Seçimlerde son düzlüğe girdik. Güvenilirliğine dair haklı şüpheler olan anket sonuçları havada uçuşuyor. Fark atılacak kaleler, bıçak sırtı olan iller ve ilçeler… Bir yanda 2019 yerel seçimlerinin kazananı CHP mevcut il ve ilçeleri elinde tutup birkaç yeni belediye kazanmanın hesaplarını yaparken diğer yanda 2023 başkanlık seçiminin kazananı AKP, kaybettiği büyükşehirleri CHP’den almanın hesabını yapıyor. Tek haneli oy alan diğer partiler ise bu iki partiyle yaptıkları pazarlıklarda el attırarak önümüzdeki beş yılda yereldeki siyasi ve ekonomik ranttan daha fazla pay koparmanın derdinde…
DÜZEN SİYASETİ
Kabul edelim; düzen siyaseti rant siyasetidir. Siyasi gücü elinde bulunduranlar ekonomik rantı kendilerine yakın olan sermaye gruplarına dağıtırlar. Sonra o sermaye grupları da partinin çalışmalarını finanse edip seçimleri kazanmalarını sağlar. Parti seçimi kazanırsa yeni rantlar yaratıp sermaye grubunun zenginliğini arttırmaya devam ederler. Siyasetçiler de bu ranttan kendine küçük kişisel servetler edinir.
Tabii bu döngü sırasında halkı da biraz “görmek” gerekir; neticede oy verip kazananı seçen halktır. Halk bir noktaya kadar ideolojik propaganda ile kandırılabilir. Yetmediği yerde ekonomik ranttan halka da transfer yapmak gerekir ki oyunu muhalefete geçirmesin. Eğer sıkı bir siyasi rekabet varsa sağ/ sol popülizm başlar. Bundan da (en azından kısa vadede) halk kazançlı çıkar çünkü rantın daha büyük bir bölümü halka, daha küçük bir kısmı sermaye gruplarına kalır (bkz. 90’lı yıllar Türkiye’si). Genel seçimlerde büyük rantlar, büyük ideolojiler, büyük siyasetler, büyük projeler mevzubahisken belediye siyaseti daha ziyade “imar rantı” üzerinden döner.
Türkiye’de son 20 yılda, hem genel hem yerel siyasette rantın dinamik kaynağı kentleşmeydi. Kırdan kente göç hızla devam ettikçe, artan nüfusla da beraber, kentlerde ciddi bir emlak talebi oluşuyordu.
NEOLİBERAL DÖNEMDE BELEDİYE EKONOMİSİ
Belediye gelirleri eğlence vergisi, haberleşme vergisi, çevre temizlik vergisi, emlak vergisi gibi çeşitli vergiler ile işgal harcı, bina inşaat harcı, işletme kârları, harcamalara katılım payları, mal gelirleri, cezalar, teşebbüs hasılatları gibi vergi dışı gelir kalemlerinden oluşur. Yıllar içinde merkezi yönetimden aktarılan vergi gelirlerinin göreli olarak küçülmesi nedeniyle belediye bütçeleri hem kapsamlı bir sosyal belediyecilik yapıp hem kaliteli altyapı yatırımı yapacak olanağı vermiyor.
Aslen sermaye lehine çalışan merkezi yönetim/ hükümet de sermaye sınıfından daha yüksek seviyelerde vergi toplayıp belediyelere aktarmak yerine belediyeleri kendi öz gelirlerini yaratmaları yönünde sıkıştırıyor. Kafe, sosyal tesis, market, manav, kasap gibi sosyal belediyeciliğin parçası olan hizmetlerde kâr amacı güdülmediği için çok büyük gelirler elde edilemiyor. İşgal harcı, ceza, yangın sigorta vergisi gibi birçok diğer kalem de fazla esnek olmadığından manevra alanı iyice daralıyor. Bu da seçilen belediye başkanlarını bir ikilemle baş başa bırakıyor.
“DÜRÜST BELEDİYECİLİK” İKİLEMİ
Seçilen belediye başkanının birkaç gündemi var. Bir, temel belediyecilik faaliyetlerini gerçekleştirmek. Bunu yapmak kolay. İki, seçim süresince kendini finanse edenleri memnun etmek. Bu da yapılır. Üç, halkı memnun edip yeniden seçilmek için verdiği vaatleri (ve belki fazlasını) yerine getirmek. Vaatlerin büyüklüğüne göre bu biraz alengirli olabilir.
Daha sık toplu taşıma seferleri, son model otobüsler, asfaltlama, kreşler, parklar, bahçeler, spor salonları, marketler, kasaplar gibi insanların günlük hayatına dokunan işler yapmazsanız yeniden seçilmeniz zorlaşabilir. Fakat mevcut bütçenizle bunları da yapmanız epey zor. Hâl böyle olunca “vergisiz kamu maliyesi/ finansmanı” devreye giriyor.
Belediyeler, bütçesini arttırmak için rant yaratmak zorunda kalıyorlar. Tanıdık şirketlere ihaleler verilirken sözleşmeye, misal, “dört tane kreş” yazılıyor ve belediye meclisi ihaleyi bu şekilde onaylıyor. Dolayısıyla normalde belediyenin sade bütçesiyle yapamayacağınız işleri yaratıp aktardığınız ranttan belediyeye pay çıkararak yapabiliyorsunuz. Bundan ötürü de “eşe dosta ihale vermek yok” diyen dürüst belediyeci, temel belediyecilik faaliyetlerinin ötesinde icraat yapmakta bütçe açısından zorlanacak ve muhtemelen ikinci dönem seçilmeyecektir.
Ne kadar “düzgün” biri olursa olsun, hem siyasi hem ekonomik kariyerini düşünen her siyasetçi bu düzene hızlıca uyum sağlıyor. Rant yaratıp tahsis etme sürecinde belediyeye kalan pay ile halka yönelik hizmetler de yapıldığından, başkanın yaptığı bu işi kendi içinde meşrulaştırması da zor olmasa gerek. Hizmet gören halk memnun, yeniden seçilen siyasetçi memnun, belediyeden aldığı ihalelerle zenginleşen sermayedar memnun, siyasi gücü artan genel merkez memnun, herkes memnun… Dibine kadar yozlaşmış ama gayet iyi çalışan ve herkesi memnun eden çok enteresan bir sistem.
RANTÇILIĞIN SINIRLARI
Tabii burada anomaliler ortaya çıkabiliyor. Bazı belediye başkanları ilçedeki potansiyel bütün rantı kendi döneminde gerçekleştirmeye çalışabiliyor (bkz. Esenyurt???). Bazıları şahıslara aktardığı ranttan belediyeye kalan payla gerçek ve anlamlı hizmetler yerine saçma sapan işler yapabiliyor (bkz. dinozor heykelleri). Bazıları ihaleyi alan firmayla yaptığı sözleşmeye “dört kreş” gibi dışından bir de açıktan eşinin üstüne Çeşme’de bir yalı da alabiliyor. Eğer ilin ya da ilçenin potansiyel rantı yüksekse, bu şekilde akıl sır almayacak kişisel servetler elde edilebiliyor. Bunlar düzen siyasetinin yumuşak karnı.
Genel seçimlerde de “ekonomik oy verme” diye bir davranış olsa da “ideolojik oy verme” diye bir davranış da var. Ülke ekonomik olarak ne kadar iyi yönetiliyorsa yönetilsin sosyalist biri iktidardaki faşist partiye oy vermez. Ama yerelde beklenti gündelik hayat kalitesini artıran hizmet almak olduğu için ideolojik oy verme davranışı biraz daha zayıflıyor. Genelde AKP’ye, yerelde Büyükerşen’e verilebiliyor. Yerel seçimlerdeki bu pragmatik davranış da aslında son derece ahlaksız bir ifade olan “yiyor ama çalışıyor” siyasetini besliyor.
Kısa vadede siyasetin bizi sapladığı bu bataklıktan çıkmak zor. Uzun vadede de hepimiz ölüyüz.