2000 Sonrası Yerel Yönetimlerde Sosyalist Ölçek Sorunsalı
1970’lerde Erol Köse, Ahmet İsvan ve Vedat Dalokay’ın belediyecilik pratiklerinden doğan “yeni belediyecilik hareketi”, Fikri Sönmez döneminde Fatsa’da yaşanan sosyalist belediyecilik uygulamaları ve devrimci siyasetler ile gecekondu halkının kentsel mekâna yasal olmayan fakat meşru müdahalesinin ilk örneklerinden olarak 1 Mayıs Mahallesi, Çayan Mahallesi vd. kuruluş süreci dışında, Türkiye sosyalist geleneğinin yereli önemli bir mücadele alanı olarak görmediği söylenebilir.
Fakat AKP’nin hükümete geldiği 2000 sonrası dönemde, yerel yönetimler tekrardan sosyalist kesimlerin siyasal mücadelelerinde önemli bir yer tutmaya başlamıştır. Sosyalist hareketin 2000 sonrası yerel yönetimlere artan ilgisinin ekonomik, siyasal ve kültürel temelleri bulunmaktadır.
İlk olarak demografik yapının geçmişe oranla önemli değişime uğradığı söylenebilir.
1970 yılında ülke nüfusunun %47,1’i belediye hizmet sınırları içerisinde yaşarken bu oran 2000 yılında %78’8’e, 2014 yılında da %93,3’e yükselmiş, 2020 yılında % 97 olmuştur. Bu durum kenti, kentsel hareketleri ve kent yönetimlerini zorunlu olarak siyasal mücadele stratejilerinin merkezine yerleştirmiştir.
İkinci olarak AKP döneminde yükselen kentsel toplumsa hareketler yerel yönetimleri hedef seçmiştir.
1980 öncesi yetersiz bir zemine sahip olsa da kamu eliyle sunulan barınma, eğitim, sağlık, ulaşım, su vb. kolektif tüketim hizmetlerinin kademe kademe özel sektöre devri, AKP döneminde hızlanarak devam etmiştir. Bu hizmetlerin piyasaya bırakılması, hem hizmetlerin kalitesinin düşmesine hem de fiyatının artmasına neden olmuştur. Emeğin yeniden üretimindeki kamusal desteğin zayıflaması anlamına gelen söz konusu özelleştirme süreci, sendikasız ve iş güvencesiz çalışma şartlarının yaygınlaşması ve ile birleşince halkın eylemsel tepkileri yükselmeye başlamıştır. Bu tepkilerin yöneldiği muhatap, ücretler ve çalışma şartlarının düzenleyicisi olarak bir yönüyle merkezi yönetim iken; kolektif tüketim araçlarının sağlayıcısı olarak, diğer yönüyle yerel yönetimler olmuştur. Özellikle sağlıklı konut hakkı temelinde, AKP’li belediyelerin uyguladığı kentsel dönüşüm projelerine karşı Ayazma, Dikmen, Başıbüyük, Sulukule gibi mahallelerde yükselen kentsel toplumsal hareketler ile birlikte yine çeşitli mahallerdeki dayanışma platformları aracılığıyla yeşil alanlar, parklar ve meydanlar gibi kamusal müştereklerin sermayeye karşı savunusu üzerinden geliştirilen muhalefet, sosyalist hareketlerin kentsel mücadele süreçlerine ve yerel yönetimlere olan ilgisini arttırmıştır.
Üçüncü neden ekonomik mekandaki ölçek kaymasıdır.
Neoliberal dönemin sermaye birikim sürecinde öne çıkan iki unsur vardır. Bunlardan ilki mali sermayenin yeniden uluslararasılaşma eğilimi, ikinci neden mekanın metalaşmasından ziyade sermayeleşmesidir. Bu yeni döngü üretim sermayesine dayalı refah devleti döneminin de sonuna işaret etmekle birlikte siyasal mücadele ölçeğini ulusal ölçekten yerel ve küresel ölçeğe taşımaktadır. Ulusal ölçekten yukarı ve aşağı doğru bu kaymalar aynı zamanda yerelin de küreselleşmesi anlamına gelmekte ve yerel yönetimlerin hem ekonomik hem de siyasal alandaki ağırlığını artırmaktadır.
Dördüncü neden yerel yönetimlerin yetki ve kaynaklarının artmasıdır.
Batılı ülkeler 2. emperyalist paylaşım savaşı sonrası yıkılan kentleri yeniden ayağa kaldırmak için yapılı çevreye ve yerel yönetimlere önemli kaynaklar aktarmış, 1980 sonrası ise kademe kademe bu kaynakları geri çekmişlerdir. Türkiye’de ise tam tersi bir süreç işlemiş, yerel yönetimlerin yetki ve kaynakları artmış ve birikim rejimine yaptıkları doğrudan ve dolaylı katkılar ile burjuvazinin çekim alanı haline gelmişlerdir. Özellikle 2000’li yıllarla beraber inşaat sektörünün ekonomik gelişmede yükselen payı, sanayi ve tarım alanındaki sermaye kesimini yapılı çevre yatırımlarına yönlendirmiştir. Sermaye kesiminin kentsel mekana olan bu ilgisi, kentin düzenleyici aktörü olarak yerel yönetimleri giderek artan bir biçimde siyasal mücadelelerin gerçekleştiği bir alana dönüştürmüştür. Sosyalistlerin 2000 sonrası yerel yönetimleri mücadele stratejilerinde önemli birer mevzi olarak görmelerinin ekonomik arka planında, bu kurumların sahip oldukları yetki ve kaynakları, sermayeden değil emekten ve halktan yana kullanma amacı yatmaktadır.
Beşinci neden postmarksizmin yerelci hegemonyasıdır.
Berlin Duvarı’nın yıkılması ve reel sosyalizmin dünyada gerilemesi dünyada sol belediyecilik hareketlerinde de önemli değişimlere sebep olmuştur. 19. Yy’dan bugüne gerek üretim ilişkilerindeki farklılaşmalar gerekse siyasal mücadelelerin belirlediği oyun alanında yerel, ulusal ve küresel ölçekte salınan siyasal mücadeleler, bu dönemde topyekun devletli sosyalizmden uzaklaşma eğilimine girmiştir. Dolayısıyla sosyalizm, komünizm ve devrim gibi fikirler yerini; yatay ve esnek bir örgütlenme alanı sunan Ostromcu müşterekler, BM’nin içini doldurduğu kent hakkı, komüniteryanizam, Bookchin’ci liberter belediyecilik ve kümünalizm, Laclau ve Mouffe’nin radikal demokrasi, İngiliz merkezli 3. Yol, Mezsaroscu komünal organik sistem gibi teorilere bırakmıştır. Post Marksist bir içeriğe sahip bu teoriklerin merkezinde sivil toplum, hiyerarşi karşıtlığı, yerelcilik ve yatay örgütlenme anlayışı bulunmaktadır. Söz konusu bütün bu teorilerin genel olarak Marksizme olan ideolojik eleştirileri; sosyalizmin bürokrasiyle, merkeziyetçilikle, otoriterlikle anılmasına neden olmuştur.
Sosyalist ideolojiye yönelik 1980 sonrası başlatılan değersizleştirme süreci, Türkiye’de özellikle AKP’nin hükümette olduğu 2000’li yıllarda meyvelerini vermiş, siyasal mücadelelerin ağırlık merkezi sınıfsal çelişkilerden devlet-sivil toplum saflaşmasına kaymıştır. Devlet-sivil toplum terazisinde yerel yönetimler giderek sivil toplum kefesinde değerlendirilmiştir. Özellikle Osmanlı’nın sosyo-ekonomik yapısı tartışmalarında feodalizme karşı ATÜT’ü savunan kesimler (kerim devletçiler ve Asya Üretim tarzını savunanlar) ile 1960’lar öncesindeki Osmanlı’yı Weberyan ve kültüralist çerçevede despotik-arkaik değerlendiren liberal fikirler, 1980 sonrası sol-liberal çizginin omurgasını oluşturmuştur. Genel olarak solda ağırlığını giderek artıran bu yaklaşım sosyalistleri de belirli ölçüde etkilemiş ve yerel yönetimler merkezi yönetimin tamamlayıcısı olarak gören hâkim eğilim yerini devletin idari yapısının zayıf halkası olarak gören değerlendirmelere doğru yer değiştirmiştir. Dolayısıyla belediyelerin; devlete karşı toplumun, bürokrasiye karşı demokrasinin, tekçiliğe karşı çoğulculuğun savunulduğu birimler durumuna geldiği tezi, özellikle birçok sol kesim tarafından benimsenmiştir. 2000 öncesi sosyalist hareketlerin mücadele stratejilerinde sıkça tartıştıkları sermeye birikiminin uluslararasılaşması ve mekansal coğrafyanın eşitsiz gelişimi gibi Marksist tartışmalar, 2000 sonrası yerini etkin vatandaş-edilgen vatandaş, organik batı – yapay doğu, yerel – merkez çatışmasına bırakmıştır.
Altıncı neden, 2010 öncesi AB politikaları ekseninde AKP’nin yerelci politikalarıdır.
OHAL’in kaldırılması, Alevi ve Kürt “Açılımları”, gösteri ve yürüyüş kanununda esnemeler, Taksim Meydanı’nın 1Mayıs gösterilerine açılması, çeşitli sol kesimler tarafından Türkiye’de artık Batı tipi sivil toplumun devlete baskın olduğu bir burjuva demokrasinin hakim olduğu yönünde yaygın bir kanı yaratmıştır. Bununla birlikte Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, AB Müktesebatına Uyum Programları ve AB Türkiye İlerleme Raporlarının etkisiyle, AKP tarafından yerel yönetimlere ilişkin bir takım yasal düzenlemeler yapılmıştır. Yasal mevzuattaki söz konusu değişiklikler ile AKP; “katılımcılık”, “şeffaflık” ve “hesap verilebilirlik” çerçevesinde yönetişim modelini kent yönetimlerinde hayata geçirmeyi amaçladığını savunmuştur. Yerel demokrasiyi geliştirmek ve merkezi vesayeti azaltmak adına yetkilerin merkezi yönetimden alınarak yerel yönetimlere aktarıldığı iddia edilen bu modelin kentsel siyasaları belirleyen en önemli bileşenleri sermaye tabanlı sivil toplum örgütleri, piyasa aktörleri ve bunlarla uyum içinde çalışması beklenen belediyeler olmuştur.
Yedinci neden, 2010 sonrası ulusal ölçekteki çelişkilerin yerelde patlamasıdır.
2010 yılından sonra, AKP’nin siyasal rakiplerini tasfiye edip otoriter ve baskıcı yöntemlerle iktidarını sağlamlaştırmaya çalıştığı bir dönem başlamıştır. Bu dönemle birlikte geçmişte yerel ve çoğulcu demokrasiye yapılan vurgu yerini ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı bir söyleme bırakmıştır. Kürtaj yasağının gündeme gelmesi ve cinsiyetçi söylemin artması, İstanbul’un 3. Köprü’süne Alevilerin bütün tepkilerine rağmen Yavuz Sultan Selim isminin verilmesi, ormanların ve diğer tabiat varlıklarının rant uğruna tahrip edilmesi, Tekel işçi eylemleriyle doruğa çıkan emek alanındaki hak gaspları; ezilen ve dışlanan kesimlerin siyasal iktidara karşı öfkesini biriktirmiştir. 2013 Mayısında Topçu Kışlası’nın inşasına karşı Gezi Parkı’nın ve Taksim Meydanı’nın savunusu üzerinden başlayan protestolar, halkın siyasal iktidara karşı biriken öfkesinin Türkiye çapında patladığı büyük bir eyleme dönüşmüştür. Bu zamana kadar seçim vakti oy verme dışında karar alma süreçlerinde hiçbir söz hakkı olmayan kesimler, Gezi eylemleri vasıtasıyla doğrudan demokrasiye olan özlemlerini haykırmıştır. Taksim meydanı boşaltıldıktan sonra mahalle parklarına çekilen halk, oluşturdukları forumlar aracılığıyla kente ve yaşam alanlarına dair sorunlarını konuşmaya devam etmiş ve “Belediyeleri nasıl demokratikleştiririz?” tartışmaları başlatmıştır. Bu tartışmalarda belediyeler, otoritenin ve baskının odaklandığı merkezi yönetime göre, halkın karar alma süreçlerinde söz sahibi olup yaşam alanlarına müdahale edebileceği erişilebilir birimler olarak değerlendirilmiştir. Halkın siyasal süreçlerde belediyeler üzerinden etkin olma yönelimi, sosyalist siyasetin yerel siyasete ve yerel yönetimlere olan ilgisini güçlendirmiştir.
Sekizinci neden, güçsüzleşen Sol’un kendini yeniden ispatlamak için yerele yönelmesi ve bu alanları sosyalist deney alanlarına dönüştürmeleridir.
1980 sonrası sosyalist yerel siyaset bayrağı Latin Amerika’ya kaymış ve başta Porto Alegre olmak üzere Latin Amerika kentleri sosyalist siyasetlerin önemli deney sahasına dönüşmüştür. Latin Amerikada’ki yerel başarılar hem daha sonra ulusal ölçekte hükümete gelecek Morales ve Chavez’in öncülük ettiği “pembe dalga” hükümetlerine zemin hazırlamış hem de Avrupa kentlerinin yeniden ayağa kalması için ilham kaynağı olmuştur.
2008 ekonomik krizi ve 2011 Ortadoğu meydan işgalleri sonrası Barcelona merkezli radikal demokrat / platform belediyeciliği çizgisi Avrupa’yı tekrardan dünyadaki sol belediye siyasetinde görünür hale getirmiştir. Söz konusu belediyecilik hareketinin dünya genelinde kurduğu “Korkusuz Kentler Ağı” 2001 sosyal forumunda Latin Amerika’da başlayan dayanışmacı kentler ağını daha kurumsal bir zemine oturtmuştur. Yeni gelişen dijital demokrasi, çok boyutlu kamu alanı, çoğulcu komüniteler, dayanışma ekonomileri, gönüllü inovasyon ve paylaşım ağlarına vurgu yapan bu belediyecilik çizgisi “ulus devletleri sağa, kentler sola kayıyor” sloganını benimsemiştir. Bu hareketin önemli isimlerinden, Benjamin Barber, 2013 yılında “Belediye Başkanları Dünyayı Yönetse” adlı bir kitap yazmış, yine bu hareketin bileşenlerinden Galiçya Bel. Bşk, Harvey’den esinlenerek “Asi Şehirlerden Oluşan Adalar Denizi” önermiştir.
Radikal demokrat çizginin dışında belediye sosyalizminin teorik mirascısı olan çeşitli sosyalist hareketlerde de kentleri ve yerel yönetimleri geleceğin sosyalist nüveleri ve deney alanları olarak gören örnekler vardır. İngiltere’deki Preston Belediyesi bunun önemli örneklerindendir. Korporatist kurumsalcı bir çizgiyi savunan bu belediyecilik anlayışı kentte yaratılan değeri yine Preston’da tutabilmek için, bütün kamu kurumlarının tüketim ihtiyaçlarını kentteki kooperatiflerden karşılamaları için belediye etrafında bir ağ kurmuşlardır. İtalya’daki “Kızıl Bologna “ ABD’deki Cooperative Jackson ve Mondragon örneklerini andıran bu yöntemle, kent halkı hem örgütlenip sendikalaşmış hem de büyük zincir marketler yerine kentin kooperatifleri kalkındırmışlardır. Yukarıda anılan her iki örnekte de politik aktörler dünyada ulusal hükümetlerin sağcılaşması ve otoriterleşmesine karşı yerele zorunlu olarak yönelmiş ve kentleri eşitlikçi toplum idealleri için deney sahası haline getirmeyi amaçlamışlardır.
Ulusal ölçekte devrimci iddiası zayıflayan ve geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde halkla bağları kopan Türkiye’deki sosyalist hareketler de yukarıdaki örneklere benzer şekilde aslında iradi olarak yereli kendilerine vurgulu mücadele ölçeği olarak seçmişlerdir. Söz konusu yereller, 1970’lerdeki gibi “kurtarılmış mahalleler” veya “kızıl kaleler” olarak tanımlanmasa da, 2000 sonrası sosyalistlerin kitle tabanlarının görece sağlam olduğu Samandağ, Dersim, Hopa kentleri ile birlikte Gazi, Gülsuyu, Tuzluçayır gibi mahallelerdir. Bu alanlar aynı zamanda 2000 sonrası sosyalist kesimin, belediye başkanlığı ve muhtarlık bazında yerel seçimlerde başarılı olduğu yerlerdir.
Dokuzuncu neden, kültürel kimlik politkalarının yerelci eğilimlerine katıysız kalınamamasıdır.
2000’li yıllarla birlikte, siyasal strateji açısından başat konumda olan sınıfsal çelişkilerin yanında, kültürel kimliklerin de sosyalist hareketin önemli tartışma başlıklarından birisi durumuna geldiği görülmüştür. 1960’ların sonu ve 1970’li yıllar, kültürel kimlik sorununa yönelik özellikle Batı Avrupa ve Amerika’da yükselen protesto gösterine tanıklık etmiştir. Ülkemizde ise 1980’li yıllarla beraber kültürel kimlik alanında belirli toplumsal çıkışlar olsa da, bu çelişkilerin sosyalistlerin gündemine oturması esas olarak AKP’nin hükümete geldiği 2000 sonrasında gerçeklik kazanmıştır. AKP’nin bu dönemde başlattığı “açılım” ve “çözüm” politikalarının amacı, siyasal islamın kültürel hegemonyasını kurmak istediği kitlenin rızasını alarak toplumsal tabanını genişletme isteğinden kaynaklanmaktadır. AB’ye uyum sürecinin de eşlik ettiği “demokratik açılımlar” döneminde sosyalist sol, siyasal iktidarın kültürel kimliklere ilişkin hegemonyasını kırabilecek karşı hegemonya araçlarını geliştirmek zorunda kalmışlardır. Reel sosyalist ülkelerin kültürel kimlik sorununa yönelik geçmişte uyguladığı “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” yaklaşımı ile birlikte farklı milliyetlerin ve inanç gruplarının özerk ve federatif bölgeler sistemi, sosyalistler açısından zaten bir model olarak uzunca bir süre tartışılmaktadır.
Yukarıda bahsedilen politikalar dışında, kapitalist sistemin kurumsal idari yapısında kalarak, dışlanan kültürel kimlikleri politikleştirip 1930’lardaki Küçük Moskovalar ve 1990 ve 2000’lerin Latin Amerikası’ndaki El Alto yerli hareketinde olduğu gibi karşı kültürel hegemonya mücadelesinin aktörlerine dönüştürme arayışları kaçınılmaz biçimde sosyalistler açısından yerel ölçeği ve yerel yönetimleri daha yakıcı biçimde tartışılır hale getirmiştir. 2000 sonrası sosyalist hareketin kazandığı belediyelerin, ülkemizdeki egemen kültürel kimlik olan Türklük ve Sünni Müslümanlıktan farklı olarak Alevilik, Kürtlük, Zazalık, Hemşinlilik, Lazlık ve Araplıkla anılan kentler olması da, siyasal ve ekonomik etkenlerle birlikte etno-kültürel dinamikleri de sosyalistler açısından tartışmaya açmıştır.
Sonuç olarak, 2000 sonrasında sosyalistlerin belediyeleri siyasal bir mücadele alanı olarak görüp giderek artan bir biçimde yerel seçimlere dahil olmalarının hem yapısal (objehtif) hem de iradi (subjektif) sebepleri vardır. Neoliberal yapısal süreç, siyasal mücadeleleri ulusal ölçekten çıkararak daha fazla yerele kaymasına sebep olurken; örgütsel güçsüzlük ve politik darlık gibi iradi sebepler de sosyalistleri, geçmişte güçlü oldukları “baba ocaklarına” geri çekilerek yerel yönetimler üzerinden sosyalist iddialarını yeniden ispatlama sürecine itmiştir.