Biraz geriden başlamak iyidir.
Futbolun geleceğinde ne var?
Eğer müneccim değilseniz bu soruyu cevaplamak hiç de kolay sayılmaz. Ayrıca öyle “müneccim” kapılarında dolaşa dolaşa gelmedik mi futbolumuzun hazin sonuna?
Kendi yapmamız gerekenleri, önce “oluruna bıraktık”, sonra da başkalarına havale ettik. Ama olmadı işte, olamazdı.
Sonra da hiç gecikmeden şüphe ettik kendimizden ve futbolun tarihsel birikiminden. Galeano’nun da sorup cevapladığı gibiydi biraz, “Futbol, Tanrı’ya ne yönüyle benzer? Hemen söyleyeyim. Birçok insanın ona inanmasıyla ve entelektüellerin ona kuşkuyla yaklaşmasıyla…”
Gerçi sonra inancımız da kalmadı, yitirdik.
Futbolu palyaçoya çevirdik.
“ÖNCE OYUN VARDI”
Oysaki her şeyin en başında olduğu gibi futbolun da direksiyonunda heybetli işçi sınıfı vardı. Önce, İngiliz işçi hareketi içerisinde ve 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren çalışma koşullarında kazanımlar başgösterdi, sonra da boş zaman geçirme biçimlerinde dönüşüm… Sınıf, futbolla bütünleşirken kimse futbolun geleceğini tarumar edecek bir karşı adımın geleceğini tahmin etmiyordu belki de. O zamanlar gerçekten de bir “oyun” olarak değer gören futbol, kitleselliği yakalamış ve işçiler arasında bir dayanışma gösterisi haline bürünmüştü.
Güzel zamanlardır.
İş kollarına göre taraftar bulan kulüpler, kültürel gururlarını ve niteliklerini futbol üzerinden sahneleyen insanlar ya da toplumsal çelişkileri daha da görünür kılan yeni mücadeleler… Tamamı futbolun dayanışma ve birliktelik içeren o günlerdeki misyonuna uyuyordu.
Ama o kadarıyla da kaldı.
Toplumcu bir saikle örgütlenen ülkeler dışında futbol, Tuğrul Akşar hocanın da tam söylediği gibi, “sınıfsal mücadele olarak gösteri niteliğinin evrimleşmesi neticesinde ticari bir iş kolu” halini aldı.
Uzun zamandır buradayız, üstünde tepinmekle meşgulüz.
İçinde bulunduğumuz düzenin tüm özelliklerini kendine enjekte eden futbol, saldırgan, amatör ve dayanışmacı biliçten yoksun, egoist ve bencilliği teşvik eden, insafsız ve ahlaksız bir rekabet endüstrisi yaratan, kimi zaman cinsiyetçi, çoğu zaman ise şovenist ve tam mesai emperyalist bir düzlemde yaşam savaşı veriyor.
Biz ise çok sevdiğimiz bu oyunu layıkıyla icra edememekten ve yaşayamamaktan şikâyet ediyoruz.
Şikâyetimizde haklı olduğumuz kadar mücadelemizde eksiğiz.
Ancak yine de ve bu durumu tam dönüştüremesek de henüz, steril alanlar yaratabilmeyi de becerebiliyoruz. Sırt çeviriyoruz, bize dayatılan, sürtüşme, kavga ve ahlaksızlık üreten profesyonel müsabakaları gözümüzün içine sokan, tribünlerinde kültür değil de envai çeşit hakareti yaygınlaştıran örneklere…
Çünkü bir araya geldikçe, kendi örneklerimizi yaratmakta da mahirizdir, biliyoruz.
BELKİ GAZOZUMUZ KÜÇÜK AMA LİGİMİZ ÖYLE Mİ?
İşte, daha geçen hafta Fikir Tv’de yayımlanan “Fikir Sahası” programında konuşmaktan büyük keyif aldığımız Gazoz Ligi, bu benzerine az rastlanan örneklerden biri olarak sivriliyor. Komünist futbolcu Metin Kurt’un “Futbol borsada değil, arsada güzeldir” sözünü kendisine şiar edinen lig, futbolun unutulmaya bırakılmış dayanışmacı özelliklerini ortaya koymaya çalışıyor.
Buna ister “mahalle futbolunun amatör ruhu” diyin isterseniz “çocukluklarımızda kalmış yarım kalan bir hayal ya da özlem”; bunu görmek de izlemek de oynamak da uzaktan bile olsa insanı mutlu kılmaya yetiyor.
Bu ligde, için için çürüyen endüstriyel futbolun kanıksattığı özelliklerin örselendiği bir iklim hakim. İnternet ortamından canlı yayımlanan maçlara baktığınızda, farklılıkların kimi zaman şaşırttığı bir hissiyata bürünmek de mümkün.
“SENİN OYUNCUN ÖYLE DİYOR…”
O yüzden kirlenmek hiç de güzel değil. Çünkü Gazoz Ligi’nden profesyonel ligleri çıkardığınızda geriye ucu görünmeyen bir kir yumağı kalıyor. Öyle çırpmayla da yıkamayla da kolay kolay geçmeyecek türden bir kir bu.
En önemlisi ise şu. Gazoz Ligi ya da diğer alternatif ligler insanın değişip dönüşmesi için de çok önemli bir kültürel araç konumunda. Haklı gerekçelerle futbola düşmanlaşan bir kitleye inat, insanı bir nevi “ileri” çekiyor, motive ediyor bu çaba.
Gazoz Ligi’nin kendi manifestosunda da değinildiği gibi, rakip diye hedef tahtasına yerleştirilen, kazanmayı tek ve nihai bir sonuç olarak gören bir “düşmanlaştırıcı” mantalite yok; öfkeyi dindirmeyi, sevinci tadında bırakmayı öğütleyen, “oyunu ve emeği” tutku ve kıskançlıkla sahiplenen bir yeni futbol nesli örgütleniyor burada.
Nesil ve oyun var ama hakemlere de laf, tehdit, tenkit yok…
İki futbol iklimi var.
Birisi, yıldız savaşlarına, ağız dalaşlarına, yemelere içmelere doymayanların, kendi ahlaksızlıklarına futbolun emekçilerini meze etmeyi marifet sayanların nefes alıp verdiği, diğeriyse yeni ve alternatif bir yol arayanların, çıkış yollarını zorlayıp değişmeyi, bir arada kalmayı öğütlediği…
Gerçekten bıkanlar için alternatif ve gelecek bellidir; diğeri hiç kuşkusuz lağvedilmelidir.
Ee ne diyelim, Tevfik Fikret’in dediği gibi futbolda da “tıksırıncaya kadar yiyor, yediler efendiler…
Ama yağma yok, bu kez sıra bizdedir.
“Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak!”