Ortadoğu uzun süredir krizlerle anılıyor. Bugün yaşanan tablo ise yalnızca çatışmaları değil, bölgenin yapısal sorunlarını da açığa çıkarıyor. Gazeteci Hediye Levent, sahadan edindiği gözlemlerle Suriye’nin geleceğini, bölgesel dengeleri ve Türkiye’nin konumunu FİKİR Gazetesi için değerlendirdi.
Suriye’de devrilen Esad sonrası kaos
Esad’ın 7 Aralık’ta devrilmesinin ardından şiddet sona ermedi. Lazkiye’de Alevilere, Süveyda’da Dürzilere yönelik katliamların ardından bu kez HTŞ ile SDG arasındaki çatışmalar öne çıktı. Güneyde ise İsrail işgali sürüyor.
Levent’e göre bu tablonun kökeninde 14 yıllık savaşın yarattığı derin yaralar var:
“14 yıllık bir iç savaş, hangi ülkede yaşanırsa yaşansın çok derin kinlere, intikam duygularına, toplumsal çatlaklara sebep olur. Irak’ta da gördük bunu. Orta Doğu açısından baktığımızda dini, mezhebi, etnik yarılmaların ne kadar derinleştiğini hepimiz biliyoruz. Suriye’de de aynı durum yaşandı.”
“Suriye ordusu savaşmayı bıraktı. Halep kırsalında bu çok net görüldü. Subayların maaşları 12–13 dolara kadar düşmüştü. Bu parayla bir haftalık marul, maydanoz alamazsınız; kirayı hiç ödemeyi düşünmeyin. Dolayısıyla ordu içinde ‘Biz niye savaşıyoruz?’ sorgusu başladı ve savaş iradesi çözüldü. Şam’daki yönetime sırtını dayamış birileri hızla zenginleşip güç kazanırken evine birkaç yıldır gidememiş olan subaylar vardı. Suriye dışında iç savaşın temel sebebinin mezhepsel gerilimler olduğu söylense de ülke içindekiler yolsuzluğun, liyakatsızlığın en önemli sebepler arasında olduğunu biliyordu. 2017 yılında Halep kent merkezinin kırsalın bir kısmı ile birlikte şam’ın kontrolüne geçmesinin ardından savaş büyük ölçüde bitmişti. Yıllardır bedel ödeyen ordu dahil insanlar gözünü Şam’a çevirdi ve adil, demokratik, yolsuzluğa geçit vermeyen bir başlangıç talep etmeye başladı. Bu olmayınca insanlar biz niye savaşıyoruz diye sorgulamaya başladı. yolsuzluk Suriye’deki ayaklanmanın en önemli sebeplerinden biri olduğu gibi bugünkü tablonun da en önemli sebeplerinden biri oldu.”
HTŞ’nin ilerleyişinde yalnızca askeri boşluk değil, çıkar ilişkileri de etkili oldu:
“HTŞ ile Suriye ordusundaki bazı komutanların temasları ve anlaşmaları vardı. Yani işin içinde sadece ideolojik değil, ekonomik çıkarlar da vardı.”
Ancak bu yapının ülkeyi yönetmeye hazır olmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Levent, Şam’daki gözlemlerini şöyle aktarıyor:
“HTŞ’lilerle konuştuğumda hiçbir hazırlıkları olmadığını gördüm. ‘Şam’ı kontrol edersek nasıl yönetiriz?’ sorusuna yanıt veren tek bir belgeleri bile yoktu. Yarım sayfa hazırlık bile yapmamışlardı. Ne bir yönetim planı, ne toplumsal mutabakat, ne de geçiş süreci üzerine en küçük bir fikirleri vardı.”
Üstelik örgüt ideolojik olarak da uç bir yerde duruyordu:
“HTŞ, yıllardır ‘Şam’a gideceğiz, kafir rejimi devireceğiz’ diyerek cihatçı bir söylemle savaşıyordu. Böyle bir hareketin kapsayıcı bir yönetim kurması zaten mümkün değildi.”
14 yıllık savaşın yıkımı, ABD yaptırımları ve dış müdahale girişimleri ülkeyi iyice kırılgan hale getirdi. HTŞ’nin yetersizliği bu tabloyu daha da ağırlaştırdı. Liderleri Ahmet Eş Şara’nın, kendi 20 bin adamını bile kontrol edemediğini söyleyen Levent, Süveyda’daki olaylarda örgütün sorumluluğu kabul ettiğini hatırlatıyor:
“Şara’nın kendi yönetimindeki yaklaşık 20 bin adamı var ama onları bile kontrol edemiyor. Süveyda’daki olaylarda kendi adamlarının suçlara karıştığını kabul etti. Buna rağmen hiçbir yaptırım uygulanmadı. Bu, cezasızlığın ödül gibi algılandığı bir ortam yarattı.”
Şara ise istikrarın sağlanamamasını yaptırımlara bağlıyor:
“Doğru, devlet kurmak için para lazım. Ama mesele sadece para değil. Azınlıkları kapsayıcı bir söylemin reddedilmesi, katliamlara karışanların ceza görmemesi… Bütün bunlar sahada cezasızlığı bir ödül gibi gösteriyor.”
Sonuç: Şam güvenlik açısından çok zayıf ve ülke kaotik bir döneme sürükleniyor.
İran’dan doğan boşluk ve Türkiye’nin pozisyonu
7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’e saldırısının ardından İran’ın bölgedeki güçleri hedef alındı. Hizbullah’ın askeri kanadı büyük darbe aldı.
“Silahlı kanadı dağıtıldı mı emin değilim ama çok büyük hasar gördü. Neredeyse geriye hiçbir şey kalmadı. Ardından Esad’ın düşmesiyle bölgede ‘İransız bölgesel düzen’ tartışmaları başladı. İran’dan doğan boşluğu kimin dolduracağı üzerine rekabet başladı.”
Ardından Esad’ın devrilmesiyle “İransız bir bölge dizaynı” tartışmaları başladı. Levent’e göre bu boşluğu doldurmaya en istekli ülke Türkiye:
“İran’dan doğan boşluğu doldurmaya aday ülkelerin başında Türkiye geliyor. Amerika ve diğerleri açısından da Ankara avantajlı görünüyor. Ankara da bu boşluğu kendisinin doldurması gerektiğini düşünüyor.”
Ancak Levent’e göre bu rol beraberinde zorunluluklar da getiriyor:
“Arap ayaklanması bölgede ayaklanmanın yaşanmadığı ülkeleri bile sarstı. Bir de IŞİD ve El Kaide gibi örgütlerin kendilerini yeniden ve yeniden yaratması için çok uygun bir zemin var. Din ve mezhep eksenli söylemler, toplumsal unsurlar arasında derinleşen uçurumlar, fakirlik, eğitimsizlik, parçalanan aile ve toplumsal bağları… Bu nedenle bölge ülkeleri arasında zorunlu barış dediğimiz bir trend var artık. Hiçbir ülke ayaklanma öncesinde olduğu gibi nüfuz savaşını silahlı yapılar oluşturup bir yerlerde istikrarsızlık yaratarak yürütmek istemiyor. Buna göre yeni eğilim bölgede silahlı çatışmaya yol açabilecek riskleri ortadan kaldırmak ve bölge ülkelerini birbirlerine enerji ve ticaret hatları ile eklemlemek. Bu durumda hiçbir ülke kolay kolay bir diğerinde istikrarsızlık yaratacak adımlar atamayacak, atarsa bu adım bağlı olduğu ekonomik ağ üzerinden kendisini de vuracak.
Türkiye’den de İran’dan boşalan yeri doldurma karşılığında çatışma riski taşıyan pkk sorununu ve buna bağlı Kürt meselesini çözmesi istendi. Yine Kıbrıs’ın da yeni ekonomi ağı içinde önemli bir yeri var.”
Türkiye’den beklentileri genel olarak şöyle özetleyebileceğimizi ifade ediyor Levent:
“Kürt meselesini halletmek, PKK sorununu çözmek, hatta Kıbrıs meselesine el atmak zorunda kalacak. Ankara’ya göre İran’dan boşalan alanı doldurmak için bunlar şart. Türkiye bir taşla birkaç kuş vurmak istiyor.”
Türkiye, Suriye’de nüfuzunu tüm ülkeye yaymayı hedefliyor:
“Esad’a karşı başından beri silahlı grupları destekledik. Suriye bizim yanı başımız. Burada nüfuz sahibi olması gereken ülke biziz, diyor Ankara.”
Fakat sahada İsrail’le ciddi bir rekabet yaşanıyor. Bu doğrudan savaşa dönüşmese de siyasi ve diplomatik bir nüfuz mücadelesi var.
Türkiye’nin SDG’ye bakışı da bu çerçevede şekilleniyor. Ankara için bu yapı PKK’nin uzantısı. Oysa Levent’e göre SDG’nin gerçek yapısı farklı:
“SDG, başlangıçta YPG çekirdeğinden oluştu ama sonra Amerikalıların devreye girmesiyle Kürt-Arap ittifakına dönüştü. Rakka, Deir Ezzor ve Haseke Arap aşiretlerinin yoğun olduğu bölgeler. PKK’nin ideolojisini bu aşiretlere empoze etmek imkânsızdır; denendi ve ters tepti.”
Hediye Levent, eğer Araplar çekilirse, SDG’nin küçülmek zorunda kalacağını vurguluyor:
“Bugün geniş bir alanı kontrol ediyorlar ama Arap aşiretleri çekilirse sadece Kamışlı ve çevresinde kalırlar. SDG’nin içinde Süryaniler, Ermeniler, Türkmenler, Ezidiler de var. Sesleri az çıkıyor ama hem yönetimde hem sahada bulunuyorlar.”
Levent’e göre Türkiye ise bunu farklı okuyor:
“Ankara, oradaki kazanımları Kürtlerin bağımsızlığa doğru adım adım ilerlemesi olarak görüyor. ‘Bugün öz yönetim, yarın özerklik, sonra bağımsız devlet’ diye bakıyor.”
SDG, PKK ve Türkiye’de barış süreci
PKK’nin silah bırakması sonrası gözler SDG’ye çevrildi. Türkiye, bu yapıyı sürekli “PKK/YPG” olarak tanımlıyor. Ancak Levent’e göre bu okuma sahadaki gerçekliği karşılamıyor.
“SDG’nin silah bırakmamasının Türkiye ile alakası yok. Bugünkü şartlarda bu imkânsız. Her Suriyeli çok derin bir can korkusu içinde. Mazlum Abdi’nin belki üç ay önce farklı fikirleri olabilirdi ama bugün bu mümkün değil. Çünkü herkes—azınlıklar, ılımlı Sünniler, Arap aşiretleri—hayatta kalabilmenin derdinde.”
SDG’nin kontrol ettiği bölgelerin ekonomik önemi silah bırakmayı imkânsız hale getiriyor:
“Petrol, tarım arazileri, hayvancılık, sınır kapıları… Bütün bu gelir kaynakları hem Şam’ın hem yağmacı grupların hedefinde. Böyle bir tabloda kimse silah bırakmaz.”
Tarihsel travmalar da belirleyici:
“Süryaniler, Aleviler, Dürziler tarih boyunca defalarca katliama uğradı. Şimdi bir kez daha tarihten silinme korkusu yaşıyorlar. Dürziler’in en çok söylediği şey şu: ‘Silah bırakalım da Aleviler gibi mi olalım?’ Bu, tarihten silinme kaygısının en yalın ifadesi.”
Türkiye’nin desteklediği gruplar da kaosun parçası:
“Lazkiye ve Tartus’taki katliamlara Hamza Tugayları, Süleyman Şah Tugayı gibi Türkiye’nin desteklediği gruplar da katıldı.”
ABD’nin politikaları da belirsizlik yaratıyor. Levent, Washington’daki görüş ayrılıklarını örneklendiriyor:
“Trump’ın Orta Doğu özel temsilcisi Tom Barrack’ın söylemleri ortalığı daha da karıştırdı. Amerika’da Trump’ın ofisiyle Pentagon arasında ciddi görüş ayrılığı varmış gibi görünüyor. Son günlerde Pentagon’un yaklaşımı daha ağır basıyor.”
Türkiye’nin Dürzilere yönelik tutumu da dikkat çekiyor. Levent, Hakan Fidan’ın Dürzi şeyhi Hikmet Hicri’yi hedef almasını örnek veriyor:
“Bir devlet olarak Suriye’deki bütün unsurlara eşit olman gerekir. Hikmet Hicri’yi şeytanlaştırmadan önce hiç temas kuruldu mu, kaygıları dinlendi mi? Bu sorular sorulmadan Dürziler’i hedef almak sadece korkularını derinleştiriyor.”
Türkiye’deki açılım süreci ise Levent’e göre boşluklarla dolu:
“Ne şehit aileleri ikna edildi ne topluma açıklama yapıldı. Devletin propaganda mekanizması 40 yıldır aralıksız çalışıyor. Binlerce aile evladını kaybetti. Bu insanlara bir şey anlatılmadan açılım sürecinden söz edilemez. Açılım süreci siyasette bu konunun tartışılması için alan açılmasını, demokratikleşme niyetini de gerektirir. öyle bir adım da yok niyet de!”
PKK’nin silah bırakma nedeni de Türkiye içinden değil, bölgesel şartlardan kaynaklandı:
“PKK, ‘Türkiye açılım yapıyor’ diye bırakmadı silahı. Bölgedeki yeni dengeler örgütü dönüşmeye zorladı. Artık yeni alan kazanamıyor, kazandıklarını tutmakta zorlanıyordu. Irak’taki Kalkınma Yolu Projesi gibi projeler gündeme gelince PKK da engel olarak görülmeye başlandı. Örgüt, yeni şartlara entegre olmak için silah bıraktı.”
Geleceğe dair: Savaş mı, çöküş mü?
Suriye’nin geleceğinde savaşın sürüp sürmeyeceği sorusuna Levent şöyle yanıt veriyor:
“Savaşın devam etmesi için silah ve lojistik gerekir. Lazkiye ve Tartus’taki Aleviler örgütlenip uzun süreli bir direnişe giremez çünkü lojistik hatları kapalı. Savaş pahalıdır, maliyetlidir. O yüzden klasik anlamda bir savaşın sürmesi çok zor.”
Ancak asıl tehlike, ülkenin distopik bir tabloya sürüklenmesi:
“Arınma Gecesi ya da zombi filmlerini düşünün. Herkes kendini korumak için silahlanıyor, herkes birbirine düşman. Suriye oraya doğru gidiyor. Ailelerin, aşiretlerin, köylerin kendi güvenlikleri için silahlandığının düşünün. İnsanların gözünde artık dışarıdaki herkes potansiyel düşman haline gelir. Suriye çok tehlikeli bir yere doğru gidiyor.
Aileler, aşiretler, köyler kendi güvenliği için silahlanıyor. İnsanların gözünde artık dışarıdaki herkes potansiyel bir düşman. Çok katil bir şeye doğru gidiyor ülke.”
Devletin kurulmamış olması ve ekonominin çöküşü, halkı açlıkla yüz yüze bırakıyor:
“Şu anda insanlar bulgur, makarna bile bulamıyor. Cebinde para yok. Şara yönetimi ise çıkıp ‘Şam’a metro yapacağız, havaalanını genişleteceğiz’ diyor. Ülkeyi turizm merkezi mi yapacaksınız? Böyle saçma projelerle birkaç gökdelen yapacaklar, ulufe dağıtıyorlar. Aşağıda insanlar gerçekten aç. Açlık derinleştikçe güvenlik kaygısı da artıyor.”
Bu tablo, klasik anlamda bir savaştan çok, parçalı şiddetin ve toplumsal çöküşün Suriye’nin geleceğini belirleyeceğini gösteriyor.
Adnan Çobanoğlu: Şirket kontrolü yaygınlaşırsa, Afrika’daki açlık Türkiye’de de yaşanabilir
Öğretmen gözüyle tatilden sınıfa: Oyun, rutin ve güvenli alanın önemi
Tatil sonrası okul uyumu: İçsel çatışma mı, doğal bir süreç mi?
Özel gereksinimli çocuklar için okula dönüş: Küçük destekler, büyük farklar