₺0,00

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Sosyolog Prof. Dr. Neşe Özgen: “Artık hepimiz sınır insanlarıyız”

*Bu söyleşi ilk kez FİKİR Dergisi’nin 1 Mart 2025 tarihli ilk sayısında yayınlanmıştır.

Sosyolog Prof. Dr. Neşe Özgen, mültecilere ve göçmenlere yönelik kutuplaşmaya devlet politikalarının sebep olduğunu söylerken, “Sınırları tekinsiz hale getiren, devletlerin anlık değişen kararlarla sınır insanlarını zan altında tutan, sınır geçenleri potansiyel suçlu addeden bakışıdır ve sınırı şiddetle yükleyip savuran politikalarıdır” diyor. Buna karşı çıkılmadığında sınırda olanların ülkenin her yerinde olduğunu anlatıyor. 

Toplumsal kutuplaşmaların eksik olmadığı Türkiye’de en büyük ayrışmalardan birinin öznesi, mülteciler ve göçmenler. Politikasını mülteci ve göçmen karşıtlığı üzerine kuran parti ve belediye başkanları var. Sosyal medyada yürütülen karşıt kampanyalar var. Büyük çoğunluk göçün ve mülteciliğin nedeni olan savaşları sorgulamıyor, devletin göç ve mültecilik politikalarını incelemiyor ve sonuçlara odaklanıyor. Ayrımcılık ayyuka çıkıyor. Almanya Osnabrueck Üniversitesi Göç Araştırmaları ve Kültürlerarası Çalışmalar Enstitüsü’nden Prof. Dr. Neşe Özgen, “Mültecilikle ilgili her tür söylem, sınırları sertleştirmekle kalmıyor; bu temel yanlış nedeniyle de milliyetçiliği ve mülteci düşmanlığını artırıyor” dedi. Sınır ve göç araştırmaları çalışmalarıyla tanınan sosyolog Neşe Özgen, “Milliyetçi göç politikalarının karşısında sınıf temelli bir göçmen politikası geliştirmeden ne söylesek boş olacaktır” diye konuştu. 

Sınır sosyolojisi ve sınırlar neden önemlidir? 

Sınırlar hem önemsiz hem de önemlidir. Önemlidir zira bir adım ötesiyle temas şansı verir. Sınır insanları, iç bölge vatandaşlarından daha çok haber kaynağına sahiptir, daha çok dil bilirler, daha çok coğrafya ve topografi bilgileri vardır… Yeni fırsatlar için daha çabuk hareket ederler. Öyle olmasaydı Osmanlı gibi son derece küçük ve diğerlerine oranla yetersiz bir beyliğin imparatorluk geliştirmeye kalkması nasıl mümkün olabilirdi? Sınır aynı zamanda önemsizdir zira modern çağın sınırları geleni engellemeye değil, kendi vatandaşının çıkışını zorlaştırmaya yöneliktir. Bize tam tersi söylense de sınırdan çıkarken ispatlamak zorunda olduklarınızın, en az gireceğiniz ülke kadar talepkâr olduğunu biliriz. Sınır her an ilga edilebilen ama gerektiğinde devletlerin kalınlaştırıp sertleştirdiği, kendine gerektiğinde yumuşayıp gevşettiği bariyerlerdir. Sınır sosyolojisi, antropolojisi bu nedenle sadece sınırın maddi varlığını değil, devlete, vatandaşlığa ve vatana dair her durumunu ele alır.

“TÜM DÜNYA SINIRLARI ELEKTİR”

“Türkiye’nin sınırları elek gibi oldu” iddiasıyla ilgili ne söylersiniz?

Sınır, merkezdekiler için sınır bölgelerinde yaşayanlarla aynı anlamlara gelmez. Hatta merkez-iç bölgeler için sınır bir “sorun”dur, “devlet meselesi”dir. Ancak savaş ya da ihlal olduğunda fark ederler, “sertleştirilmesi gereken bariyer” olarak devletçi biçimde algılarlar. Şimdi bu dönemdeyiz. Mültecilikle ilgili her tür söylem, sınırları sertleştirmekle kalmıyor; bu temel yanlış nedeniyle de milliyetçiliği ve mülteci düşmanlığını artırıyor. Oysa sınır her şeyden çok, teması, bir arada olmayı ve geçişkenliği imler. Devletler arasındaki sınır, karşı komşuyla temasın en güvenli alanıdır. 

Gelelim şu elek sözüne. Sınırlarımız elektir zaten, özelliği elek gibi olmasıdır. Tüm dünya sınırları böyledir. İstediğini geçiren, istemediğini dışarıda bırakan ozmotik bir yapıdır. Örneğin kaçak malın tanımı “devletin o an kaçak kabul ettiği mal”dır. Bir gün sonra kaçak kabul etmeyebilir. Sınırları tekinsiz hale getiren, devletlerin anlık değişen kararlarla sınır insanlarını zan altında tutan, sınır geçenleri potansiyel kaçakçı, suçlu addeden bakışıdır ve sınırı kutsallıkla sarmalayan, şiddetle yükleyip savuran politikalarıdır. Ama tekinsizliklere karşı çıkmadığımızda, devletin şiddet politikasını besleyip kabul ettiğimizde sınırda olanlar ülkenin her yerinde olur. Bu nedenle tüm T.C. vatandaşları da sınır insanlarından farksız olarak aynı tekinsizlik ve aynı suçlaştırma hukukuyla yönetiliyor. Artık hepimiz sınır insanlarıyız: Bugün vatandaş, yarın terörist! 

FİKİR Dergisi’ne abone olmak ister misiniz?

“MÜLTECİLERE ÖDENEN MİKTAR DEVEDE KULAK”

Mültecilere sağlanan imkânlarla ilgili bilgi kirliliği var mı? Bu ayrışmadan bir çıkış var mı?

En başından beri söylediğim gibi sınır ve mülteci politikaları AKP iktidarının kendi iktidarını pekiştirmek için araçsallaştırdığı politikalardır: Araçsaldır zira AKP, mültecileri tehdit olarak kullanıp halkı kışkırtarak milliyetçi cepheyi konsolide edebilmiştir. AKP, gerek düşük nitelikli işgücü pazarında mültecileri yedek ve köleleştirilmiş işgücü olarak kullanarak işçi sınıfını bastırmada gerek orta sınıfta öjenizm boyutunda bir safkan sekülerizmi kışkırtmada mültecileri daima araçsal olarak kullandı. Devletler mültecileri öyle kötü şartlarda yaşatıyor ki, “Bakın, devletiniz olmasa siz de böyle olurdunuz” diye toplumlarına gözdağı vererek kendi şiddetini meşrulaştırıyor. “Aman-canım devletim, ne iyi ki bir devletimiz var, ya o da olmasaydı! Katil falan ama bizim devletimiz işte” deyip sarılıyoruz. Öte yandan, mültecileri Türkiye sınırlarında tutmak için ödenen hibelerin dağıtımı da AKP’ye yakın olan ve olmayan kurumları, dernekleri, belediyeleri vb. konsolide etmekte hayli iyi bir araç oldu. Toplam miktarlar çok yüksek ancak mültecilere ulaşan miktarlar aslında devede kulak. Kaldı ki devletin kurumsal desteklerinin yanı sıra zaman zaman hayli yüksek miktarlı bağışlar da var. Bunlar, ne yazık ki mültecilere ödenmiyor.

Gelelim yapılmakta olanlara: Mülteciler, göçmenler kütlesel olarak birörnek değil. Nasıl ki Türkiye, toplum; masif, ayrıcalıksız, sınıfsız bir grup değilse göçmenler de çok katmanlı, tabakalı, sınıflı, kültürlü bir yapı. Burada mülteci-göçmen diye konuşurken bu ayrımları da yok sayıyoruz. Göçmenler, farklılıkları olan gruplar. Hepsi de mülteci değil ayrıca. On yıla yakındır bu ülkedeler, alt sınıftan en yoksul olanlarla en üst sınıftan ve nitelikli olanlar bu ülkeden bir an önce uzaklaşmaya çalışıyor. Nedenini bir sorsak mı kendimize? Yoksullaştırılmaktan, sömürülmekten, ayrımcılıktan ve geleceksizlikten bıktıklarından olmasın? Orta tabakalar daha kalıcı. Paralel yaşamlarını kurdular; mahalleleri, geçimleri, gelecekleriyle… Biz yerleşikler için de acı bir durum bu: Bir arada yaşamayı başaramazsak, birlikte nasıl yaşayacağız?

Bir de AKP iktidarının özel olarak beslediği göçmen grubu var. Zaman zaman paralı askerler olarak sınır dışı da savaştırılan, en azından Müslümanlığıyla T.C. için devşirilmiş vatandaş hizmeti görebilecek potansiyeli olanlar. Suriye HTŞ cihatçılarının dışişleri bakanı, İstanbul’da bir devlet üniversitesinde doktora yapan bir adam. Ayrıca “kabinesinin” yüzde 80’inde Türkiye’de uzun süredir eğitim gören, kimileri vatandaş olanlar var. Bunlarla yaşamışız uzun süre… Kimi acı sonuçlarını da gördük, bu beraber yaşamanın. Demek ki “Sınırlar kalksın, göçmenler girsin” sloganı da “Herkes gelsin, kahrolsun sınırlar” sloganı kadar kolaycı ve içi boş. Milliyetçi göç politikalarının karşısında sınıf temelli bir göçmen politikası geliştirmeden ne söylesek boş olacaktır.

Orta Doğu’dan gelenler ile buradan Batı’ya gidenler, toplumun geneli için aynı anlama gelmiyor. Neden?

Sanırım “Batı’ya giden” sözünden kastınız, Türkiye’den Kıta Avrupası veya Kuzey Amerika’ya göç edenler. İlginç olan, Afrika’ya, Kafkaslara, Rusya’ya, Latin Amerika’ya vb. göçenler de var ama “Batı’ya göçmek sözünü toplum kinayeyle “(gâvura) satılmışla”, “vatandan vazgeçenler” anlamında kullanıyor. Toplum, ne yazık ki ne gideni ne de geleni seviyor. Özellikle yeni dönem göçlerinin daha nitelikli işgücü olması ve daha gençlerden oluşması, toplumun kan kaybıdır. Toplum bu kaybı önemsiyor ancak buna neden olan iktidarı karşısına alamadığından göç edeni küçümsemekle yetiniyor. Ne yazık ki bana ayrılan yerde bu soruya daha ayrıntılı sosyolojik analizlerle yanıt vermem mümkün değil ancak şu kadarını söyleyeyim: Göç, zahmetli, ağır kayıpları olan ve çok zaman alan bir süreçtir. Başarı ihtimali en azından bir kuşak içinde çok azdır. Buna teşebbüs edenler ya vatanlarından sürgün olanlar ya da bu yolculuğu finanse edebilenler. Bu iki grup da iktidara bağlı olmak zorunda, yoksul ve çaresiz olanların öfkesini çeker. Hem sosyal hem siyasi sermayeyi kendinde toplamış bu grupların enerjisinin kaybı, toplumda bu kaybın reddiyle, “Giderlerse gitsinler”, “Defolsunlar” tepkisiyle karşılanıyor. Buna, son 20 yılda tüm dünyada her türden uzmana duyulan popülist sağcı öfkeyi de ekleyelim. Milliyetçi “Biz bize yeteriz’” sloganı, bu kez de “Ben herkese yeterim” böbürlenmesinin boşluğunda salınıyor. Diğer yandan mülteci düşmanlığı, gelenler arasındaki nitelikli insan profilini de görmezden geliyor. Toplum yeni gelenlerle rekabete girmeyi, kuşaklar boyunca biriktirdiği vatandaşlık yatırımını tehlikeye atmayı reddediyor. 

“Kesin dönüş yapanların çoğu geri gidiyor”

“Şam düştü” haberinden sonra mültecilerin ülkelerine dönmesi konuşuldu. Bu ne kadar gerçekçi? 

Dünyada “Suriye’de devrim” olarak nitelenen ama balonu çabuk sönen retorik, mülteci meselesini yeniden “dönme-döndürülme” eksenine sıkıştırdı. Yıllardır çok çeşitli sahalarda biriktirdiğimiz sosyal bilimsel bilgi, bize göçmenlerin en fazla yüzde 26’sının geri döndüğünü, genellikle yaşlı erkekler olduğunu, dönüşü takiben yeniden göçe çıkmanın sandığımızdan yüksek olduğunu gösteriyor. Yani kesin dönüş yapan göçmenlerin büyük kısmı, sonradan eski göç ettikleri yere geri dönüyor. Benzer beklenti Kıta Avrupası’nda da belirdi. Suriye’den göç etmek zorunda kalan 16,7 milyon Suriyeli var. Tüm dünyada bunların 6,7 milyonu mültecilik başvurusu yapmış, dönenler sadece 115 bin kişi. Tamamı Sünni ve Arap kökenli yani yeni rejimin karakterine uygun olanlar. Elbette göçe kalkışanların yeni bir devlet oluşurken şartları test ederek sonra geri dönüş kararı vermesi normaldir. Buna, en az ülkelerinden çıkmak kadar hakları vardır. Ancak geri dönüş, göçe çıkıştan daha zor bir karar. 

FİKİR Dergisi 3. Sayı