Film festivalleri sezonu Eylül sonunda Altın Koza ile açılmıştı. Bir ay sonra da Ekim sonunda Altın Portakal ile devam etti. Her iki film festivalinin de düzenleyicisi konumundaki Adana ve Antalya Büyükşehir Belediye Başkanları’nın tutuklu olması bu organizasyonlara ayrı bir boyut kattı. Adana’da her film öncesi gösterilen tanıtım filmlerinde Zeydan Karalar ile ilgili bir video yer alsa da Antalya’da Muhittin Böcek ile ilgili yapılan videonun sadece Cam Piramit’teki ödül töreninde gösterilmesi dikkat çekiciydi. Bir başka bir fark ise Altın Koza’da gösterim sonrası söyleşilerde moderatörler değişirken Altın Portakal’da her filmden sonra Ulusal Yarışma Koordinatörü’nün bu görevi üstlenmesiydi. Böyle bir tempo yorucu olsa gerek, belki sonrakı yıllarda bir bölüşüm düşünülür.
Fark edilen bir diğer husus ise organizasyonla ilgili aksaklıklardı. Açık hava film gösteriminin hazırlıkların yetişmemesi nedeniyle ertelenerek son dakika iptal edilmesi, kırmızı halının (Atatürk Kültür Merkezi girişinin tamamı) seçkinci bir yaklaşımla yalnızca ayrılması gibi absürt durumlarla başlayan festivalde aklımda kalan iki tuhaf sahne oldu. Bir tanesi kimi filmlere girerken kuyrukta yaşanan izdiham ile itiş kakış şekilde bilet göster(e)meden salona girilmesi, bir festival için kabul edilemeyecek olanı ise filmin jeneriği akarken bir görevlinin gelerek “film ekibinden değilseniz sizi dışarı alalım” demesiydi. Programın sıkışıklığı nedeniyle sonraki filme salonu hazırlamak amacıyla ‘iyi niyetli’ bir uyarı olarak değerlendirilebilecekse de film festivallerinde bile filmi sonuna kadar (jeneriğin bitişi) izleyemeyeceksek vay halimize! Biz de ekipten olmadığımızı ama henüz filmin bitmediğini söyleyerek jenerik bitene kadar kalkmadık.
PORTRE-BELGESELLER: KİTABIN RÜYASI VE ROMAN GİBİ
Bu tarz problemlerden söz ederek daha fazla canını sıkmadan filmlere geçelim. Bu festivallerin en önem verilen ve merak edilen bölümü Ulusal Yarışma olsa da Altın Portakal ile ilgili izlenimlerime Belgesel ve Uluslararası Yarışma kategorilerinden başlamak istiyorum. Ulusal Yarışma filmlerine ağırlık verdiğim için belgesel ve uluslararası yarışma kategorilerindeki tüm filmleri göremedim. Yine de izlediklerim arasında beni etkileyen ve Antalya’ya gittiğime “iyi ki” dedirten filmler yok değildi.
Belgesel yarışmada Roman Gibi ve Kitabın Rüyası filmlerini görebildim. Yerli Yurtsuz ile Keçi 501 belgesellerini de merak ediyorum. Umarım başka platformlarda izleme imkanı buluruz. Aslı Atasoy’un yönettiği Kitabın Rüyası, kitap kapaklarını ve tasarım sürecini Birol Bayram’a odaklanarak ele alan bir yapım. Portre-belgesel olarak değerlendirilebilecek film, tanımadığım bir kapak tasarımcısı Birol Bey’den haberdar olmamı sağladı. Edebiyat ve reklam dünyasından isimlerin yer aldığı belgesel aracılığıyla kitap kapaklarına ve tasarımına farklı bir açıdan baktık. Birol Bayram’ın işlerini kendi anlatımlarıyla görmek de keyifliydi ancak kurguda yapılan ani kesmelerin takibi zorlaştırdığını belirtmek gerek. Bir diğer rahatsız edici unsur da aşırı müzik kullanımıydı, o kadar ki kimi zaman seyirciyi konudan uzaklaştırarak İstanbul klibine götüren bu kullanım filmin anlatımını da zayıflatıyor.
Roman Gibi ise cumhuriyet tarihinin önemli bir bölümüne tanıklık eden gazeteciler Serteller’in hikayesi. Tayfun Belet’in yönettiği belgesel, adını Sabiha Sertel’in otobiyografisinden alıyor. Sabiha Sertel’in Zekeriya Sertel ile birlikte Selanik’te başlayıp Amerika’dan Türkiye’ye özgürlük ve demokrasi mücadelesiyle uzanan hayatları anlatılıyor. Sabiha’nın büyük halası olduğunu öğrenen Nur Deriş’in anlatımı ve arşiv görüntüleriyle hikayeyi takip ediyoruz. “Serteller” kitabının yazarı Korhan Atay’ın aktarımlarıyla desteklenen belgeselde yazarlar Oya Baydar, Gündüz Vassaf ve Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali de karşımıza çıkıyor. En İyi Belgesel Ödülü’nü alan belgesel için özgün bir anlatımdan söz edemesek de verimli bir konuyu ele aldığı için şanslı olduğunu söyleyebiliriz. Zira böyle eşsiz bir “malzeme”den çıkan belgeselin kötü olmasını bekleyemeyiz. Yönetmen gibi pek çok başka kişinin de bu belgesel vesilesiyle Serteller’i duyacak olması sevindirici. Kültürel hayatın önemli portrelerini aktarmak entelektüel miras açısından ciddi bir kazanım. Memlekette değişen çok bir şey olmadığını görmek üzücü de olsa…
KOLOMBİYA’DAN İRAN’A KARAKTER ODAKLI HİKAYELER
Uluslararası yarışma seçkisi, festivalin en kuvvetli bölümüydü bu yıl. A kategori film festivalleri olarak kabul edilen Venedik, Berlin ve Cannes’da prömiyer yapan, ödül alan filmler vardı. Hatta Kolombiya’nın Oscar Adayı bile listedeydi. Bu bölümden dört film izleme şansım oldu. Hiçbirinden salondan pişmanlıkla çıkmadığımı söylemeliyim. Bunun bir kriter olması düşündürücü olsa da. Uluslararası Yarışma jürisi ile hemfikirim, benim de en beğendiğim film “Bir Şair”. Oscar, şiire takıntılı bir tutkuyla bağlı olan bir adam. Eşinden boşanmış, işsiz ve kızıyla arası çok iyi olmayan bu karakter tam bir kaybeden profili çiziyor. Eski bir akademisyen olarak iş beğenmese de en sonunda bir şeyleri yoluna koymak için öğretmenliğe başlıyor. Yurlady isimli kız öğrencisinde gördüğü yazma yeteneğine tutunan Oscar, onunla ilgilenip onu daha fazla insanın tanıması için elinden geleni yapıyor. Ne var ki kendi yapamadığını Yurlady üzerinden gerçekleştirmek isteyen Oscar sanatın karın doyurmadığı gerçeğiyle yüzleşiyor. Gecekondu mahallesinde yaşayan Yurlady için yazmak bir kaçış, o kadar. Eve yemek götürmek, ihtiyaçları gidermek onun için ön planda her zaman. Oscar da bu durumu görerek anlıyor ve ona bir tür yol arkadaşlığı yapıyor. Fakat Oscar’ın içinde bulunduğu edebiyat çevresiyle Yurlady’yi tanıştırmasından sonra her şey yokuş aşağı gidiyor. Oscar da kendisini açıklaması zor bir durumun içinde buluyor. 16mm formatındaki görüntüler ve doğal oyunculuklarla Latin Amerika’nın büyülü gerçekçiliği filmlerle devam ediyor. Uzun zamandır sinemaya dair unutulan bir şeyi hatırlatıyor bu film, sinema duygusunu… Hollandalı fon sağlayıcının iki yüzlülüğünü suratına çarparak seyirciyi gülümseten bu film insanı bütün çıplaklığıyla gözler önüne sererken sisteme de yumruk atmayı ihmal etmiyor. Avrupa’nın oryantalist bakışını açık edecek film de Kolombiya’dan gelirdi zaten.
Bir başka karakter odaklı film ise “Bacaklarım Olsaydı Tekmelerdim”. Film ismi gibi bizi tekmeliyor adeta. Bu sarsıcı deneyimden sonra konuşacak çok şey kalıyor geriye. Terapist Linda, hayatının kontrolünü kaybetme noktasına gelmiş bir kadın. Bu durumun yarattığı öfkeyi ve çöküşü Linda’da vücut bulmuş halde görüyoruz. Bu yüzden Rose Byrne’in Berlin’de En İyi Kadın Oyuncu ödülü alması hiç şaşırtıcı değil. Toplumsal cinsiyet normlarından kaynaklı olarak bir kadından ve anneden beklenen tüm görevleri iliklerinize kadar hissediyorsunuz ve siz de Linda ile birlikte boğuluyorsunuz izlerken. Alkole sarılan Linda, bir yandan çocuğunu iyileştirmek için çabalarken kaptan baba ortalıkta yok. Erkek terapist meslektaşı da olan bitene kayıtsız kalıyor, tüm bunlar yetmezmiş gibi filmin açılışında tavanı delinen evin tamiri de sarkıyor. Evine dönüp düzenini kuramayan Linda, hasta çocuğuyla otelde yaşamak zorunda kalıyor. Kimi zaman saldırganlaşan Linda, yalnız ve çaresiz olarak resmedilirken bunun nedenlerini ve sorunun kaynağını ifşa etmekten geri durmuyor film. Mizahi tona da yer verip dengede bir anlatımlı akıcı ve sürükleyici bir tempo yakalamayı başaran bu filmin Mary Bronstein isimli bir kadından çıkması tesadüf olmasa gerek. Feminist bakışın merkezde yer aldığı yapım, eril düzenin çarklarının nasıl işlediğiyle yüzleştiriyor bizi.
Bir başka evsiz kalan karakter ise Mike. Urchin (Serseri) adlı film, oyuncu Harris Dickinson’ın ilk yönetmenlik denemesi. Mike, Linda’dan farklı olarak daimi evsiz. Mike karakteri, hayatta kalmaya çalışırken başına türlü işler gelir. Yönetmenin canlandırdığı Nathan karakteri Mike’ın parasını çalar. Dilencilik yapan, yardım amaçlı kamyonlarda karnını doyurarak zar zor idare eden Mike bunu cezasız bırakmıyor. Uyguladığı şiddet sonucu hapsi boyluyor, dışarı çıktıktan sonra zorunlu kamusal hizmet esnasında bir kadınla tanışan Mike, işleri yoluna koyuyor gibi görünse de ateş başında eğlenirken ikram edilen ketamin onu fabrika ayarlarına geri döndürüyor. Kız arkadaşıyla sert bir tartışma yaşayarak onu kaybeden Mike, karavandan tekrar sokaklara dönüyor. Bağımlılığın yıkıcı ve insanın potansiyelini yok edici etkilerini gördüğümüz film, halisünasyonları da devreye sokuyor. Cevap vermeyip soru soran bu film, onarıcı adalet adı altında fail ile mağduru yüzleştirmenin nasıl sonuçlar yaratabileceğini de tartışmaya açıyor. Yapısal sorunları görmezden gelip kaynağa inmeden kestirme cevaplar bulmanın mümkün olmadığını hatırlatıyor bize.
İzlediğim son film ise Kaybolma (2017) ile radarıma aldığım ve Yarına Kadar (2022) filminden sonra yapacağı her filmi merakla beklediğim Ali Asgari’nin “İlahi Komedya”sı. Dante’den ilhamla yola çıkan yönetmen, “Hayır diyerek cehennemden cennete nasıl gidilebileceğini” göstermek istediğini söylüyor. Filmde de senaryoyu Asgari ile birlikte yazan Bahram Ark’ın yönetmeni canlandırdığını görüyoruz. İran’da filmini göstermek isterken içeriğinden dolayı yaşadığı tüm engellemelere rağmen “Hayır ben bu filmi burada göstereceğim” inadıyla giriştiği mücadeleyi izliyoruz. Devlet yetkilileriyle her görüşmesi hüsranla sonuçlanan Bahram’in kardeşinin ana-akım için eğlencelik filmler çekmesi de sinemaya dair tartışmayı beraberinde getiriyor. Duvarına astığı fotoğrafa bakarak “Godard’dan da mı utanmıyorsun?” diye sorması bunu somutluyor. Kız arkadaşı Sadaf ile motorun üzerinde oradan oraya giderken filmini göstermenin türlü yollarını arayan Bahram, İran’da yaşayan bir Türk olarak Türkçe film gösterememenin absürtlüğünü gösteriyor. Türkiye’deki ana dille ilgili tartışmaları hatırlatan bu filmin Türkiye-Fransa-İran-İtalya-Almanya ortak yapımı olması bile çok şey anlatıyor. İran’daki baskıcı rejimin kültürel hayatı nasıl çoraklaştırdığını gözler önüne seren yapım zekice diyaloglarla hiç sıkmadan esprili bir biçimde seyirciyi yaratıcılık ve özgürlük üzerine düşündürmeyi başarıyor. Sansürcü zihniyete karşın filmini göstermenin bir yolunu aramaktan vazgeçmeyen Bahram sayesinde filmden umutla ve yüzümüzde bir gülümsemeyle çıkıyoruz.
