₺0,00

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Devrimci Yakınlıklar: Anarşizm ve Marksizm arasında dokumak

Devrimci Yakınlıklar: Anarşizm ve Marksizm Arasında Dokumak

Kitabın tasvir ettiği yakınlık çizgilerini daha bir berraklaştırıp tartışmaya açmadan ve irdelemeden önce kitaba dair genel bir tanıtım yapma niyetindeyim. Daha sonra kitabın da çizgilerini dokuyarak, bize sunduğu patikada ilerleyerek kara kızıl ortaklıkların sentezci bir bağlantısını harmanlamak niyetindeyim.

“Umudumuz geleceğin kara ve kızıl olacağı yönündedir: 21. Yüzyılda anti-kapitalizm, sosyalizm ya da komünizm, radikalliğin her iki kaynağından da beslenmek zorunda kalacaktır. Arzumuz, gelişip meyve verecekleri verimli bir zemin bulmaları umuduyla birkaç liberter Marksizm tohumu ekmektir.”

Alıntıladığım kısım kitabın önsözünden. Kitap toplamda dört ana bölüm ve bir sonuç bölümünden oluşuyor. İlk bölüm Dayanışmalı Yaklaşımlar kısmında Anarşizm ve Marksizm arasındaki tarihsel, pratik ortaklıklara değiniyor. Birinci Enternasyonal’de yaşanan çatışmaları biliyoruz ancak Paris Komünü’nde nasıl ortak bir dayanışma inşa edildiğini de yine tarihten biliyoruz. Ve Paris Komünü’nden bugüne uzanan tarihsel hatta bütün devrimci pratikler kendini Komün’ün ruhuna borçludur. Bu açıdan pratik hiçbir “öncü”nün tekeline indirgenemeyeceği gibi anarşist ve komünist ikili tahayyülde kendini var eder. Michael Löwy daha evvel Paris Komünü üzerine yazdığı bir yazısında Komün’ün diğer devrimci pratiklerden farkını şöyle özetliyordu:

“Komün bir öz-özgürleşme, öz-örgütlenme, aşağıdan inisiyatif hareketiydi. Hiçbir parti kendini halk sınıflarına ikame etmeye girişmedi, hiçbir öncü grup emekçilerin yerine “iktidarı almak” istemedi (…) Elbette ki Komünün demokratik olarak seçilmiş kademelerinde tartışmalar ve ayrımlar vardı, kimi zaman da siyasal çatışmalar. Fakat pratikte birlikte hareket ediliyor, farklı akımlar karşılıklı olarak birbirine saygı duyuyor, silahlar anlaşmazlık içinde olunan mücadele kardeşlerine değil düşmana yöneltiliyordu. Ortak hedefler, çeşitli akımların ideolojik dogmalarından daha ağır basıyordu: toplumsal özgürleşim, sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması. (…) Halk kültüründe patriarkanın ağırlığına rağmen, Komün kendini, kadınların aktif ve mücadeleci katılımıyla ayırt eder.”

1936 İspanya Devrimi

Daha sonra kitapta 1 Mayıs’ın ortaya çıkışı ve Chicago meydanında katledilen anarşist ve komünist devrimcilerden bahsediliyor, Genel Emek Konfederasyonu (CGT)’nin kuruluşu ve devrimci sendikalizm pratiğinden söz ediliyor. Ardından devrimcilerin tarihindeki en büyük acılardan birine 1936 İspanya Devrimi’ne geliyoruz. Bu kısım oldukça tartışmalı. Ancak bu tartışmaya geçmeden önce biraz olayların nasıl geliştiğini anlatmak gerekiyor sanki. Kitapta şöyle diyor yazarlar: “1936. İspanya sadece Franco’ya ve Avrupa faşizmlerine karşı kahramanca bir savaşın sahnesi değildi; İspanya sadece faşist tehlikeye karşı direnişin, Uluslararası Tugayların tüm dünya halklarını İkinci Dünya Savaşı’nın büyük felaketinden kurtarabilecek olan mücadelesinin trajik ve kaçırılışmış fırsatı da değildi. İspanya İç Savaşı, 1939-1945’in kostümlü provası olmaktan öte, bir devrimindi. Aşağıdan gelen, halkın tarihsel sahnenin önüne itilmesinin damgasını vurduğu kendine has bir devrim.” 1910 yılında kurulan Ulusal Emek Konfederasyonu (CNT), Franco’nun gerçekleştirdiği askeri darbe sonrasında silahlı bir halk isyanı başlattı, bu isyan Franco’nun darbesinin başarılı olmasını engelledi ve İspanya İç Savaşı’nın başlangıcı oldu. Stalin’in yönetimindeki Sovyetler Birliği’nin partisi İspanyol Komünist Partisi ve NKVD (SSCB’nin gizli polis örgütü: İçişleri Halk Komiserliği) ilk dönemlerde ortalığı kasıp kavuruyordu fakat yazarlar şunu da eklemişler: “Kremlin, İspanya’nın istikrara kavuşmasını ve her şeyden önce, devam eden uluslararası diplomatik oyunu bozabilecek kontrolsüz devrimci sıçramalarla sarsılmamasını istiyordu. Stalin o dönem Nazi Almanyası’nı çok fazla kızdırmak istemiyordu; Ağustos 1939’da Alman-Sovyet saldırmazlık anlaşması bu stratejinin sebebini ortaya çıkaracaktı.” Franco’nun askeri darbesine karşı ve SSCB’nin bürokratik tavırlarına rağmen 19 Temmuz 1936’da CNT ve POUM önderlik etmiştir. POUM, devrimci komünist ve Troçkistlerin önderlik ettiği bir oluşumdu. “Moskova’ya göre, İberyalı baş belaları ortadan kaldırılması gereken bir tehlikeyi temsil ediyordu. Böylece, anti-Stalinist Marksist Parti’nin iki büyük isminden biri olan Katalonya bölgesel hükümetinin bakanı Andreu Nin önce görevinden alındı, ardından tutuklandı ve nihayet 1937 Haziran’ında Stalinist bir komanda tarafından öldürüldü. Bir yıldan kısa bir süre içinde bürokratik karşı-devrim kendini dayattı ve devrimin önüne geçti.” Tartışma tam olarak burada başlıyor. Tarih bize gösteriyor ki buradaki bürokratik karşı-devrim Stalinizmdir. Komünist örgüt POUM ile anarşist işçi birliği CNT’nin sağladığı dayanışma faşizme karşı ortak bir güçken Stalinist militanlar bu ortaklaşmaya karşı çıkmış ve kendinden olmayanı desteklememiştir. Daha sonra CNT’ye önderlik eden General Durruti serseri bir kurşunla öldürülmüş ve cenazesine her fraksiyondan yoğun bir katılım gerçekleştirilmiştir. “Mayıs ortasında, Stalinistler tarafından çok solda olduğu ve POUM’u bastırmakta yetersiz kaldığı düşünülen Caballero hükümetinin istifası, komünistlerin tam desteğine sahip Juan Negrin’in hükümetin başına getirilmesiyle sonuçlandı: Bu durumun nihai olarak tersine çevrilmesiydi.” Negrin’in gelişinden sonra POUM Katalonya hükümetinden tasfiye edildi. 

Bu yazının yazılma amacı anarşizm ve Marksizm arasında bir köprü örmek, bir çember kurmak denebilir. Ancak bu Marksizm’in içerisinde Stalinizm yoktur. Çünkü tarihteki birçok örnekte -en azından SSCB’den sonraki örneklerde- Stalinizm bürokratik bir karşı devrimcilik rolünü üstlenmiştir. Birçok politikasında devletin bekasını düşünerek hareket etmiş, diplomatik bir siyaset yürütmüştür. Elbette SSCB’nin yerel politikalarında halk yararına şeyler olmuştur ancak günün sonunda totaliter bir devlet olmaktan kurtulamamıştır ve bunu en çok Stalin döneminde yansıtmıştır. Kendinden olmayan, kendi diktasını eleştiren birçok komüniste de zulmetmekten geri durmamıştır. Bu açıdan bu çemberin içerisinde “tankie” olarak da tabir edilen totaliter sosyalistler yoktur. Üstelik bu çembere en çok zarar verenler de maalesef onlardır.

“Nihayetinde bu devrim, yarım kalmış ya da ihanete uğramış çok sayıda devrim bölümüne dahil edilmelidir. Aynı zamanda ortak bir tarih oluşturmaktadır. Mülkiyet içgüdüsü, çeşitli devrimci aileler içinde bile inatçıdır. Dolayısıyla anılarımız da kolektifleştirmek elzemdir. Bolşevik Parti’nin 1917’de Rusya’da ya da CNT’nin 1936’da İspanya’da baskın ve merkezi rolünü inkâr etmeden, bu iki devrimin ne bazılarının ayrıcalığı ne de diğerlerinin dokunulmazı olduğunu, lakin ders çıkarmamız gereken iki ortak deneyim olduğunu belirtmek gerekir. Dünyayı değiştirmek isteyen herkes bugün bile onlardan ilham almalıdır.”

68 Mayıs’ı ve Gölgesindeki Hareketler

İspanya İç Savaşı’na dair uzunca değindikten sonra bana göre Paris Komünü’nden sonra tarihteki en büyük ikinci anarşist ve komünist birlik örneği olan 68 Mayıs’ına geçelim. Yazarlar da tarihsel izlenim de bu sırayla ilerliyorlar. 68 Mayıs’ından sonra neoliberalizmin yükselmesi ve küreselleşme hareketlerinden bahsediyorlar. Tabii küreselleşme hareketlerine gelene kadar Zapatistaların pratiğine de bir nebze değiniyorlar. 68 Mayıs sonrasında İtalya’da gelişen Otonomist Marksist hareketin felsefesinden de ilham alan doğrudan demokratik ve halk meclisleri şeklinde işleyen, müşterek bir siyasetin somut temsili olan Zapatistalardan da bahsetmeden olmazdı. Küreselleşmeye karşı süregelen isyanlar da kendisini Occupy Wall Street’ten de Türkiye’de Gezi’ye kadar var ettiler diye diye düşünüyorum. Onların gölgesinden doğan isyanlardı bunlar da, küreselleşme hareketleri de 68 Mayıs’ının gölgesinden doğmuştur bence. Şimdi Mayıs 68’deki ortaklaşmadan biraz söz edelim.

68 Mayıs’ının önderlerinden Daniel Bensaid Mayıs Hareketlerinin tavrını şöyle tanımlıyor: Anti-kapitalist, anti-bürokratik ve anti-emperyalist (yazarların ifadesiyle buna kesinlikle anti-otoriter’i de eklemeliyiz). Dönemin Vietnam, Küba, Cezayir ve birçok sömürüye uğratılan halklarıyla dayanışma içerisinde olan ve Sovyetler ile Amerika’nın diplomatik çekişmesinden sıkılmış -dolayısıyla Sovyet bürokrasisinden de hoşlanmayan- bir öğrenci hareketi olması nedeniyle anti-bürokratik ve anti-emperyalist tanımlamaları oldukça mühimdir. Paris Komünü ile 68 Mayıs’ının en büyük ortaklığı merkezi bir lider kadrosuna veya bir lider figürüne ihtiyaç duymamaları, bir hiyerarşik dayatma olmadan kolektif bir örgütlenmeye dayalı olmalarıdır. Bu açıdan tarihteki anarşist ve komünist pratiklerin en zirve halleridir. Pratikteki mücadelenin ruhu hiçbir otoriter mekanizmaya veya bir öncü parti idealine bağlı olmadıkları için hâlâ onlardan beslenebilmektedir. Pek tabii öne çıkan isimler olsa da örgütlenme pratiğinin merkezi olmaması oldukça kritik bir önem taşır. “Cohn-Bendit’in etrafındaki liberter akım devrimci Marksistlerle işbirliği yapmayı fazla zorlanmadan kabul ettiyse, bunun nedeni aynı zamanda Henri Lefebvre, Herbert Marcuse ve elbette Guy Debord gibi heterodoks Marksistlerin fikirlerine ilgi duyan bir hareket olmasıydı. Elbette Kronştadt unutulmamıştı, ancak Marksizm bir engel olarak görülmüyordu, hatta durum tam tersiydi.” 

Kapitalizm otoriter devletler aracılığıyla her türlü saldırıya başvuruyorken sol içerisindeki iki farklı akımın ortak bir amacı vardır: sistemi kökünden değiştirmek. Ancak bu kökün nasıl değişeceği tartışması çoğunlukla anarşist ve Marksist teoride farklılaşır. Yine SSCB örneğine bakarsak kendinden olmayan görüşlere karşı ne kadar katı olduğunu görebiliriz. Bu örnek komünizm fikri açısından pek iyi bir örnek olmasa da dünya çapında komünizmin yanlış anlaşılmasına sebep olmuştur. Marx’ın metinlerinde gördüğümüz komünizm özgürleşmecidir. Aynı zamanda ütopyacıdır. Ütopyacı görüşte anarşistler de ortaklaşabilir. Nitekim teorik ayrışmalar amacın ortaklığını saptırmamalıdır. Günümüzde daha da otoriterleşen yalancı demokrasilere karşı gerçek bir proleter demokrasi getirmek veya halkın öz-yönetimini sağlamak amacıyla ulaşılması gereken bir devrim tahayyülü vardır. Bu devrim tahayyülü de pekâlâ farklıdır. Üstelik bugün kitlelere ulaşmak daha kolay gibi gözükürken zorlaşmıştır, yabancılaşma biçimleri hayli çeşitlenmiştir. Kültür endüstrisinin propagandasından etkilenen insanların duygulanımları körelmiş ve duyarsızlaşmışlardır. Kitlelerin ayaklanma biçimleri de örgütlenme pratikleriyle birlikte değişmiştir. Buna karşın sol yeni örgütlenme pratikleri konusunda başarısız olmuştur. Kitleler büyük bir sinizm prangasına bağlı kalmış durumda, buna karşın hâlâ dünya çapında isyanlar olabilmektedir. Ancak isyanların biçimleri sağ eksenli olarak gerçekleşmektedir. Bu ayrı bir tartışma konusu olduğu için çok uzatmadan geçeceğim. Ancak solun geçmişteki kazanımlarının bile gerisine düşerken, kapitalizm işçilerin mücadele ederek elde ettiği bütün kazanımları bugün tek tek yok ederken yeni bir ortaklaşma imkânını kurabilmek adına bu cümleleri sarf ediyorum. Yeniden kaldırım taşlarının arasında kumsalı keşfetmemiz gerek. “…anlaşmazlıkların ötesinde -ki bunlar gayet gerçekti- kızıl bayrağın devrimci takipçileri ile kara bayrağın takipçileri, oldukça doğal bir şekilde kendilerini hem gerçek hem de mecazi anlamda ‘barikatın aynı tarafında’ buldular…”

Anarşizm ve Marksizm Arasında Devrimci Portreler

Dayanışmalı Yakınlaşmalar kısmının son bölümleri birtakım devrimci portrelerden oluşuyor. Bunlar sırasıyla: Louise Michel (Paris Komünü dendiğinde akla ilk gelen isimlerden biri olan, Komün’ün Asi Kadınları’ndan iyi bir örgütlenmeci ve esasında bir anarşist), Pierre Monatte (yazarlar onu şöyle anlatıyor: “Monatte, sınıflandırılamaz kızıl ve kara bir yıldızdır. Savaş öncesi liberterlerin en Marksistiydi, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise bir bakıma Marksistlerin en liberteri oldu. Gerçi o kendisini ‘komünist sendikalist’ olarak tanımlamayı tercih etmişti.) Rosa Luxemburg. Rosa buradaki diğer isimlere göre daha tartışmalı bir isim, nitekim o gerektiğinde Bolşevikleri de eleştirebilen bir Marksistti ve anarşizme oldukça sıkı eleştirileri vardı. Ama onun bürokratik otoriterliğe karşı olması, sıkı bir anti-militarist olması, kitlelerin kendiliğindenliğine olan güveni ve sıkı bir biçimde var olan anti-faşizmi ve genel olarak eleştirel akılcı tavrı ortaklaşmacı bir anlayışa yakın bir şeyi temsil ediyor. Rosa’dan hemen sonra sıkı bir anarşist olan Emma Goldman yer alıyor. Goldman bilakis Marksizm’e çok sıkı eleştiriler getirmiş bir anarşistti. Nitekim onun tavrı da her daim müşterekti. 1917 Ekim Devrimi’ni desteklemiş anarşistlerden biriydi, bu yüzden diğer anarşistler tarafından eleştirildiği de oldu. Ancak Kızıl Ordu’nun Mahno ve Kronştadt olaylarından sonra devrime küsmüş ve Rus Devrimi’nin bittiğini söylemiştir. Bir sonraki portre anarşist bir militan önder olan Buenaventura Durruti’dir. Durruti sıkı bir anarşist olduğundan Marksizm’e dair yakınlıklarını bulmak zordur ancak eleştirel bir anarşist olduğunun belirtileri bulunabilir. Anarşizm ve Marksizm arasındaki iktidar tartışmasına bir ışık tutmak adına burada şu alıntıyı paylaşmak istiyorum: 

“Durruti’nin siyasi meselelere yaklaşımı liberter hareket içerisinde özgündür. Durruti’ye göre, mevcut iktidarın gerçekliğini inkâr etmemek, onun cazibesine kapılmak anlamına gelmediği gibi, söz konusu iktidarın yerine başka bir baskı biçimi koymaya çalışmak anlamına da gelmez. İktidar sorunu elbet ortaya çıkar, ancak bu sorun devrimci bir bakış açısıyla ele alınmalıdır: ‘Devrimin, halka diktatörlüğünü dayatacak bir azınlığın iktidarı ele geçirmesinden ibaret olduğunu asla düşünmedik… Biz halk tarafından ve halk için bir devrim istiyoruz. Bu anlayış olmadan devrim mümkün değildir. Bu bir darbe olur, başka bir şey değil. Biz, fabrikadan, madenden ve kırdan başlayarak, etkili bir toplumsal devrimi teşvik etmeye çalışıyoruz. Burada ne blanquizm ne de troçkizm, yalnızca devrimin her gün hazırlanması gereken bir şey olduğuna dair açık ve kesin bir fikir, bir de şu bilinmeyen var: Devrimin ne zaman patlak vereceğini kesin olarak bilemeyiz.”

Son portre Benjamin Peret’e aittir. Peret sürrealist bir şair ve devrimcidir. İspanya İç Savaşı’nda CNT-FAİ ve POUM savlarında durmuştu ve genel olarak Troçkist hareket çevrelerinde olmuş birisidir (Löwy şöyle diyor: “Peret anarşist değildi -bu akımla sert polemiklere girdiği olmuştu- ama yine de bir tür ‘liberter Marksist’ti.”). Michael Löwy ile Peret’in tanışıklığı olduğundan birkaç defa görüşmüşler ve Löwy, Peret’e Uluslararası Tugaylar’ın saflarında faşizmle savaşmak için mi gittiniz diye soruyor, sonrasında aldığı cevap ilginç: “Hiç de değil! Stalinistler beni hemen sırtımdan vururlardı! Durruti kolunun milislerine, gerçek devrimciler olan CNT-FAİ’ye katıldım.” Peret aynı zamanda Andre Breton’la birlikte sürrealizmin kurucularındandır. Peret hakkında şöyle diyor yazarlar, ondan alıntı da yaparak:

“İnsan özgürlüğünden mahrum bırakıldığında ‘onu yeniden kazanana kadar huzur bulamaz; öyle ki tarih, bu özgürlüğe yönelik saldırıların ve ezilenlerin kendilerine dayatılan boyunduruktan kurtulma çabalarının incelenmesiyle sınırlandırılabilir.’ Peret burada ‘klasik’ Marksist tezi yeni bir ışık altında baştan yorumlamaktadır: Sömürülenlerin sömürenlere karşı mücadelesi olarak sınıf mücadelesi. İnsanlık tarihi, ezilenlerin kurtuluşları için verdikleri daimî mücadelenin tarihidir. Bu, bütün bir özgürlük antropolojisinin taslağıdır.”

Kitabın daha sonralarında Birkaç Liberter Marksist Düşünür isimli üçüncü kısmında bahsedilen isimlerden birisi Breton. Onunla birlikte Walter Benjamin ve Daniel Guerin’den de bahsediliyor. Ben bu düşünürleri hep birlikte ele almak istedim. Büyücüler olarak da tasvir edebileceğimiz sanatla, teolojiyle, edebiyatla ve aynı zamanda Marksizm’le ilgilenen düşünürlerden olan Walter Benjamin ve Andre Breton’a büyücü dememizin nedeni bütün bunları harmanlayarak ortaya koydukları düşünce biçimidir. Marx bu düşünürlerin elinde form değiştirir ve Marksizm’i daha özgürlükçü ve derinlikli olarak yeniden keşfederler. Marx’ın da edebiyat ve sanata olan ilgi, sevgi ve bilgisini düşünürsek bu düşünürler onun Pandora’sının Kutu’sunu açmış olurlar. Yazarlar Benjamin’den kısaca şöyle bahsediyor:

“Walter Benjamin, romantik medeniyet eleştirisi, Yahudi mesihçi geleneği ve anarşist düşüncenin unsurlarını tarihsel materyalizm teorisine dahil etme becerisiyle Marksist düşünce tarihinde eşsiz bir yere sahiptir. Aslında, liberter fikirler ile Marksist komünizmi eklemlemeye, birleştirmeye ve kaynaştırmaya çalışmıştır. Bu girişim, onun düşüncesinin en ayrıksı niteliklerinden biridir.”

Benjamin’in teorisi ütopyacıdır. Onun tarih meleği teorisine dair oldukça şey yazılıp çizilmiştir. Hatta Eagleton şöyle der: “Onun Tarih meleği geleceğe, dolayısıyla tüm yanlış ütopyalara sırtını döner ve o biriken enkaza, yani geçmişe dehşetle bakar. Meleğin tarihi sona erdirmek istemesinin nedeni tarihin değersiz olması değil değerinin çoğunun sömürü kaynaklı olması ve bu ikincisinin ilkine ağır basmasıdır. Her uygarlık belgesinin aynı zamanda bir barbarlık belgesi olduğunu söyleyen Benjamin’in bu yorumu işte bundan kaynaklanır.” Benjamin’in aynı zamanda Georges Sorel’in anarko-sendikalist fikirlerinden etkilendiğini ve Şiddetin Eleştirisi Üzerine isimli yazısında bu fikirlerin bir yansısını ve yorumlamasını görürüz. Sürrealizm, romantizm, dekadan gibi birçok akımdan etkilenmiş ve bütün bunların hepsini kendi teorisinde sentezlemiş bir büyücüdür Benjamin. Yazarlar Rolf Tiedemann’dan alıntı yaparak şöyle diyor:

“‘Benjamin’in politik uygulama anlayışı, Marksizmin daha ağır başlı ifadesinden ziyade anarşizmin coşkusuydu’ Gelgelelim bu ifadede tam oturmayan bir şey var; Benjamin’in tam da kendisinde tamamlayıcı ve devrimci eylem için eşit derecede gerekli gördüklerinden ilişkilendirmeye çalıştığı iki düşünceye, iki yaklaşıma karşı çıkıyor: liberter ‘sarhoşlu’ ve Marksist ‘ayıklık’.”

Benjamin’in sürrealizmden dolayısıyla Breton’dan da epey etkilendiğini söyledik. Breton Ekim Devrimi’ni desteklemiş ve ondan etkilenerek 1927’de Fransız Komünist Partisi’ne üye olmuş ancak eleştirel tavrını korumuştur. Yazarlar şöyle diyor: “Onun Marksizminin Üçüncü Enternasyonal’in resmi söylemi ile örtüşmediğini söylemeye gerek yok. Her halükârda, Jose Carlos Mariategui, Walter Benjamin, Ernst Bloch ve Herbert Marcuse gibi -hepsi de sürrealizmden etkilenmiştir!- Romantik Marksizm olarak adlandırılabilecek, yani kapitalizm öncesi geçmişin belirli kültürel biçimlerinden etkilenen, ancak bu nostaljiyi bugünün devrimci dönüşümü için mücadelede kullanılacak bir güce dönüştüren bir Marksizme aittir. Dünyayı hayal gücü aracılığıyla yeniden büyülemeye yönelik romantik/devrimci girişim, Andre Breton ve sürrealizm ile en canlı ifadesine kavuşur.” Büyücülük tam da bunu gerektirir. Breton İspanya İç Savaşı’ndan sonra anarşizme daha yakınlaşmıştır. Ve şöyle der: “Sanatın, şiirin üstünde, hoşunuza gitsin ya da gitmesin bir bayrak dalgalanıyor, dönüşümlü olarak kızıl ve kara” Breton görüldüğü üzere kara ve kızıl arasında gidip gelmektedir ama emin olduğu bir şey vardır ki edebiyatın ve sanatın devrimci gücü. Anarşist ve Marksistler yalnız pratikte değil edebiyat ve sanatın ruhsal gücünde de ortaklaşırlar. Sanatın ve edebiyatın politik tasavvuru; duyusallığı, toplumsallığı (veya kolektif ruhu) ve pratik duygudaşlık/yoldaşlığın dinamiğini güçlendirir. Bizi güçlendirir. “Andre Breton’un sürrealizmi ve düşüncesi belki de liberter yörünge ile devrimci Marksizmin buluştuğu o ideal kaçış noktası, o yüce ruhsal mekândır. Ancak sürrealizmin Ernst Bloch’un ‘ütopik bir fazlalık’ dediği şeyi, ne kadar devrimci olursa olsun her türlü toplumsal ve politik hareketin sınırlarını aşan bir kara ışık fazlalığını içerdiğini unutmamalıyız. Bu ışık, sürrealist ruhun kırılmaz gece çekirdeğinden, inatla zamanın altınını arayışından, rüya ve mucizenin uçurumlarına çılgınca dalışından yayılır.”

Portrelerden birisi de Zapatista hareketinin doğal önderi -önder olmayan önderi de denebilir- Subcomandante Marcos’tur. Zapatista hareketini kısaca tanımlamak gerekirse, iktidar olmak istemeyen yeni ve özgür bir dünyayı kolektif bir seferberlikle kurmayı arzulayan kesişimselci bir anarşist-komünist hareket diyebiliriz. Ve son isim Daniel Guerindir. Daniel Guerin’e geçmeden önce kitapta geçen bu isimlerin yanına bugün ayrıca bahsedebileceğimiz, sentezci yaklaşımda bize fayda sağlayacak ve görüşümüzü zenginleştirebilecek birkaç isim eklemek istiyorum: Ursula Le Guin, David Graeber, Kojin Karatani, Rimbaud gibi isimler de bugün yörüngemizi belirmemize epey katkı sağlayacaktır. 

Daniel Guerin ilkgençliğinde Marksist görüşlere sahipken daha sonrasında sıkı bir anarşist olmuştur ancak Marksizm’den eleştirel bir kopuş gerçekleştirdiğinden bu ikisi arasında uygun bir diyalektik geliştirmeye çalışmıştır. Marksizm ve anarşizmi sentezleme gayretini en berrak Guerin’de görürüz. Anarşizm ve Marksizm adlı yazısında Marx’a ve bilhassa Engels ile Lenin’e sıkı eleştirilerde bulunuyor. Ancak yine de sentezci bir çember kurmaya çalışıyor. Marksizm ve anarşizmin aynı kökene sahip olduğunu der ve ortak bir amaçları olduğunu ifade eder, bu amaç: kapitalist devleti yıkmak ve toplumsal zenginliği, üretim araçlarını doğrudan işçilere teslim etmektir. Birinci Enternasyonal’den Bakunin ve beraberindeki anarşistlerin tasfiye edilmesinden sonra anarşizm ve Marksizm arasındaki bağın kopmasından büyük üzüntü duyar ve buna karşın şöyle der: “bu işçi sınıfı için felaket bir olaydı, çünkü iki hareketin de birbirinin teorik ve pratik katkılarına ihtiyacı vardı.” Yazarlar onun bu sentez çabasını şöyle ifade ediyor: “Guerin, ‘bugünün Marksizmlerine güçlü bir doz anarşist serum enjekte edilebildiği takdirde, az biraz gözden düşmüş olan sosyalizmin hâlâ yeniden canlandırılabileceğine’ derinden inanıyordu. Bu ‘anarşist serum’ öz-yönetim, federalizm, devrimci sendikalizm ve kolektif kurtuluş projesinde bireyin merkezi konumuydu.”

Kitabın geri kalan bölümlerinde Ekim Devrimi sonrasında ve o yakın tarihlerde yaşanan anlaşmazlıklar ve çatışmalara da değiniliyor. Bu tarihsel olaylar da anarşizm ve Marksizm arasındaki kalan son telleri de koparıyor maalesef. Örneğin Kronştadt’ın yaşanmasından epeyce bir zaman sonra Troçki bunun yanlış olduğunu ifade ediyor ama iş işten geçiyor. Kitabın son kısmı Siyasi Meseleler’de bu iki akım arasındaki siyasi ve teorik tartışmalar irdeleniyor. Bireysellik ve kolektif meselesi bunlardan biri. Anarşistler ile Marksistler arasında güçlü bir ayrım olan birey sorunsalına yazarlar şöyle bir öneri getiriyorlar, oldukça katıldığım bir öneri doğrusu:

“(…) komünist projeyi ‘yeniden bireyselleştirmek’ ne kadar gerekliyse, anarşist fikirleri ‘kolektifleştirmek’ de o kadar gereklidir. Tikel ile küresel arasındaki denge noktası dardır; onu bulmak esastır. Tekilliği küçümsemek kesinlikle totalitarizmin izinden gitmektir, ancak kolektif olana dair herhangi bir fikirden vazgeçmek de kaçınılmaz olarak kendi içine kapanmaya yol açar. Evrensel olan tikel olanın içinde yuvalanabildiği gibi, kişisel kimlik de ötekiyle olan ilişkisinde ortaya çıkabilir. Bencil ve agorafobik bireycilikten ya da playmobillere göre formatlanmış sosyalizmden uzak, devrimci hümanist bir ses açığa çıkmaktadır. Che Guevara sık sık Kübalı şair Jose Marti’den alıntı yapmayı severdi: ‘Her gerçek insan, herhangi birine vurulan darbeyi kendi yanağında hissetmelidir.’ Bu inancından onun gerçek enternasyonalizmi doğmuştur: Diğer halklar köleleştirildiği müddetçe, birey kendini gerçek anlamda özgür hissedemez.”

Eleştirel ve İlişkisel Bir Sentez Kurma Çabası

“Günün sonunda teori, karakter ve pratik anti-kapitalistte sentezlenmiştir. Sürekli etkileşim halindedirler.”

Daha sonra John Holloway’in de İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek isimli metninden yola çıkarak hem Zapatista devrimini hem de özerklik meselesini, federalizm, öz-yönetim, demokratik planlama, doğrudan ve temsili demokrasiler, sendika ve parti meselesini tartışıyorlar. Burada İtalyan Otonom hareketlerinden de bir ufak bahsediyor aynı zamanda yine Stalinizme sıkı eleştirilerde bulunuyorlar. Son olarak ekososyalizm ve liberter ekoloji üzerine tartışıyorlar. Burada Bookchin’in kuramına sıkı eleştirilerde bulunuyorlar. Onun gereğinden fazla tekno-iyimser olmasından ve kuramının eksik kaldığı yönlerinden söz ediyorlar. Sonuç bölümü olarak da liberter -özgürlükçü- bir Marksizm önerileri var. Küreselleşme sonrası değişen dünya ve neoliberalizmin nihai zaferinden söz ediyor, gelişen ve dönüşen pratik faaliyetlerden bahsediyorlar. Bunların başında yukarıda da bahsettiğim Occupy Wall Street hareketi geliyor. 

Sentezci bir yaklaşım esasında eleştirel ve ilişkisel davranışların karakteristik olarak içselleştirilmesi ve pratikte kullanılmasıdır. Eleştirel yaklaşım birçok farklı kültürden ve teoriden beslenilebileceğini ve bunları zihinsel bir sentez sürecinden geçirip, diyalektik olarak yorumladıktan sonra kullanmayı gerektirir. Hem pratik faaliyetlerde hem de örgütlü hayat içerisinde eleştirel bilinç insana sorgulamayı öğretir ve dogmatizmden arındırır. İlişkisel yaklaşım insanlarla duygulanımsal olarak empati kurmayı ve duyguların bir sentezini kişinin kendi karakterine uygulamasını sağlar. Bireyin kolektif yaklaşımını geliştirir. Yukarıda da bahsettiğim sanatın ve edebiyatın bireye kattığı ruhsal güç ilişkisel yaklaşımda duygulanımsal gelişkinliğe ve empatinin artışına katkı sağlar. Bu açıdan birey toplumla ve toplumun ötekileriyle daha yakından bir bağ kurabilir. Eleştirel ve ilişkisel yaklaşım bireyin gündelik hayatta her alanına katkı sağlar, buna örgütlenme pratikleri de dahildir. Bu yaklaşımların birleşimi anarşizm ve Marksizm arasında da bir sentez birliğini ihtimalini kuvvetlendirebilir. Daniel Guerin’in de dediği gibi: “Böyle bir sentezin ürünü olan özgürlükçü komünizm; kuşkusuz ilerici işçilerin (günümüzde “emek solu” olarak adlandırılan kesimin) en derin arzularını (her ne kadar bazen tam anlamıyla bilincinde olmasalar da), yozlaşmış otoriter marksizmden veya modası geçmiş ve katılaşmış eski tip anarşizmden çok daha iyi ifade edecektir.”

  1. Olivier Besancenot, Michael Löwy, Devrimci Yakınlıklar: Kara ve Kızıl Yıldızlarımı, Habitus Kitap, syf. 10.
  2.  Alıntı için bkz: https://imdatfreni.org/paris-komunu-kaplanin-gecmise-sicrayisi-michael-lowy/ 
  3.  A.g.e. syf. 25.
  4.  A.g.e. syf. 28.
  5.  Syf. 29
  6.  Syf. 32
  7.  Syf. 34
  8.  Syf. 35.
  9.  Syf. 51.
  10.  Syf. 66
  11.  Syf. 70-71.
  12.  Syf. 97.
  13.  Alıntı için bkz: https://terrabayt.com/dusunce/marksist-ve-mesih/ 
  14.  Syf. 101.
  15.  Syf. 102.
  16.  Syf. 105.
  17.  Yazıyı okumak için bkz: https://sentezfikir.wordpress.com/2025/08/04/anarsizm-ve-marksizm-daniel-guerin/ 
  18.  Syf. 108.
  19.  Syf. 111. 
  20.  Alıntı için bkz: https://sentezfikir.wordpress.com/2023/07/30/anti-kapitalist-fragmanlar-sentezfikirdeki-yoldaslara/