Polen Ekoloji Kolektifi’nden Cemil Aksu ve Umut Şener ile su kesintilerini ve sorunun temel kaynaklarından çözüm önerilerine kadar farklı yönlerini konuştuk.

İzmir’de son dönemde yaşanan su kesintilerini ve “tasarruf” gerekçesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Su kesintileri ülkenin birçok yerinde olmakla beraber, İzmir’de günlük yaşamı etkileyen bir boyuta geldiği için dikkat çekiyor. Fakat kesintinin sebebini tasarruf diye kabullenmek mümkün değil.

Neden, nasıl tasarruf?

Aklımıza ilk gelen su ve atık su bedeli üzerinden tasarruf edilmesi ihtimali oluyor. İZSU’nun 5.5.2025 tarihli açıklamasında, (en alt sınırda) 10 metreküpe kadar konut tüketimi bedeli su:47,89 + atık su: 23,94 olarak belirlemiş. ASKi’nin Ağustos tarifesinde 15 metreküpe kadar konut tüketim bedeli su:28,64 + atık su: 14,32 lira olarak güncellenmiş. Burada İzmir’de yaşayan aboneler açısından bir tasarruf görünmüyor.

Eğer söz konusu olan kaynak tasarrufu yani su varlığına ilişkin bir tasarrufsa bunun en çok ihlal edildiği yerlerin başında da yine İzmir geliyor. 1989’da Bergama’da yaşanan siyanürlü altın saldırını bile başlangıç tarihi olarak alsak; suyu tüketen madencilik başta olmak üzere, inşaat, endüstriyel tarım gibi birçok sebeple su kaybı ve kirliliği yaşanıyor burada.

 Peki, şehirlerdeki su krizinin sebepleri nelerdir?

Aslında İzmir’i anlatırken cevap vermiş olduk. Su krizini yaratan, suyun hak olarak görülmesi yerine, suya sermayenin isteklerine göre bakılmasıdır. Kırsal ve kentsel alanların talana açık olacak şekilde birleştirilmesi, suyun yönetiminde ihtiyaç ve hak odaklı yaklaşımın terk edilmesi, taş ocakları, beton santralleri, kaynağa göre değil sermayeye göre planlanan tarımsal (bitkisel ve hayvansal) üretim, ürettiğini satmaya odaklanmış enerji santralleri ve maden ocakları suyun vahşice kullanıldığı ve aşırı tüketildiği başlıca faaliyetlerdir. Bu faaliyetlerin doğa ve yaşam perspektifi olmayan şirket faaliyetleri olması krizi yaratıyor.

 Belediyelerin ve merkezi yönetimin su yönetim politikalarını ekolojik açıdan nasıl görüyorsunuz? Alternatif bir “su adaleti” yaklaşımı nasıl olmalı?

Türkiye’de hem yerel hem de merkezi yönetim suyun, su varlıklarının korunması, bütün canlıların suya erişiminin garantiye alınması ve içme suyunun ücretsiz olarak erişilir kılınması gibi en temel insani ve ekolojik yaklaşımdan fersah fersah uzaktır. Kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması, merkezden yerele kadar temel bir prensip olarak kamu hukukunun temeli yapılmış durumda. Suyun ekolojik ilkeler temelinde erişilir kılınmasında önemli bir yerde duran yerel yönetimlerin özerkliği mevcut sistemde ortadan kaldırılmış durumdadır. Son örneği, İstanbul’da, şu anda başlıca su havzası olan Sazlıdere gölünün bir Cumhurbaşkanı kararnamesi ile bu vasfının ortadan kaldırılması oldu. Su havzalarının, göllerin, akiferilerin korunması gerekirken kaynak olarak kullanılması şu anda temel yaklaşım biçimi. Hatta gölleri, bataklıkları kurutmayı, tarıma açmayı marifet sayan bir zihniyet işbaşında. Su döngüsü bakımından kritik öneme sahip ormanların hali ortada. Orman yangınlarını önlememek için kırk tane bahane üreten bir yönetim var. Ve ortada yazılı kanun ve yönetmeliklerin bile işletilmediği, karman çorman olmuş bir yönetim var. 

Ama işleyen tek bir kural var tabi, her yerdeki adaletsizlik suyun kullanımı ve suya erişimde de hüküm sürüyor. Yönetimler, sanayide, madencilikte, endüstriyel tarımda kullanılan suyu sorun etmiyor, buradaki suyun hem israf edilmesi, hem su havzalarının kirletilmesini dert etmeyen yönetimler halkın duşta kaldığı süreyi, halı araba yıkamasını sorun gösterip, duş sürenizi kısaltın, araba yıkamayın diye kampanya yapıyor! 

Suyla ilgili temel ilke, suyun yaşamın temel ihtiyacı ve bütün canlılar için böyle olduğunun kabul edilmesidir. Bütün toplumsal işleyişi bu kurala göre planlamak zorunludur. Suyun piyasalaştırılması, su yönetimi adında şirketlere peşkeş çekilmesi, suyun gasp edilmesidir. Su krizi denilen de tam olarak suyun şirketler tarafından gasp edilmesidir. 

 Ege ve Akdeniz’de artan orman yangınlarını iklim krizi bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?

Orman yangınlarının birincil nedeni iklim krizi değildir. Ormanların tahrip edilmesi, enerji, maden, turizm, yol vb. şekillerde kentsel yaşamın ormanların içine girmesidir. Mesela kundaklama nedeniyle çıkan yangınlarda yaşanan orman kaybı yüzde 0,49 iken enerji kaynaklı yangınlardaki orman kaybı yüzde 6,05’tir. Doğanay Tolunay hocamızın verilerine göre 2020-2024 arasında ise yanan ormanların % 24’ü enerji tesislerinden çıkmış. Elektrik nakil hatları ya da trafolardan yani. 

Orman yangınlarında dolaylı bir faktör olan küresel iklim değişikliğinin mevsimsel hava sıcaklıklarına etkisi, yani her yazın bir öncekinden daha sıcak ve kurak geçmesini hesaba katmamaktadırlar. Fakat Türkiye’de iklim değişikliği ya da iklim krizi konusundaki ilgi, sadece dünyadaki enerji türü değişiminde kimden ne kadar kredi, fon alınabileceğine odaklanmış halde. Türkiye, geçtiğimiz ay çıkarılan şirketlere süper izinler veren torba yasa ile olduğu gibi, felaketlere davetiye çıkarmakla meşgul. Yeter ki patronların kasalarına sıcak para akışı olsun, gerisi teferruat. 

Türkiye’de orman kayıplarının temel nedeni yangınlar olmadığı gibi, maden, enerji, turizm, yol gibi projeler nedeniyle yaşanan orman kaybı çok daha fazladır.  2012-2024 döneminde 442.971hektar ormanlık alan kamu yararı denilerek şirketlerin kullanıma verilmiştir. 

Devletin yangın söndürme kapasitesi ve hazırlığı yeterli mi? Alternatif yerel ekolojik stratejiler mümkün mü?

Her halükarda yangın çıkabilir. İhmalden, anız yakmadan, yıldırımdan, orman içlerine bırakılan çöplerden vb. Önemli olan böyle bir durum karşısında önleyici ve hızlıca müdahale edecek şekilde yangın söndürme kapasitesine sahip olmanız gerekir. 

Türkiye’de ve dünyada da bu kadar büyük ve uzun süren yangınların yaşanması devletlerin orman koruma ve hizmetlerini özelleştirmiş olmalarıdır. Nasıl ki covid 19 pandemisinde sağlık hizmetlerinin özelleştirmiş olmasından dolayı sağlık hizmetleri çöktü, milyonlarca insan öldü ise, bu alanda da neoliberal politikalar çöküşü körüklüyor. Kamuyu bütün olarak felaketler karşısında çaresiz bırakıyor. Orman yangınları her yıl sayı, şiddet bakımından artıyor ama iktidar hala bu konuda yetersizlikleri gidermek yerine yandaş medyasından başarı hikayesi reklamı için yayınlıyor. 

Yangınlar karşısında yerel çözümler şu durumda mümkün değildir. Bazı tartışmalarda orman köylülerinin yerini kentli emekli yazlıkçıların alması olgusuna işaret edilerek Türkiye’nin büyük oranda son 50 yıldır özellikle son yirmi yılda çok daha hızlı bir şekilde yaşadığı sosyo-ekonomik dönüşümün dolaylı bir sonucu olarak yangınlara ilk müdahalenin yetersiz kalmasını gerekçelendiriliyor. Ama bunun geri dönüşü çok makro düzeyde politikalarla mümkündür. 

Yerel halkın yangınlara karşı örgütlenmesi ve gönüllü müdahale ağları konusunda neler yapılmalı?

Yangınlarla mücadele ve müdahalede merkezi yönetim ve planlama şarttır. Bu iş belediyelere havale edilemez. Yerel halk ve gönüllüler destekçi güç olabilir. Ama zaten dağlık alanlarda ciddi eğitim ve donanım isteyen bir iş yangın söndürme. Bu konuda devlet, işi yarı profesyonel ya da taşeron sistemi ile çalıştırılan mevsimlik işçilere havale edemez. Eskişehir’deki yangında on kişinin hayatını kaybetmesinden ibret alınmalı.

Yerel halk, gönüllüler yangın söndürmede değil ama yangına sebep olan etmenlerin azaltılmasında rol oynayabilir. Yol kenarları, piknik alanları, parklar, orman içleri her taraf çöp dolu. Yangınların en büyük nedenlerinden biri olan anız yakma engellenebilir. Bunun gibi şeyler dışında yerel halkın ya da gönüllülerin yapabileceği pek bir şey yok. 

Depremler gibi doğal afetler ile iklim krizinin etkileri arasında bir bağ kuruyor musunuz?

Doğal afetler doğada yer üstünde, yer kabuğunda, deniz ve okyanuslarda, dağlarda ya da gökyüzünde yaşanır. Doğa bütünlüklü bir yapı olduğu için bu afetlerin birbirini tetiklediği örnekler de çokça mevcuttur. Volkanizma, yangın; deprem, tsunami; kuraklık, çölleşme… gibi. Haliyle deprem ve diğer afetlerle iklim arasında da doğrudan ve dolaylı birçok bağ vardır. Bilimsel çalışmalarda işaret edildiği üzere buzulların erimesi, dev su kütlelerinin açığa çıkması önümüzdeki yıllarda, yarattığı basınçtan dolayı, depremlerin başlıca tetikleyicilerinden olacak. 

Fakat en büyük ortaklık her ikisini de sermayenin yarattığı gerçeğidir. Kaynak elde etme, enerji üretimi ve kâr amacıyla doğaya, çevreye, yaşam alanlarına pervasızca saldıran sermayenin bu saldırılarının yarattığı yıkım biyoçeşitlilikteki kayıpla beraber, iklim krizinin derinleşmesi ve jeomorfolojik yapının yıkımında kendini gösterir.

Sizce afetlere karşı dayanıklı, ekolojik şehir modeli nasıl olabilir?

Bu çok makro bir konu. Nüfus, doğal özellikler, üretim ilişkileri, teknoloji, yönetim gibi bir çok faktörün belirleyici olduğu bir konu. Fakat ekolojik şehir ne demektir, olabilir mi sorusu ile başlamak cevabı bulmak için doğru bir yol olacaktır. Afetler derken de ne tür afetlerden bahsettiğimize göre cevap değişebilir. Sel ya da aşırı sıcaklar ya da deprem farklı türde ve nedenlerden kaynaklanır ve bunların farklı çözüm yolları vardır. Birbirleriyle ortak yönleri olsa da. 

Bir başka şey de ekoloji, doğadaki bütün yaşam döngülerinin bir bütün olduğunu öğretir bize. Dolayısıyla kent-kır, bir bütün olarak toplumsal yaşam ile doğanın bütünü arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiği sorusu ile direk bağlantılı “ekolojik şehir “ nedir sorusunu doğuruyor. 

Dolayısıyla afetlere dayanıklı ya da ekolojik şehir, bir model olarak üretilemez. Bir mekandaki toplumsal üretim ilişkilerinin özellikleri, o toplumun siyasal düzeyi, aslında doğa olaylarının bir afete dönüşmesini sağlayan şeydir. Deprem Japonya’da da oluyor ama Türkiye’deki kadar yıkıcı olmuyor. Ama bu Japon kentlerinin ekolojik şehir olduğu anlamına gelmez. Her ikisinde de ortak bir şey var, kapitalist kent olgusu. 

Ama Japonya örneği, ekolojik olmasa da depreme dayanıklı kentlerin inşa edilebileceğine örnektir. Ama aynı Japonya, Fukuşima’da gördüğümüz gibi, tsunaminin neden olduğu nükleer felakete hazırlıksız yakalandı. 

Ekolojik şehir gibi ucu bir çok yöne çekilebilecek ve bence kolaylıkla cevabı verilemeyecek bir tamlama yerine ekolojik yaşam nedir sorusundan devam edelim. Ekolojik yaşam, toplumsal adaletsizliklerin ve eşitsizliklerin çözülmesi ile toplumsal yaşamın yeryüzündeki ekosistemler üzerindeki baskısının azaltılması, doğal döngülerin yarattığı sınırların aşılmamasıdır. 

 Tüm bu krizlerde ortak gördüğünüz yapısal sorunlar neler?

Yapısal sorun nedir? Yapıyı oluşturan parçalarda ve onların birlikte kullanımında ortaya çıkan sorunlardır. Kaynakların ticarileştirilmesi, sermaye ve burjuva özel mülkiyetinin devlet güvencesinde olması, üretim yapılan alanlarda ölçek dağılımındaki devasa eşitsizlik, teşvik ve desteklerin ihtiyaç dışında dağıtımı ve hepsine karşı mücadeleyi de belirleyen örgüt/örgütlenme sorunları en temel ortak sorunlardır. Tarım başta olmak üzere tüm iş ve üretim kollarında bu sorunlar, gün geçtikçe kangrenleşerek yaşanıyor.

 Polen Ekoloji Kolektifi olarak yurttaşlara yönelik bir çağrınız var mı? Bireyler bu süreçlerde ne yapabilir? Dayanışma, gönüllülük veya örgütlenme anlamında nereden başlamalılar?

Gelinen aşamada yasal sınırlar içinde mücadelenin koşulları giderek yok ediliyor. Burada hak bilinci ve meşruluk çok önemli. Hakkı hem talep etmek, hem savunmak, hem de almak ve kullanmak için mücadele iç içedir. Bireysel olarak her birimizi potansiyel yaşam savunucu yapan ağır bir süreçten geçiyoruz. Bunu örgütlü ve sonuç alan bir mücadele hattına büründürmemiz gerekiyor. Sonuç derken çok büyük, uçuk şeyler düşünmeye gerek yok. Yeri gelince bir binayı yıktırmamak da kazanımdır. Hak kazanmanın toplumsal moral, dayanışma ve hakikate bağlı bir aktif hafıza yarattığı unutulmamalıdır. 

Bulunduğumuz her yerde, her açıdan saldırıya uğrarken bu bakış açısını hayata geçirmemizin sayısız yolu var. Maden şirketinin gasp ettiği numunelere el koyarak şirketi kovan Fındıklı halkı örnektir. Kepçenin önüne geçip çalışmasını engelleyen, bu yolla suyunu savunan Liceliler örnektir. Siyanürlü maden tehdidine karşı nöbet tutan Geyiksuyu köylüleri, sendikal mücadele veren tersane, inşaat, maden işçileri örnektir. 

Dayanışma ve gönüllük üzerinde yükselen örgütlenmeler yaşam savunusunun içinde hayat bulacaktır.