Tehlikeli Oyunlar

Çocuklar çok severler oyun oynamayı. Oyunlar çocukların hayatındaki diğer her şeyden daha önemli ve öncelikli galiba, beslenmelerinden bile daha önemli desem belki abartmış olurum ama işin bir uzmanı şimdi karşımda olsa bana hak verebilir büyük bir olasılıkla! 

Çocuklar oyunlar uydurmayı iyi bilirler. Sanki bu onlar için öğrendikleri değil de doğuştan sahip oldukları özelliklerinden biri gibi geliyor bana. Çocuklar oyunlar uydurdukları gibi uydurdukları oyunların kurallarını da belirlerler. Şayet siz o kurallara uymayıp çocuğun kurduğu oyunu kafanıza göre, kendi canınızın istediği gibi oynamaya kalkarsanız kıyamet kopar, çocuk sinirlenir ve artık oyun, oyun olmaktan çıkar ve bir kavgaya dönüşür. Sonuçta kimse eğlenememiş olur! Sonuçta eğlenmek için çıkılan bu yolun sonu hazindir ve ziyandır.

Yazdıklarım bana bizi hatırlatıyor nedense! Bizler, biz yetişkin insanlar da böyle değil miyiz? Yalnızca bizim uydurduğumuza, oyun değil de hayat deniyor. Hayatımız, hayatlarımız! Uyduruk hayatlar yaşadığımıza inancım neredeyse tam da keşke uydurduğumuz hayatlar biraz eğlenceli olabilse. 

Biz de çocuklarımızın uydurdukları oyunlarına koydukları kurallar gibi, uydurduğumuz hayatlarımıza kurallar koyuyoruz. Hem kendi hayatlarımıza hem çocuklarımızın hayatlarına. Kuralı bozan biz olunca bunu görmezden gelmeye teşneyiz, kendimizi affetmeye en baştan razıyız sanki ama kuralı bozan çocuğumuz olunca biz de kıyameti koparıyoruz. Ama o zaman kavgaya dönen oyun olmuyor, hayatlarımız oluyor.

O zaman hayat dediğimiz şey bir kavgadan ibaret oluyor…

Sanırım kimse suçlu değil. Ne çocuklarımız ne de biz! Sanırım hayat boktan bir oyun. 

Ve bu oyunun çoğu zaman kavgayla bitmesinin iki nedeni var; biri hayal gücümüzün zayıflaması diğeri kendimizi herkesten, her şeyden ve çocuklarımızdan da üstün görme aymazlığımız!

Sadece bizim koyduğumuz kurallara uyulsun istiyoruz, sadece kendi uydurduğumuz oyunların oynanmasını istiyoruz. 

Aklıma Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar kitabı geldi birden. Zihin nasıl da dalgalı bir deniz. Kendimizi hangi kıyıda bulacağımızı kestirmemiz, hangi kıyıya vuracağımızı bilmemiz mümkün değil! 

Neyse, nasıl diyordu Oğuzcuğum;

“Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. Küçük oyunlar istemiyorum albayım.”

Oğuz Atay güzel yazmış ama bence bir şeyi ıskalamış; oyunun büyüğü küçüğü olmuyor ve zaten, en azından benim bildiğim bütün oyunlar tehlikeli çünkü sonlarının nasıl biteceği belli değil!

Nasıl bağlanır bu yazı, nasıl bir sonu hak ediyor? O zaman şöyle afili bir son cümle koyalım ve o da yine Tehlikeli Oyunlar’dan gelsin!

“Fakat, Allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. Bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. Tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor.”

Yok kendimi alamadım, biraz daha yazmak istiyorum. Sonuçta bu da benim oyun alanım, bütün kuralları ben koydum. Bütün kuralları istediğim gibi yıkar geçerim!

Artık oyunlar oyuncaklarımızdan ibaret! Hem bizim için hem çocuklarımız için çünkü çok fazla oyuncağımız var! Telefonlar, tabletler, platformlar, transformerslar, barbiler ve diğerleri! O kadar çoklar ki canımızın sıkılmasına olanağımız yok. Oysa sıkılmadan olur mu bir insan, insan? Sıkılmayan çocuk olur mu? Sıkılmaya imkanımızın olmaması çok büyük bir trajedi değil mi? 

Nasıl uyduracağız oyunlar sıkılmadan, nasıl yapacağız resimler, nasıl gelecek aklımıza anlatılmaya değer bir hikâye? Sıkılmadan nasıl atacağız kendimizi sokaklara, parklara, ağaçlara? Nasıl çalacağız komşu zilini? Komşu apartmanın bütün zillerini çalıp nasıl kaçacağız? 

Alsancak, Talatpaşa bulvarının bir apartmanının altıncı katında geçti çocukluğumun birkaç yılı. Abim benden beş yaş büyük. Poşetlere su doldurup atardık balkondan, birkaç yumurta atmışlığımız da var. Kimsenin kafasını yarmadık neyse ki! Bir de balkonumuza güvercinler yuva yapmıştı hiç unutmam. Anne güvercin nedense bırakıp gitti yavrularını. O iki yavruyu besleyip biz büyüttük abimle ve biz öğrettik uçmayı onlara. Küçüktük, çocuktuk belki ama yavruları ne zaman salmamız gerektiğini biliyorduk. 

Uçtular. Uçup gittiler…