Güney Afrika’dan Suriye’ye, Filistin Dayanışmasını Bekleyen Tehlikeler

Patrick Bond*

Suriye rejiminin ani biçimde devrilmesi ve Beşar Esad zulmünün mirasıyla yüzleşme konusunda uzun süredir ertelenmiş olan fırsat, aşağıda da görüleceği gibi, kutlama veya kınama konusu haline geliyor; ancak tüm bunlar, Filistin Dayanışması açısından köklü sorunların gündemde olduğu bir dönemde yaşanıyor.

Johannesburg’da, geçen hafta ortaya çıkan gerilimler dikkate alındığında, bu sorunlar gerçekten ciddi nitelikte. Öncelikle, Güney Afrika hükümeti İsrail konusunda iki yüzlü bir yaklaşım sergiliyor; Lahey’de kınayıcı bir tutum almakla birlikte Başkan Cyril Ramaphosa şimdi görünüşe göre soykırım karşıtı “megafon diplomasisinden” geri adım atıyor ve İsrail’e yapılan yerel ihracattan (özellikle kömür ama ayrıca elmas, üzüm ve hatta mermi) daha fazla vurgunculuk elde edilmesinin önünü açıyor- ikincisi, Ramaphosa, tam da şu anda, makamın Brezilya Devlet Başkanı Lula Ignacio da Silva’dan kendisine geçmesiyle birlikte, G20 zengin ve orta gelirli devletler grubunun resmi liderliğini üsleniyor.

Ramaphosa, emperyal ve alt-emperyal ekonomilerin G20’de bütünleşmesiyle bağlantılı tehlikelere işaret eden biçimde, Kasım 2025 Zirvesi’ni memleketinde ağırlamaya hazırlanırken, Donald Trump’a dalkavuklukça bir resmi ziyaret ve golf maçı teklifinde bulundu. Bu hafta ayrıca, G20 maliye bakanları ve merkez bankası yetkilileri arasında 2025 reform gündemini planlayan toplantılar da yapılıyor. Dahası, Güney Afrika’nın yeni beyaz, sağcı çevre bakanı Dion George’un son Bakü BM iklim zirvesinde Afrikalı delegelerin Batı’nın iklim finansmanı tekliflerine yönelik eleştirilerini dikkate almayı reddetmesi sayesinde, G20’nin iklim değişikliği politikası da giderek daha da netleşiyor.

Ancak Afrika’da diğer konularda ortaya çıkan yarılmalar ve G20 bütünleşmeleri bir yana, Ramaphosa’nın Filistin dayanışmasından çekilmesi ve yarım asırlık Esad ailesi yönetiminin 8 Aralık’ta yıkılması ardından Moskova’ya sürgün edilmesine bağlı iki acil zorluk mevcut.

Pretoria Batı Asya dramına dahil oluyor, bu kez sahnenin sağından

Johannesburg’taki ortak endişelerden biri, Trumpizmin önümüzdeki haftalarda yeniden devreye girmesinin Filistinlilere yönelik soykırımı ve anavatanlarının haritadan silinmesini hızlandıracağı ve yalnızca Batı Asya’yı daha da istikrarsızlaştırmakla kalmayıp, karşılıklı ekonomik çıkarların hakimiyetindeki uzun vadeli bir Washington-Pretoria-Tel Aviv ilişkisini de güçlendireceği yönünde. Bu üç devletin, 1970’ler ve 80’lerde nükleer silah teknolojisinde iş birliği yapmasının sahip olduğu tarihsel işlevin ötesinde, bu iletişimin tarihi, en dikkat çekici şekilde, on yıl öncesine, yani Ramaphosa’nın selefi Jacob Zuma’nın bir önceki Gazze Savaşı döneminde Barack Obama’ya ve yerel Güney Afrikalı Siyonistlere teslim olmasına kadar uzanıyor.

Söz konusu performansın tekrarlanması buradaki ilerici çevrelerin en büyük endişelerinden birine dönüşüyor; bunun nedeni büyük ölçüde Güney Afrika’nın Richards Körfezi maden limanının-Ağustos ayından bu yana -enerji şebekesinin yaklaşık %20’si Orot Rabin ve Rutenberg enerji santrallerine bağlı olan İsrail’e yapılan kömür ihracatında dünyanın ana terminali haline gelmiş olması. Trump’ın, Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) İsrail’e karşı soykırım davası açmasına karşı saldırıya geçmesi bekleniyor. Trump, İsrail’in toplu katliamlarının ve yasadışı yerleşimlerinin savunucusu, selefi Joe Biden’i, geçen haziran ayında yapılan bir tartışma sırasında, Netanyahu’nun Gazze’deki “işi bitirmesine” yeterince yardım etmediği için “berbat ölçüde Filistinli” ilan etti. 

Ancak Ramaphosa’nın yeni Washington Büyükelçisi -eskiden iktidar partisinin sol kanat akımlarının parçası olan-Ebrahim Rasool, Trump’ın tehditlerini vurgulayarak İsrail’e karşı küresel bir hareketin inşasına yardımcı olmak yerine, bu hafta yapılan bir röportajda şunları ağzından kaçırdı: “[Filistin ile dayanışma] megafonunu artık bir kenara bırakmalıyız. Başkanın sözleri şu şekildeydi: Şu anda bu konu yargı sürecinde… Durumu tam anlamıyla yeniden değerlendirme ihtiyacını anlıyorum… Bu, pazarlık sanatı. Mesajları belirli şekilde çerçevelemek, Güney Afrika’yı [Trump’ın] müttefiki haline getirmekle ilgili.”

Ramaphosa’nın yargı sürecinde biçimindeki anlamsız tutumu da dahil bazıları bu ihanete şaşırabilir. Pretoria hükümeti, Lahey uluslararası mahkemelerinde gündeme getirdiği ideolojik savunuculuk megafonunun ötesinde, Filistin için kılını bile kıpırdatmadı.

Pretoria’ya karşı geri tepme başlıyor

Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar, yani Filistin sivil toplumunun bugüne kadarki en geniş kesimleri tarafından 2005 yılında çağrıda bulunulan ‘BDS’ stratejisi, İsrail’in en büyük zayıf noktalarından biri olan fosil enerji arzını barışçıl şekilde hedef alan bir strateji. Ancak Ramaphosa’nın kayınbiraderi Patrice Motsepe, Glencore ile ortak olan büyük bir maden işletmesini yönetiyor -tıpkı 2014’te başkan yardımcısı olana kadar Ramaphosa’nın da yaptığı gibi- ve bu nedenle İsrail’in Filistin’e yönelik soykırımını körükleyen ana ortak kömür tedarikçisi olarak hizmet ediyor.

Aktivistler BDS konusunda, İsrail’in diplomatik olarak tanınmasına son verilmesi konusunda ve İsrail Savunma Kuvvetlerine yasadışı biçimlerde hizmet eden Güney Afrikalı paralı askerlerin yargılanması konusunda ısrarcılar, ancak neredeyse hiçbir ilerleme kaydedemiyorlar. Boykot, Yatırımların Geri Çekilmesi ve Yaptırımlar yerel BDS Koalisyonu koordinatörü Roshan Dadoo, Amandla! dergisinde geçen hafta şunları yazdı: “Güney Afrika, UAD’nin bulgularını uygulamaya koymadığı için giderek daha fazla ikiyüzlü davranıyor… Hükümet kesinlikle yetkisi dahilindeki tüm önlemleri almadı. Uluslararası İlişkiler ve İş birliği Bakanlığı, İsrail’e kömür satışının ticaretle ilgili bir konu olduğunu söylüyor. BDS Koalisyonu Enerji Ambargosu kampanyası, Ticaret, Sanayi ve Rekabet Bakanlığı ile görüşmeye çalışıyor ancak pek başarılı olamıyor. Bir toplantı ayarlandı ve son dakikada iptal edildi, bu da aktivistleri hayal kırıklığına uğrattı.”

Bu hayal kırıklığının sonucu olarak, Güney Afrika’nın -‘çok kutuplu’, ‘bağımsız-enternasyonalist’ ve ‘liberal-anayasalcı’  denilebilecek- üç ana (genelde çekişmeli) yerel ilerici politik gelenekleriyle bağlantılı önde gelen isimler, yani sırasıyla eski İstihbarat Bakanı Ronnie Kasrils, sendika önderi Zwelinzima Vavi ve apartheid karşıtı emektar Rahip Frank Chikane geçen hafta güçlü bir Açık Mektup kaleme aldılar ve şu uyarıda bulundular: “Güney Afrika hükümeti, kendi mantığını takip etme ve apartheid İsrail’ini tecrit etme ve yaptırım uygulama yönündeki yasal yükümlülüklerini yerine getirme konusunda giderek daha isteksiz görünüyor.”

Kasrils, Vavi ve Chikane’ye göre, bu yükümlülükler, Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD), temmuz ayında, “İsrail’in İşgal Altındaki Filistin Topraklarındaki yasa dışı varlığının yarattığı durumun sürdürülmesine yönelik yardım veya desteğin” durdurulması teklif eden İstişari Görüş kararına uyulmasını da içeriyor. Eylül ayında BM Genel Kurulunda oy kullanan ülkelerin büyük çoğunluğu (Güney Afrika dahil) UAD ile aynı görüşte, dünyanın “İsrail tarafından yaratılan yasadışı durumun sürdürülmesine yardımcı olan ticaret veya yatırım ilişkilerini engellemesi” gerektiği görüşündeydi.

Kömür soykırımı körüklüyor

Ama Kasrils, Vavi ve Chikane’nin gözlemlerine üzere, özellikle İsviçre merkezli Glencore ve 2006’dan bu yana Johannesburg’daki en uzun süreli ortağı olan African Rainbow Minerals (ARM) tarafından sağlanan kömür, halen “Soykırımı sürdürmekte kullanılan  elektriği üretmek, askeri teçhizat üretimi de dahil İsrail İşgal Güçlerinin ve apartheid ve yasadışı yerleşimler sisteminin sürdürülmesi için İsrail’e arz ediliyor.”

UAD ve BM’nin talimatlarına rağmen, Ticaret Bakanı Parks Tau birkaç hafta önce parlamentoda kendisine kömürle ilgili soru sorulduğunda, “Birleşmiş Milletlerin çok taraflı yaptırımları mevcut değilken bir üye tarafından diğerine uygulanan yaptırımlar, Dünya Ticaret Örgütü’nün ayrımcılık yapmama ilkesini ihlal eder ve ülkeyi hukuki mücadeleye açık hale getirir” iddiasında bulundu. Tau’nun yanıltıcı argümanı, tehlikeli bir ihracatı düzenlemeyi reddetmesiyle sonuçlanıyor ki bu da yaygın olarak kullanılan bir devlet enstrümanı.

Tau, İsrailli soykırımcıları güçsüzleştirmeye yönelik UAD/BM talimatına uyma yönündeki çağrıları görmezden gelen tek bakan değil. Pretoria’nın Ulaştırma Bakanı Barbara Creecy de BDS yazışmalarına cevap vermeyi reddediyor, ancak Kasrils, Vavi ve Chikane kendisinin “demiryolu sevkiyatları ve Richards Körfezi liman tesislerinden, devlete ait doğal bir kaynak olan kömür ihracatını sübvanse eden” Transnet’ten sorumlu bakan olduğunu vurguluyor.

Bir diğer ihmalkarlık suçlusu, geçtiğimiz ay (İsrail’in ana petrol tedarikçisi de olan) Azerbaycan’da BM iklim zirvesinin iklim azaltım komitesine eş başkanlık yapan Çevre Bakanı George. Kasrils, Vavi ve Chikane’nin belirttiği gibi, geçtiğimiz yıl, “Glencore, ortalama 110$/ton kömür fiyatıyla, satılan her ton kömür için 70$/ton üretim maliyetiyle, 40$ net kar elde etti. Yakılan her ton 2,6 ton CO2 emisyonu üretiyor. Ortaya çıkan ‘karbon sosyal maliyeti’ yakılan ton başına 1056 dolar olup, bu da Ekim 2023’ten bu yana İsrail’e satılan Güney Afrika kömürünün yaklaşık 2 milyar dolarlık net iklim hasarına yol açmasıyla sonuçlanıyor. Yani, bu kömür sevkiyatları hem İsrail’in soykırımını hem de iklim krizini körüklüyor.”

Güney Afrika arzı şu anda ulusal şebekesindeki elektriğin %17,5’ine güç sağlamak için kömüre güvenen İsrail için giderek daha da hayati önem taşıyor. Tam dökümü yapılan BM Comtrade kömür verileri en son 2021’de mevcuttu (Rusya yaptırımlar nedeniyle ticaretini gizlemeden önce), buna göre İsrail 6,5 milyon ton ithal etmiş; bunun %50’si Kolombiya, %36’sı Rusya, %13’ü Güney Afrika ve %1’i Türkiye kökenli. 2023’te İsrail 5,2 milyon ton kömür tüketti. Haziran 2024 tarihli SPGlobal raporuna göre, Ocak-Mayıs 2024 arasında tüketilen 1,4 milyon tonun %60’ı Kolombiya’dan geliyor ve “diğer önemli tedarikçiler arasında 247.500 tonla Rusya, 169.200 ile Güney Afrika, 86.100 ile ABD ve 53.000 tonla Çin yer alıyor.”  Mayıs 2024’te Türkiye İsrail’e yönelik tam ticari yaptırımları başlattı ancak dürüst olmayan nakliyeciler ihracat rotalarını değiştiriyor. Denizcilik veri şirketi Kpler, Kasım ayında Güney Afrikalı BDS aktivistlerine, İsrail’in Hadera ve Aşdod kömür limanlarına kömür getiren gemilere ilişkin yeni veriler sundu, bu veriler Avustralya’dan bir şirketle birlikte Çinli bir firmanın da sevkiyatlara yeniden başladığını ortaya çıkardı. Bir başka veri kaynağı olan Vessel Tracker, geçtiğimiz hafta, Kolombiya’nın ağustos ayında beklendiği gibi kömür sevkiyatını kesin olarak durdurmadığını, çünkü 27 Kasım’da Navios Felix’in -büyük olasılıkla Glencore’dan- Hadera’ya bir yük kömür götürdüğünü bildirdi. Aynı gemi, 11 Ağustos’ta Hadera’ya 27 Eylül’de varacak biçimde Güney Afrika kömürünü yüklemek üzere Richard Körfezi’ndeydi çünkü, sahibi Navios Partners filosunun “Glencore… gibi geniş bir yelpazedeki yüksek kaliteli ikinci taraflar için” sevkiyat yaptığını kabul ediyor. Güney Afrika, Eylül-Kasım aylarından itibaren daha fazla sevkiyat yaparak, ağustos ayında Rusya’yı geride bırakıp İsrail’in ana kömür tedarikçisi oldu. Son haftalarda İsrail’in Hadera Limanı ve Orot Rabin elektrik santraline her biri 165.000 ton Güney Afrika kömürü taşıyan dört sevkiyat yapıldı. Geçen Ekim ayında soykırım başladıktan sonra, en az yedi gemi Richards Körfezi’nden İsrail’e kömür taşımak üzere ayrıldı.

Kömür-BDS hedefi olarak Glencore 

Dünyanın en büyük emtia tüccarı olan İsviçre merkezli Glencore ise, hiçbir özür ya da gerekçe sunmuyor. Mayıs ayında Glencore’un Yıllık Genel Kurul Toplantısı’nda, hissedarlardan biri şunu sordu: “İsrail’e ihraç ettiğiniz kömürün kullanımına ilişkin olarak sorumlu tutulmamanızı sağlayacak insan hakları değerlendirmeleri yürütüyor musunuz?” Yönetim Kurulu Başkanı Kalidas Madhavpeddi yanıt verdi, “Şirket dünyanın birçok ülkesine tedarik yapıyor ve sorunuzun cevabını size söylemem neredeyse imkânsız.” Hissedar devam etti: “Yani kömürün nasıl kullanıldığını kontrol etmiyorsunuz?” Madhavpeddi yanıt verdi: “Kömür elektrik üretiminde kullanılıyor, bu kadar basit.” Genel Kurul’da bulunan Johannesburg doğumlu iki Güney Afrikalı Glencore yöneticisi -CEO Gary Nagle ve Kıdemli Bağımsız Direktör Gill Marcus- sorgulama sırasında özellikle sessiz kaldılar.

2006 yılında, ARM Coal, Glencore’un selefi Xstrata’nın, Motsepe’ye, siyah şirketin yatırım sermayesinin neredeyse yarısı düzeyinde verdiği 135 milyon dolarlık kredi sayesinde kurulmuştu. Anlaşma, Motsepe’nin Güney Afrika’nın en zengin siyah iş insanı olma yolundaki önemli kaynaklardan biriydi. O yıl, Xstrata, Richards Körfezi’nden yapılan 13 milyon ton kömür ihracatıyla övünüyordu: “Avrupa dışında İsrail, Güney Afrika operasyonlarının kömür üretiminin en büyük alıcısıydı.”

Glencore, 2013 yılında Xstrata’yı satın aldı ve Motsepe’nin ARM Coal ile olan ilişkisini de devraldı. Bu arada 2014 yılında, Ramaphosa, Güney Afrika başkan yardımcısı olurken, Glencore’a bağlı kendi şirketi Shanduka Coal’u sattı- Ramaphosa’nın yönetim kurulu başkanlığını yaptığı Glencore’a ait devasa Optimum Madenindeki hisse de dahil olmak üzere. Ramaphosa’nun, 2014-15’te Eskom ‘savaş odası’nın başkanı olarak, elektrik kurumuna, karları Glencore’a ait olmak üzere, Optimum kömürünün eski maliyetinin 3,5 katı bir fiyat ödemesi talimatı verdiği iddia ediliyor.

Glencore ise, 1994 yılında ‘Marc Rich & Co’ olarak yeniden adlandırıldığından bu yana Afrika’da korkunç bir isme sahip. İlk kazançlar, beyaz Güney Afrika’ya uygulanan apartheid dönemi yaptırımlarını da içeriyordu. Kongo’da İsrailli iş insanı Dan Gertler ile yaptığı anlaşmalar, bu kişinin 2018’de ABD hükümeti tarafından kara listeye alınmasına kadar devam etti. Glencore, 2018-22’den itibaren Afrika ve Latin Amerika’daki yaygın rüşvet ve yolsuzluk nedeniyle ABD Yabancı Yolsuzluk Uygulamaları Yasası uyarınca dava edildi ve 1,5 milyar dolar ceza ödedi. (Şüphe verici biçimde Güney Afrika’da kovuşturmaya konu olmadı.)

Kolombiya’nın İsrail kömür satışları ise tipik olarak son ihracatın %5’i kadardı, ancak Güney Afrika örneğinde eşdeğeri genelde %1’in altındaydı; ancak bu oran 2024’te %2’ye çıkabilir. Bu ihracattan elde edilen kazançlar fiyat ve miktara göre dalgalanıyor: 2021’de 101 milyon dolar; 2022’de 184 milyon dolar ve 2023’te 78 milyon dolar. Ancak kömür ihracatının yerel kirlilik, sera gazı zararı ve tükenmiş hidrokarbonların yanı sıra işçilik, işletme maliyetleri ve çevresel iyileştirmeler gibi tam maliyetleri, brüt gelirden çok daha yüksek. Yine de BDS’nin Glencore ve diğer kömür madenlerinin İsrail’e satış yapmasını engellemesi nedeniyle olumsuz biçimde etkilenmiş olan herhangi bir işçi veya topluluk, 2025 yılında Güney Afrika’nın Adil Enerji Geçişi finansmanından bulunan 14 milyar dolarlık tazminat açısından ilk sırada yer almalıdır.

22 Ağustos tarihli Johannesburg protestosunda Glencore’a yönelik bir talep daha söz konusu oldu: Tıpkı Detroit merkezli General Motors’un 1994 öncesi apartheid Güney Afrika’sından kar elde ettiği için yaptığı gibi, tazminat ödeyin. İsrail soykırımını destekleyen tüm şirketlerin artık bu riski dikkate alması gerekiyor.

BDS yoğunlaşmalı

BDS soykırımı ve diğer İsrail Savunma Kuvvetleri saldırılarını sona erdirmeye yardımcı olabilir mi? Kasrils, Vavi ve Chikane, “Güney Afrikalılar olarak, kurtuluş mücadelemizi destekleyen yaptırımların apartheid rejiminin yıkılmasında hayati bir rol oynadığını biliyoruz” diyorlar. Gerçekten, mali yaptırımların büyük bir sıkışma yarattığı 1985’te, Başkan Botha borç temerrüdü ilan etti, döviz kontrolleri uyguladı ve borsayı kapattı. İş dünyası liderlerinin tepkisi, sürgündeki siyah liderlerle buluşmak için Zambiya’yı ziyaret etmek oldu ve bu da demokratikleşme sürecini başlatırken, daha fazla ekonomik erime yaşanmasından korkan beyazlar sonunda “bir kişi, bir oy” demokrasisini kabul ettiler.

Ancak aktivistlerin baskı artmadığı sürece yaptırımların uygulanmayacağından şüphelenmelerinin bir nedeni de bir dizi yerel siyasi partiye cömert mali kaynaklar sağlayan Motsepe’nin oynadığı rol. Yaklaşık 3 milyar dolarlık net servet tahminiyle kendisi Johannesburg’un en zengin sakini. Motsepe aynı zamanda Afrika Futbol Konfederasyonu’nun da başkanı ve bu nedenle, diğer Uluslararası Futbol Federasyonu yöneticileriyle birlikte, İsrailli oyuncuların uluslararası maçlardan uzaklaştırılmasını ertelemeye devam ediyor ki bu soykırım ve apartheid konusunda kapsamlı gizli anlaşmaları yüzünden gündeme getirilen bir talep.

Aktivistler Pretoria’nın yaptırım uygulama konusundaki başarısızlığının üstesinden gelerek, Kasım 2023’te parlamento tarafından kabul edilen diplomatik ilişkilerin kesilmesini, Herzlia ve King David Lisesi diplomalarını aldıktan sonraki bir yıllık boşluklarını Israil Savunma Kuvvetlerine bağlı ücretli soykırımcılar olarak hizmet ederek geçiren genç paralı askerlerin yargılanmasını sağlayabilecekler mi?

Bunun için büyüyen bir aktivist koalisyonuna ihtiyaç duyulacak. Dadoo “Güney Afrika’nın en büyük sendika federasyonu olan Güney Afrika Sendikalar Kongresi ve ona bağlı Ulusal Maden İşçileri Sendikası, İsrail’e kömür ihracatının yasaklanmasını destekliyor. Ülkedeki çevre grupları ve sosyal adalet hareketleri de öyle” diye belirtiyor. Ramaphosa’nın 37 yıl önce Ulusal Maden İşçileri Sendikası önderi olarak ulusal grevler düzenlediği günler çoktan geride kaldı.

Ancak çeşitli hareketler arasındaki ümit verici bağlantılar mevcut; örneğin 22 Ağustos’ta Glencore’un Johannesburg genel merkezi ve Cape Town’daki petrol şirketi şubesinde yapılan eylemlerde ve yine 8 Ekim’de iklim aktivistleri tarafından düzenlenen fosil yakıtlar karşıtı bir yürüyüşte Filistin için Güney Afrika Yahudilerin önderlerinden biri de kalabalığa seslendiğinde böyle örnekler gündeme geldi.

Suriye’deki kaos

BDS’yi her yerde daha önemli bir çalışma haline getiren bir diğer yeni faktör ise Suriye’nin yeni hükümeti. Arap Baharı’nın Mart 2011’de Suriye’ye gelmesinden bu yana vatandaşlarının üstüne bombalar ve kurşunlar yağdırdıktan sonra, geride 600 binden fazla ölü ve altı milyon sürgün mülteci bırakan Beşar Esad, ülkesinin ABD, Rusya, Türkiye ve İsrail’in toprak ve kaynak gasplarıyla karakterize edilen Balkanlaştırılmış bir dizi bölgeye bölünmesine tanık oldu.

Türkiye destekli Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) ve lideri Abu Muhammed El Colani tarafından koordine edilen 12 günlük çarpıcı askerî harekât Lübnan’da geriye kalan Hizbullah önderliğinin 27 Kasım’da Binyamin Netanyahu rejimiyle şüpheli bir ateşkes imzalamasının ertesi günü başladı. 6 Aralık’ta, İsrail Savunma Kuvvetleri, Hizbullah’ın İran’dan silah ithal etmesini önlemek ama aynı zamanda Lübnanlı savaşçıların HTŞ’nin hızla başkent Şam’a doğru ilerleyişine karşı Esad’ı savunmasını engellemek için Lübnan’dan Suriye’ye olan geçişi imha etti.

Bu durum, her zaman olduğu gibi yukarıdan aşağıya jeopolitik hileler ile aşağıdan yukarıya toplumsal mücadele vurgusunu birbirinden ayıran en az üç sol anlatının da aralarında olduğu bir dizi tepkiyi tetikledi:

1) HTŞ cihatçılarının perde arkasından, “kirli savaş” şeklinde manipülasyonunda emperyalist+alt-emperyalist güçlerin, özellikle Washington-Tel Aviv-Ankara’nın oynadığı role dair eleştiriler: örneğin, Muhammed Marandi’nin Recep Tayyip Erdoğan ve Joe Biden’ın El Kaideci aşırılık yanlılarına fiilen verdikleri desteğe ilişkin açıklamasında veya Vijay Prashad’ın “İsrail’in Suriye askeri tesislerini bombalaması, Suriye silahlı kuvvetlerinin lojistik ve emir-komuta yeteneklerini zayıflattı… [ve] İran’ın Suriye’deki tedarik depolarına ve askeri tesislerine yönelik saldırıların yanı sıra İsrail’in İran’a yönelik saldırıları, İran kuvvetlerinin Suriye hükümetini savunmak için herhangi bir askeri müdahalede bulunmasını engelledi… Ukrayna’daki çatışma, Suriye’nin daha fazla Rusya yardımı talep etmesini elbette engelledi… HTŞ, Türkiye’den, ama aynı zamanda İsrail’den de gizlice yardım ve destek aldı” özetinde olduğu gibi.

2) Gilbert Achar’ın yazısında olduğu gibi, manipülasyon yerine, ABD ve İsrail askeri çıkarlarının kabul edildiği açıklamalar: “Esad rejimi ve HTŞ neredeyse eşit derecede kötü”- dolayısıyla buradaki açıklayıcı vurgu (ordunun Esad’ın hakimiyetini savunma kararlılığını zayıflatan) mezhepçi dini çatışmalar, artı İran, Hizbullah ve Rusya’nın Şam’a verdiği desteğin azalmasının, HTŞ için bir boşluk oluşturduğuna yapılıyor – ancak bu da HTŞ ve müttefiklerinin aşırı İslamcı değerlerinin ve laik demokratik güçlere yönelik baskının, önümüzdeki dönemde Kuzey Suriye’deki ilerici Kürtlerin Rojava hareketi açısından da çok zor günler yaratacağına dair köklü endişelerle birlikte ifade ediliyor; ve

3) bazı şüpheli unsurlara ve restore edilmiş mezhepçi aşırılık tehditlerine rağmen, bizi demokratik ve ataerkillik karşıtı potansiyeller içeren, genel anlamda ilerici, tabandan yükselen bir başarı öyküsüyle baş başa bırakan, zalim Esad’ı devirmede halk iradesinin rolünü kutsayan anlatılar da var: örneğin, Moazzem Begg’in uzun süre Esad’ın totalitarizmine ve işkence odalarına maruz kalan bilincini yitirmiş Suriyelilere ilişkin anlatımları veya Karadjis’in “Suriye devrimi büyük bir patlamayla geri dönüyor” yorumunda ve Özgür Suriye’nin liberal ve feminist unsurlarında da görülebilen anlatılar.

Kuşkusuz, bu üç bakış açısının her biri belirli bir doğruluk derecesine sahip, benim kendi uzaktan yorumum ise ikinci (gerçekçi) ve üçüncü (umutlu) argümanlar arasında bir yerde yer alırken, birinci argüman çizgisinin temel gerçeklerini: yani ABD’nin emperyal kötü niyetlerini, İsrail’in bölgesel alt emperyalizmini ve Türkiye’nin güney komşusunun yurttaşlarına yönelik vahşetini de kabul ediyor.

Ancak temel nokta şu ki, çok fazla parçalı unsurlara sahip hareketler tarafından on üç yıl boyunca süren çeşitli mücadeleler yürütmek, zaten pek çok kirli anlaşmanın yapıldığı (ve yapılmakta olduğu) anlamına da geliyor; örneğin, Rojava Kürtleri bir yandan Washington’dan ara ara koruma alıyor, bir yandan da hâlâ sosyal ekoloji, feminizm ve belediye-sosyalist işbirliği alanlarında Murray Bookchin’in taban konfederalizmi tarzındaki ilerici ilerlemelerle haklı bir ün kazandığı yarı kurtarılmış bir bölgeyi idare etmeye devam ediyor.

Konuya en azından açıklık getirmek bakımından şunu söyleyebiliriz: Washington’un Suriye’de 1000 kişilik bir askeri varlığa sahip olmasının altında yatan saik, Kürtlerin aşırı İslamcıların ordularını bölgeden uzak tutuyor olmasına rağmen, Rojava’yı desteklemek değildi. Tersine Trump, Beyaz Saray’daki bir toplantı sırasında Erdoğan’a makamlı makamlı “Kendi işimize bakmak istiyoruz. Petrolü elimizde tutuyoruz. Petrol elimizde. Petrol güvende. Arkada sadece petrol için asker bıraktık” dediği 2019 sonlarında, yüzlerce ABD askerini kuzey doğu bölgesinde harekete geçirerek Rojava’ya neden ihanet ettiğini açıkça ortaya koymuştu. 

Trump, her ne kadar sonsuza dek kaynak gaspı yürütmeye kararlı olsa da son zamanlarda geride kalan 500 ABD askerinin ‘ortada kalmasından’ duyduğu kaygıyı da dile getirdi, Robert F. Kennedy Jr’a bu askerleri bölgeden çıkarmak istediğini beyan etti. Bu arada bu hafta sadece kuzeydoğuda geride kalmış olan dört ABD askeri üssü değil, Rus ordusunun Akdeniz’deki Tartus deniz limanı ve batı Suriye’deki Hmeimim hava üssü de tam anlamıyla çalışır durumda görünüyor.

İlk belirtilere göre Kürt kurtuluş hareketi, şu anda şiddetten kaçan 100.000 mülteciye rağmen Rojava’yı savunacak. Kürtler -pazar günü Şam’ın düşmesinin hemen ardından Münbiç şehrini şiddetle ele geçiren Suriye Ulusal Ordusu’na karşı savaşıyor ve aynı zamanda Erdoğan’ın devam eden fırsatçı saldırılarını da püskürtüyor. Erdoğan, Kuzey ve Doğu Suriye Rojava Özerk Yönetimi’nden bağımsız bir Kürt devletinin çıkması halinde çok öfkelenecek, çünkü bu durum Batı Asya’daki, özellikle de Türkiye’deki ilerici Kürt aktivistleri güçlendirecek.

Rojava tarafından Esad’ın düşüşünü kutlayan bir açıklama yapıldı. Yine de bu kargaşanın, Suriye merkezi devlet gücünün tam anlamıyla çökmesiyle -ve sonuçta çok daha kötü bir Balkanlaşma ve aşırı İslam devleti kurulmasıyla-sonuçlanabileceğinden hiç kimsenin kuşkusu yok. Kürtler ve henüz sürgünden dönmeye cesaret edemeyen yüzbinlerce insan da dahil Suriye’deki kitleler için dayanışma ihtiyacı yeniden şiddetli bir ihtiyaç haline gelebilir.

Sam Husseini’nin dediği gibi dengeli bakmak gerekiyor, “ABD ve diğer dış güçlerin Suriye’nin başını kesmesi mümkün. Bu ülkeyi teknik anlamda bir bütün halinde tutarak boyun eğdirmeleri de mümkün. Veya bu ülkede gerçek özgürlük ve haysiyetin kendini göstermesi ve yeni bir Suriye’nin iyilik için anlamlı bir güç olarak ortaya çıkması da mümkün.” 

Hamas’ın yaklaşımı ise “Kardeş Suriye halkını özgürlük ve adalet özlemlerini gerçekleştirmedeki başarılarından dolayı tebrik etmek” oldu. “Suriye halkının tüm unsurlarını birleşmeye, ulusal birliği güçlendirmeye ve geçmişin acılarının üstesinden gelmeye çağırıyoruz… Hamas, Siyonist işgalin Suriye topraklarına yönelik tekrarlanan vahşi saldırılarını kuvvetle kınıyor ve kardeş Suriye’yi, topraklarını ve halkını hedef alan her türlü Siyonist hırsı veya planı kesinlikle reddediyor.”

Cesur Filistinlilerin dünyaya sunduğu netlik, jeopolitik, ekonomi politik ve tabandan yükselen dayanışma arasındaki karşılıklı ilişkileri hatırlatıyor; bu, özellikle de Güney Afrika ve Kolombiya hükümetlerinin bile soykırımın sona erdirilmesine yardımcı olmak konusundaki makul beklentileri karşılayamadığı bir dönemde kritik öneme sahip.


*Güney Afrika, Johannesburg Üniversitesi sosyoloji profesörü, politik ekonomi, toplumsal hareketler, ekoloji ve jeopolitika konularında kitapların yazarı, Socialist Register, Historical Materialism gibi dergilerin yayın kurulu üyesi; pbond@mail.ngo.za

Orijinali https://www.counterpunch.org/2024/12/11/from-south-africa-to-syria-rising-perils-for-palestine-solidarity/, 11 Aralık’ta Counterpunch sitesinde yayımlanan bu yazı Fikir Gazetesi için kısaltılarak çevrilmiştir.