Son günlerde gösterimdeki bir televizyon dizisi dolayısıyla gündeme gelen Halikarnas Balıkçısı ya da asıl adıyla Cevat Şakir Kabaağaçlı, sadece yaşamöyküsüyle değil, yapıtlarıyla da değerlendirilmesi gereken önemli bir yazarımız.
Ülkemizde “deniz edebiyatı” konusunda akla gelen ilk isim, kuşkusuz, Halikarnas Balıkçısı’dır. Halikarnas Balıkçısı’nın öykülerini, romanlarını okuyup da içinde deniz sevgisi ve deniz aşkı kabarmayan, ruhu özgürleşmeyen, “ötelerin çocuğu” olmayan kimse yoktur bana kalırsa. Yazar, öyle bir anlatır ki denizi, Ege kıyılarını, Arşipel’i, kayalıkları, adaları, dalgaları, mağaraları, balıkçıları, süngercileri ve yörenin yiğit ve gözü pek insanlarını, kendinizi adeta büyülü bir dünyada bulur; etkileyici diliyle yazdığı deniz betimlemeleri içinde soluk almaya, denizi yaşamaya, onu derinlerden hissetmeye ve Balıkçı’nın kahramanları gibi denizle ve doğayla bütünleşmeye başlarsınız.
11 Ekim 2019 tarihinde, İzmir’de gerçekleştirilen Halikarnas Balıkçısı’nı anma etkinliğinde belirttiğim gibi, “O kocaman yüreğiyle balıkçıların, süngercilerin, deniz emekçilerinin cesur ve yoksul yaşamlarını kucakladı Balıkçı. Haksızlığı, emek sömürüsünü dillendirirken, yazınsal estetiğe, dil inceliğine de büyük bir önem verdi. Şiirsel güzelliklerle dolu diliyle dokudu metinlerinin tümünü. Onun için deniz, özgürlüğün simgesiydi; ötelere gitmek, karaya bağlı kalmadan yaşamak, her dalgada biraz daha özgürleşmekti bütün yaşamı ve anlatıları.”
Bu yazıda, Halikarnas Balıkçısı’nın beş ayrı öykü kitabından seçilen ve Şadan Gökovalı tarafından hazırlanan Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek *adlı öykü seçkisi içinde yer alan “Gülen Ada” ve “Denizkızı” öykülerindeki gerçeküstü unsurları, bu öykülerin Balıkçı’nın hayat felsefesini yansıtan tematik yönlerini, kişilerin özelliklerini, bu öykülerdeki ikili karşıtlıkları ve içerdiği anlamları, bir de metinlerdeki simgeleri açımlamaya çalışacağım.
Halikarnas Balıkçısı’nı anma konuşmasında ayrıca şunları ifade etmiştim: “Balıkçı’ya göre insanlar, kara insanları ve deniz insanları olarak ikiye ayrılır. Kara insanı hesapçıdır, maddeye düşkündür, mala mülke büyük önem verir, maddiyatı ve mülkiyeti hayatının merkezine koyar; o nedenle sevgi nedir bilmez. Deniz insanları ise cesur, gözü pek, erdemli, sağlam karakterli, dürüst kişilerdir; onlar her an tehlike altında olmanın getirdiği bir bilinçle, hayatın gelip geçiciliğinin farkındalığına ulaşmış, bilge kişilerdir. Derin bir sezgi, anlayış ve kavrayış gücüne sahiptirler; maddiyata değil, erdeme, iyiliğe, sevgiye önem verirler.”
Halikarnas Balıkçısı’nın metinlerine bu iki temel karşıtlık egemendir diyebiliriz. O, denizi ve deniz insanlarını ne kadar büyük bir sevgiyle anlatıyorsa, karayı ve karada yaşayan insanları da o denli fırsatçı, kurnaz, açıkgöz ve maddiyatçı kişiler olarak dile getirir çoğu kez. Kara ile deniz, madde ile mana, çıkarcılık ile hesapsız sevgi, korkaklık ile gözüpeklik, yazarın metinlerinin ana eksenini oluşturan ikili karşıtlıklar arasında yer alır. Bu noktadan hareketle Balıkçı’nın hayat felsefesine ulaşmak mümkündür.
O, maddiyat, çıkarcılık, fırsatçılık, haksızlık, kurnazlık, korkaklık yerine iyiliği, sevgiyi, aşkı, adaleti, cesareti, erdemi inşa etmeye çalışan bir yazardır. Onun görüşleri, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol ve Azra Erhat ile birlikte savunduğu Hümanizma felsefesini yansıtır aynı zamanda. İnsanın özündeki iyiliği arayıp bulmaya çalışan, bu arayışta Ege’nin günceli kadar mitoloji ve tarihini de dikkate alan bir yaklaşım içindedir daima.
Gülen Ada’nın aşkı
Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek’in içinde, önce “Gülen Ada” öyküsünü (s.79) odağa alırsak, bu öykünün öncelikle Balıkçı tarafından yazılmış ‘çağdaş bir masal’ olduğunu söyleyebiliriz. Büyülü gerçekçi /masalsı unsurlarla bezeli öyküde, sevdiği insanı gülerek karşılayan bir adanın varlığından söz eder Balıkçı. Bu adayı ve çevresinde gelişen olayları, öylesine inandırıcı bir dille anlatır ki, zihnimizi bütün akışıyla metnin içindeki o büyülü dünyaya bırakıveririz.
“Gülen Ada” öyküsü şöyle başlar: “Kimi insan para pul budalası olur, kimisi keşif ve icat meraklısı, bazısı da müzik âşığı…Deli Davut ise, adalar kara sevdalısıydı. Denizin bu deli divanesinin gözünde hep adalar tüter, adalar titrerdi. Tanyeri ağarırken, ‘Adalarla birlikte uyanacağım’ diye, çok geceler göz yummazdı.” (s.79) Tam bir ada ve deniz tutkunudur Deli Davut. O, doğayla, adalarla aynı anda soluk alan, denizin dalgalarını yüreğinde duyumsayan gerçek bir âşıktır. Bir mecnun gibi denize vurulmuştur. Gözü pek, çalışkan, dürüst ve namuslu bir adamdır.
Deli Davut’un, Arşipel’in sayısız adaları arasında en çok sevdiği ada ise Gülen Ada’dır. Yolu uğrağı olmayan, ıssız bir yerdedir Gülen Ada. Balıkçı öyle bir anlatır ki sanki bu aşk karşılıklı bir sevdadır. Gülen Ada, kendisine doğru gelen Deli Davut’u sanki âşık bir kadının davranışlarıyla karşılar: “Deli Davut Gülen Ada’ya doğru fırlarken, ada sanki onu karşılamak için kalçalarına kadar denizden kalkardı. Deniz, adayı fırdolayı sarar, köpük ve çırpıntılarıyla onun belini, gerdanını ve koltuk altlarını gıdıklardı. Salınan ağaçları, savrulan dalları ve yaprakları ile şakrak ada, delişmen saçlarını çalkalayarak katıla katıla gülerdi.” (s.80) Burada, masallardaki kişileştirme sanatına başvuruyor Balıkçı. Gülen Ada’yı neşeli, çılgın, cilveli bir kadınmış gibi canlandırıyor.
Halikarnas Balıkçısı, Deli Davut ile Gülen Ada’nın aşkını; insanın doğa ile, bir doğa varlığı ile bütünleşme yaşantısını, coşkulu, şiirli, büyülü bir dille anlatır: “Adanın ta açıklarında çınlayan gülüşü ile, Deli Davut’un denizden gelen gülüşü, birbirine gönül verenlerin karşılıklı uzatılan kolları gibi kavuşarak çekerler, âdeta dudak dudağa gelirlerdi. Zaten her şey; deniz, dalga, köpük, kaya, ağaç, dal, gök… ne varsa, pembe bir camdan geçen bir bakış gibi, o gülüşten geçerek hep şenlenir, gülerdi.” (s.80)
Deli Davut’un, Gülen Ada ve çevresindeki bütün doğa varlıkları ile bütünleşmesi, onlarla “bir” olması, mistik bir yaşantıya benzer. Nesneler can kazanmıştır; hepsinin bir ruhu vardır, Davut’un ruhu, doğanın ruhu ile “bir” olmuş, böylece kısa bir an için bile olsa evrensel/ bütünsel hakikate ulaşmıştır Deli Davut. Onun “deliliği”, aslında doğa aşkı ve sezgileri yoluyla sıra dışı bir ruhsal yaşantıya sahip olmasından kaynaklanır; denizde coşkulu, neşelidir Davut. Maddiyata, menfaate tapan insanlardan değildir; mana âlemindeki güzelliği gören iç gözlere sahip, farklı bir adamdır.
Halikarnas Balıkçısı, bu masalsı öyküsüne, gerçekçilik ve nedensellik eklemeyi de ihmal etmez. Gülen Ada’nın ‘gülmesini’ şöyle izah eder: Gülen Ada’nın kıyıları ve bağrı denizaltı mağaraları ve dehlizleriyle oyuk oyuktur. Adanın deniz altındaki koridor ve tünellerinden giren dalgaların sesidir bu: “Adanın deniz altındaki koridor ve tünellerinden giren dalgaların suları, kuytu bir yerde sevişiyormuş gibi koyun koyuna, fırıl fırıl girdaplanırlar, birbirlerine bir şeyler fısıldayıp anlatırlar, sonra birdenbire çıldırasıya sevindiren bir müjdeyi duymuşlarmış gibi havaya, bir pırlanta sütununa benzeyen bir gülüş çağlayanı fırlatırlardı. Sular iç içe gökkuşakları yaparken, ürkek çığlıklar duyulurdu. Sular yine adaya dökülürdü. Paniğe tutulan sular, kendilerini uçurumdan atarlardı.” (s.80) Görüldüğü gibi Halikarnas Balıkçısı, Gülen Ada’nın gülüş sesi çıkarmasının asıl nedenini ayrıntılarıyla açıklarken, yine büyülü bir dille yazmaya, doğaya kişilik kazandırmaya özen gösterir. Bu tarz anlatımı, öykünün masalsılık, şiirsellik yönünü güçlendirir.
Gülen Ada ile Deli Davut’un aşkı sürerken, bir gün İzmir’in büyük Kaliferni Şirketi’nin ünlü eksperi Murat Kocadağ, Deli Davut’a gelir, “Bana bak! Gülen Adayı biliyor musun? Bu ada nerededir?” diye sorar. Murat Kocadağ, Gülen Ada’yı görmeye merak sarmıştır; belki de bunun altından Gülen Ada’dan bir rant devşirme fikri ortaya çıkacaktır. Eksper, bir motor kiralar. Deli Davut da kendi kayığıyla ona kılavuzluk edecektir. Kocadağ’ı anlatırken Halikarnas Balıkçısı, onun tam bir “kara adamı” olduğunu; para, pul ve maddi menfaat peşinde koştuğunu dile getirir: “Kocadağ’ın tavrında ve sesinde, sahip olduğu otomobillerin, mal ve paraların büyük toplamı sırıtıyordu. İnsan onunla görüşürken, bir insanla değil ama otomobillerle, mal ve toprakla ve para kasasıyla konuşmakta olduğunu sanırdı.” (s.81)
Ada’nın asıl tuhaflığı ise adamın Ada’yı değil, Ada’nın adamı seçmesi olduğunu vurgular yazar. Uzaktan, Ada’ya yanaşmakta olan Murat Kocadağ’ın motorunu görünce Ada’ya bir haller olmaya başlar. Yavaş yavaş büyümeye koyulur. Saati saatine uymayan bir ada olduğu için oraya usul usul, ayakucuna basılarak gidilmesi gerekirken, Kocadağ ona saygısızca davranır: “…Kocadağ, otomobilinin parasını sayınca otomobile binmek ve yumuşak koltuğun üstüne yan gelmek hakkını kazanmışçasına, adanın önüne gelip kendisini eğlendirmek için soytarılık yapmasını bekliyor; gönül değil, şaka değil para veriyordu.” (s.81)
Ada, Kocadağ’ı görünce, ‘tepesine doladığı koskocaman kara bulutu, başına davul kadar kavuk edinir ve deniz ortasında asık suratlı bir gulyabani kesilir’. Ada, Kocadağ’ın sevgi ve mana adamı olmadığını sezmiş; ona göre tavrını almıştır: “Motor, adayı kıyılarken, adanın ağzı kalabalık mağaraları köpür köpür köpürerek Kocadağ’ın suratına deniz tükürdü. Kayalar diş göstererek hırlıyorlardı. Kunduralarının tabanlarıyla şap şap diye tapu senedi damgalarcasına adım atan eksper, adanın artık adamakıllı damarına basmıştı. Kaya sırtını silkince, Kocadağ düştü. Patavatsız taşlar kuştüyü kesileceklerine, kaskatı dondular. Bazı kayaların tepesi attı. Her delikten havaya sular fışkırdı. Kocadağ sırılsıklam oldu. Sudan kaçmak için çalılara daldı. Adanın tüyleri diken diken oldu. Sandal çalıları Kocadağ’a çelme attı. Kocadağ, durmamacasına sırtüstü, yüzüstü geliyordu. (…) Adanın siniri tutmuştu. Ada, yapyalın sertliğiyle, sipsivri sokuculuğuyla, kapkanca tırmalayıcılığıyla Kocadağ’ı tekmeledi, tokatladı, tokatladı, tartakladı ve daldı.” (s.82)
Ada, Kocadağ’a haddini bildirmiştir. Bunun üzerine Kocadağ, Ada’yı ziyaretten vazgeçer, motora binip adamlarıyla birlikte çeker gider. Davut, kayığıyla Ada’da kalmıştır. Birden şaşar kalır Davut. Aniden rüzgâr diner, Ada sakinleşir ve geceye kayar. Halikarnas Balıkçısı o şiirsel üslubuyla şöyle anlatır gecenin içinde Ada’nın güzelliğini ve sükunetini: “Ay çıktı. Adanın üzerindeki bir buluttan ince bir nur iniyordu. Serinlik ve fısıltıdan ibaret bir duvaktı. Adaya sessizlik serpiyordu. Titreyen yağmurun her damlası, ay ışığında ince bir gümüş tel oluyordu. Ay ışığı, buğuda bir ebemkuşağı sallandırdı. Sanki ada, milyarlarca gümüş tellerle gökkuşağına asılı salınıyordu. Ada, gelin kuşağının kavisiyle sanki Davut’un üzerine eğilmiş, gülümsüyordu.” (s.82)
Ada’nın bu sakin güzelliği Davut’un sevdasını güçlendirir. Öykünün son cümleleri şöyledir: “Gündüz, gülüş gülüşe gelmişlerdi. Ay ışığında ise aynı gülümseme onları birbirine sarıyordu. Dünya kendi yolunda, onlar da düşlerinde, döne döne gidiyorlardı.” (s.83)
“Gülen Ada”, Halikarnas Balıkçısı’nın hayat görüşünü, dünyaya bakışını, Arşipel’de bir ada ve o adayı çok seven balıkçı Deli Davut’un yaşadıkları üzerinden dile getiren özgün bir kurmaca, sıra dışı bir masal, büyülü gerçekçiliğe göz kırpan bir öyküdür. Bu öyküde Deli Davut, erdemli, cesur, gönlü zengin, doğa tutkunu insanları temsil eder. Gülen Ada ise kendisine dost olarak iyi ve erdemli insanları seçmesiyle doğanın da insana bir yanıtının olduğunu gösterir. Doğaya karşıt tutum sergileyen, ona zarar veren insanlara tepkisini gösterirken acımasızdır Ada.
Gülen Ada, öyküde doğayı temsil eder. Ayrıca adaletsizliğe, güce tapmaya, haksızlığa karşı çıkan simgesel bir doğa varlığıdır. Kötülük, doğadan değil insanlardan kaynaklanır. Halikarnas Balıkçısı, bu öyküde doğayı ne denli çok seversek ve onunla ne denli bütünleşirsek ondan o denli güçlü ve olumlu karşılıklar alacağımızı sezdirir.
Öykünün içinde Kocadağ ile temsil edilen maddiyatçılık ve çıkarcılık, doğanın yani Gülen Ada’nın tepkisi karşısında yenilgiye uğrar. Kazananlar; Gülen Ada’yla temsil edilen doğanın kendisi ve Deli Davut gibi doğayla uyumlu yaşayan, çıkar gözetmeyen erdemli insandır.
Denizkızı’nın özgürlük tutkusu
Odağa aldığım diğer öykü “Denizkızı” adını taşıyor. Bu öyküsünde Halikarnas Balıkçısı, benzer temaları işlemiş; aşkın para ve mevki ile satın alınamayacağını bir deniz kızı imgesi üzerinden ifade etmiştir. Para, mal, mülk yerine aşkı ön plana almıştır.
Bu öykü ile “Gülen Ada” öyküsü arasında anlatım tekniği açısından fark vardır; “Gülen Ada” 3. tekil kişi anlatımıyla, yazarın kendine özgü tarzıyla yazılmıştır. “Deniz Kızı” ise 1. tekil kişi anlatımıyla (benöyküsel) yazılmıştır. Yazarın “Deniz Kızı”nda bu tarz anlatımı seçmesi, muhtemelen, öyküde anlatılanların inandırıcılığını pekiştirmek içindir.
“Denizkızı” öyküsü şaşırtıcı bir girişle başlar: “Başıma büyük bir felaket geldi. Karım bir denizkızıydı. Bir gün başını alıp kaçtı. Bu olay üzerine ben deli olmuştum. Ben deli olmadığımı biliyorum ama doktor o yolda bir rapor verdi. Beni tımarhaneye tıktılar.” (s.126) Böylece, bir denizkızıyla evli olduğunu iddia eden ve terk edildiği için aklını kaybeden orta yaşlı adamın dramını, onun bakış açısı ve anlatımından okumaya başlıyoruz. Belirttiğimiz gibi, metnin “benöyküsel” anlatımı, anlatılan olay ve durumlara inandırıcılık kazandırıyor. Öykü kişisi/anlatıcının kendine özgü düşsel dünyasına dahil oluyoruz bir anda.
İlk bakışta öykü, karşılık görmeyen bir aşkın acıları üzerine kurulmuş gibi görünse de arka planda yine Halikarnas Balıkçısı’nın işlemekten vazgeçmediği kara insanı/ deniz insanı, madde/ mana, para/sevgi gibi ikili karşıtlıkların metnin dokusuna ustalıkla sindirildiği görülür. Bu öyküde, Anlatıcı, maddi yönden güçlü, zengin bir adamdır. Bir gün deniz kıyısında dolaşırken denizkızını görür ve ona bir anda vurulur. Anlatıcı, gördüklerini ve hissettiklerini şöyle dile getirir: “Karıma ben ilk önce deniz kıyısında rasgeldim. Issız bir koydu. Denizden çıkmış bir fok balığı gibi, bir kayanın üstüne oturmuş, balık kuyruğunu altına kıvırmış, uzun kara saçlarını tarıyordu. Garipsi bir türkü mırıldanıyordu. İçin için çektiği bir özlemi anmakta olduğu besbelliydi. Gözüm ona değer değmez, güzelliğine vuruldum. Sesi, bana nerede olduğumu unutturdu. Birdenbire sanki uzak bir geçmişin suları, içimden bir sel gibi akmaya koyuldu. Bu akıntı üzerinde bir çöp gibi gidiyordum. Denizin dalgaları kıyıyı dövüyorlardı. Gök maviydi, pek parlak bir gündü. Kendimi cennette sandım.” (s.126)
Anlatıcı böyle konuşuyor, ama doktor raporu tüm ussallığı ile şöyle ifade eder durumu: “Bay Muhsin,1920 yılı Temmuzunun on dördüncü günü, Bayan Leyla’ya sabahın onunda, Marmaris’te, Akçabük’te banyo ederken rastladı.” (s.126) Dümdüz, sıradan, nesnel bir ifadeyle yazılmıştır rapor. Halbuki öykünün kahramanlarından biri olan Anlatıcı, gördüğü, yaşadığı ve hissettiklerini bambaşka bir üslupla ve bakış açısıyla dile getirmektedir.
Şöyle devam eder Anlatıcı: “İşte, gerçek tamamen yazdıkları gibiydi. Ama Allah için söyleyin, gerçek böyle miydi?” (s.126) Anlatıcıya göre gerçek, bu denli düz, sıradan bir şey olamazdı, aşk her şeyi bambaşka gösteriyor, olayları kendi gerçekliğine göre değiştirebiliyor, içine hayal katabiliyordu. İnsanların çoğu bunu göremiyordu. Bir denizkızına âşık olduğuna inanan Anlatıcı, genç kızı babasından istemeye karar verir.
Kızın babasının kumar borcu vardır; o nedenle biraz naz yapar gibi görünür, ama kızını vermeye razı olur. Varlıklı bir adam olmanın rahatlığını ve kişiye verdiği gücü kullanır Anlatıcı. Ancak, kıza hiç danışılmamıştır; bu evliliği isteyip istemediği hakkında fikri alınmamıştır. Üstelik reşit olmamış bir kızdır; babasının kararının dışına çıkamayacaktır. Para ve paradan gelen gücüyle genç kızı elde edeceğini sanan Anlatıcı, büyük bir yanılgı içindedir. Evlenirler ama “denizkızı” mutlu değildir. Özgür ruhludur o, kendisine dayatılan esaret yaşamına, ev içi tutsaklığa alışamaz. Gözleriyle konuşarak içindeki mutsuzluğu dillendirir.
Anlatıcı, “denizkızını” babasıyla birlikte avladığı kanısındadır: “Fakat ne görüyoruz? Denizin yüksekte harelenen yüzünden ağlar iniyor. Altın ağlar. Bu ağların bir ucundan ben, bir ucundan babası tutuyor. Ağlar kızı sarıyor. Gece ay ışığında ağları yukarı çekiyoruz. Ağ yüze gelirken, ağın ortasında deniz bir çırpınışla ışıldıyor. Sanki orada gümüşler kaynıyor…Denizkızı artık tutulmuştu. Hoplaya zıplaya çabalıyor, gövdesi burkulup büklüm büklüm oluyor. Kurtulmaya uğraşıyor, fakat saçları, parmakları ağın gözlerine takılıyor. Çabaladıkça ağlara sarılıyor. Onu kıyıya doğru kumsalın üzerine çekiyoruz. Titriyor.” (s.127) Bir balık gibi avlanmıştır denizkızı. Altın ve gümüşlere önem vermese de yakalanmıştır.
Böylece eve kapatılır denizkızı. Bu hayat çok zor gelir ona. Evdeki salonda kavanoz içinde balıklar vardır; denizkızı da o balıklar gibi tutsaktır. Anlatıcı, sözlerine şöyle devam eder: “Bizi niye hapsettiniz? Verin bize enginimizi, hür yüzelim, diyorlardı. Denizkızının bakışı da öyleydi. Öyle de değildi, çünkü onun bakışında acı bir kararsızlık hareleniyordu. (…) Duvakları arasından süzülen bakışında, ziyafetin anlamı kalmıyor, gümüş takımlar, billurların parıltıları çerçöp oluyordu.” (s.129) Özgür denizlerde kulaç atmak varken eve kapatılmış, ama para pula da kanmamıştır denizkızı.
Anlatıcı, her şeye karşın oldukça duyarlı bir insandır. Yaşadığı hayatı, maddi gücünü ve denizkızının mutsuzluğunu sorgular: “Ben, binbir zahmetle hayatta servetimi, mevkimi, insanların saygısını, kamuoyunun gözünde onur ve itibarımı kazanmıştım. Fakat, hayatın gerçekleri, saydığım bu şeylerle benim arama denizkızının bu bakışı giriverince, düş kırıklığına uğruyordum. Servet, mevki, itibar sandığım şeyler kül olup savruluyordu. İçime acı bir boşluk, anlamsızlık çöküyordu.” (s.129)
Bir gün denizkızıyla birlikte deniz kıyısına giderler. Anlatıcının söylediğine göre denizkızı orada bir deniz erkeğine rast gelir. Bakışları birbirine değen iki deniz varlığı, bir anda birbirlerine âşık olurlar. “Karısının bakışının tatlı bir türkü gibi uzadığını, genç adamın o türkü içinde yüzdüğünü” görür Anlatıcı. Karısının gözlerinde kara çiçekler olduğunu, tel tel aralanıp karanlıkları çevresine yaydığını, özünün derinliklerini adamın bakışına verdiğini dile getirir ve şöyle devam eder: “Ben o çiçekleri parayla koparmaya kalkışmıştım. Param ve kendim, gözümde karardık.” (s.130) Böylece, karısının onu terk edip, ait olduğu özgür denizlere ve sevdiği deniz adamına gitmesini hüzünle dillendirir Anlatıcı. Denizkızı, dalgalar arasında yüzerken büyük pırlantalı yüzüğünü denize fırlatıp atar ve kendisini tutsak eden her şeyi geride bırakır.
Bu öyküde de denizin ve denize ait bütün kişilerin sevgi, aşk, coşku, özgürlük gibi duyguları temsil ettiğini; karanın ve karaya ait olan kişilerin parayı, maddi çıkarları, kurnazlığı temsil ettiğini görürüz. Halikarnas Balıkçısı, hem “Gülen Ada” öyküsünde hem de “Denizkızı” öyküsünde, aynı temaları farklı biçim ve içeriklerde işleyerek, fantastik unsurlarla derinleştirerek yazınsal ustalığını bir kez daha kanıtlamıştır.
Duygu dolu yüreği, daima aşktan, özgürlükten, denizden, deniz insanlarından yanadır Halikarnas Balıkçısı’nın. Onun eserlerini okumak, masmavi denizlerde, coşkulu ve şiirli bir özgürlük yolculuğuna çıkmak demektir. Bu yazıyı İlhami Bekir Tez’in, Halikarnas Balıkçısı’na dair sözleriyle bitiriyorum: “Onda öyle bir yürek vardı ki; kuşları, çiçekleri ve insanlarıyla yaratılışın sonsuz sevgisi, yakan kül eden merhameti bu yüreğe dolmuştu da yine az gelmişti. Bu, ‘İnsan ve insanlık’ uğruna yanmak, tutuşmak, yok olmak isteyen bir yürekti.”
*Halikarnas Balıkçısı, Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek, Haz. Şadan Gökovalı, Bilgi Yayınevi, 12. Basım, Temmuz 2019.