18 Mart ve 19 Mart’ta seçme ve seçilme hakkına yönelik idare ve yargı operasyonları ciddi bir toplumsal dirençle karşılandı. Öğrencilerin açtığı yoldan yürüyen yüzbinlerce insan haklarını ve demokrasiyi savunmak için sokakları doldurdu. Geçtiğimiz cumartesi de ülke tarihinin en geniş katılımlı mitinglerinden birisi Maltepe’de gerçekleştirildi.
Toplam medya alanının yüzde 95’ini oluşturan, iktidar tarafından yönetilen medya (CNN Türk, A Haber, TGRT vb) ile iktidar tarafından kontrol edilen medya (NTV, Habertürk vb) grupları bu eylemleri, beklenebileceği gibi, görmezden geldi. Ülkenin en büyük şehrinde bir hafta boyunca yüzbinlerce kişinin sokağa çıkması ya da milyonu aşkın insanın bir mitingde bir araya gelmesi öncelikli haber değeri taşıyan olaylarken, saray medyası bunları haberleştirmek yerine yemek tarifleri vermekle, güncelliği olmayan konulara yönelik programlar yayımlamakla yetindi. Akşamları ise, iktidar propagandası yapmakla görevlendirilmiş bir avuç insanın, herhangi bir delile, güvenilir bir kaynağa, kısacası gerçeğe dayanmayan ithamlarıyla İmamoğlu’nu, CHP’yi ve sokağa çıkan insanları karaladıkları “tartışma programları” bu ekranları doldurdu.
Sansüre karşı boykot
Bunun yanında, 19 Mart’tan itibaren ülkede gerçekte ne olup bittiğini aktarmaya çalışan birkaç televizyon kanalı, iktidarın sansür kurumu RTÜK tarafından önce tehdit edildi, ardından fahiş cezalarla susturulmaya çalışıldı. Sansür kurulu başkanı, bu süreçte halka gerçek haberleri aktarmayan, bunun yerine iktidar propagandası yapan kanalları “sorumlu yayıncılık anlayışları” dolayısıyla tebrik ederken, gazeteciliğin gereklerini yerine getirenleri ise hedef gösterme yoluna gitti. Eylemleri takip eden bir grup gazetecinin, kasti üretilen sahte delillerle, tutuklanması da iktidarın gazeteciliğe yönelik politikasını açık eden bir başka olay tarihe not edildi.
Bütün bunlara karşılık olarak, sokakların teşvikiyle daha radikal bir siyasi çizgiye geçmek durumunda kalan Özgür Özel, bu medya gruplarının diğer alanlardaki yatırımlarına yönelik bir boykot çağrısı yaptı. Hatta bazı örneklerde Özel, televizyon kanallarına canlı yayına geçmeleri için süre tanıdı ve bu sürenin sonunda, şirket ve marka isimleri belirterek insanları bu markalardan uzak durmaya çağırdı.
Boykot çağrıları ile birlikte telaşa kapılan iktidar elitleri, bu çağrıların basın özgürlüğüne bir darbe niteliğini taşıdığını, bir haber kanalının yayın politikasına bu şekilde müdahale edilemeyeceğini tekrarlayıp durdular. CHP’liler ise, Erdoğan’ın zamanında Deniz Feneri yolsuzluk davasını haber yapan Doğan Medya gazetelerine yönelik boykot çağrısını hatırlatarak cevap verdiler. Ancak bu kampanyayı desteklemek için “siz de aynısını yaptınız” demenin bir alemi yok bana göre. Zaten iki olay karşılaştırılabilecek düzeyde de değil.
Nöbetçi medya sahipliği
Türkiye’de 1980 darbesi sonrası oluşan yeni basın ortamında, geçmişin “gazete sahibi gazeteci” modeli yerini “gazete sahibi holding” modeline bıraktı. Çeşitli sektörlerde yatırımları olan sermayedarlar, asıl para getiren bu sektörlerdeki yatırımlarını güçlendirmek için bir siyasi koz aracı olarak gazeteleri satın aldılar, sonrasında bunların yanına televizyon kanallarını eklediler. Kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarını önceleyen medya patronları, işyerlerinden sendikayı da temizledikten sonra, gazete ve televizyon kanallarının yayın politikası üzerinde sınırsız bir yetkiye sahip oldular. Bu dönem Aydın Doğan, Dinç Bilgin, Cem Uzan, Mehmet Emin Karamehmet gibi isimler en çok medya patronu sıfatlarıyla bilinir oldular ve siyasete aktif olarak bu kanallar üzerinden katıldılar (bu isimlerin çoğunlukla ayrı siyasi saflara yatırım yaptıklarını eklememiz gerek).
AKP’nin, bu isimleri medya sektörünün dışarısına süpürüp kendi medya alanını yaratmasıyla birlikte ise medya sahipliğinde ciddi bir dönüşüm meydana geldi ve nöbetçi medya sahipliği olarak adlandırabileceğimiz yeni bir model sektörde hâkim konuma geldi. Havuz medyası olarak da bilinen bu modelde, diğer sektörlerde (özellikle kamu ihalelerinde) ciddi işler yapabilmenin yolu, bir komisyonculuk şekli olarak medyaya yatırım yapmaktan geçiyordu.
Yani korkunç rakamlarla anılan bir ihaleyi kucağınızda bulduğunuzda, medya patronluğu da size eşantiyon olarak veriliyordu. Uzan’ın medya varlıklarının Ethem Sancak’a devredilmesiyle başlayan bu süreç, Doğan Medya’ya Demirören’in nöbetçi yapılmasıyla sona erdi (Demirören’in bu işi, devasa kamu bankası kredisiyle neredeyse bedavaya getirdiğini de hatırlatalım). Zaten yandaş olan medya grupları ise bu dönemde medyaya yönelik yatırımlarını artırmak durumunda kaldı. Örneğin Yeni Şafak’ın sahibi Albayrak Holding, bünyesine televizyon kanalı, aylık dergiler, dijital gazeteler, yayınevleri ekledi.
Ancak işler anlatıldığı kadar kolay yürümedi. Hem basılı gazetelerin yaşadığı tiraj krizi, hem adı geçen gazete ve televizyonların bir gecede yandaş haline gelmesiyle karşı karşıya kaldığı tiraj/reyting/itibar kaybı, hem de şirketlerinin gündelik siyasi tartışmalarla anılıyor olması nöbetçilerin işini zorlaştırdı. Bu nedenlerle, medya grupları son 15 yıllık dönemde, yandaşlar arasında birçok kez el değiştirdi, nöbetçi medya sahipliği arzu edilen değil katlanılması gereken bir göreve dönüştü.
Nöbetçi medya sahipliği modelini selefinden ayıran diğer bir yön, eskinin medya patronlarının sahibi oldukları gazete ve televizyonların yayın politikası üzerinde güçlü bir etkisi varken, nöbetçi medya sahipliğinde bu yetkinin tamamen iktidara bırakılması oldu. Yani nöbetçilik, sadece sahiplik ile sınırlı bir konuma karşılık düşüyordu. Sahipler değişse de editoryal yapının belli bir süreklilik içerisinde işlemesinin nedeni buydu. Doğrudan iktidar tarafından yönetilmeyen, ancak iktidar tarafından kontrol edilen ve sahiplik yapısı eskiye dayanan az sayıda televizyon kanalı ise, iktidar tarafından atanan komiserler eliyle, iktidar propagandasına uygun hale getirildi.
Basın özgürlüğü ve haber alma hakkı için boykot!
Bütün bu anlatılanlardan da anlaşılabileceği gibi, uzun bir süredir basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve haber alma hakkının önünde duran en büyük engel, AKP’nin kurduğu bu medya yapısıdır. Nöbetçi medya sahipliği modeli ve iktidar komiserleri eliyle şekillenen haber merkezleri, buralarda çalışanların haber değeri taşıyan konuları ve olayları haberleştirmesini, ülkenin gerçek gündemini araştırmasını, özetle gazetecilik yapmasını engellemektedir.
AKP’nin medya alanının yüzde 95’ini ele geçirip, yüksek sermayeli başka bir medya kuruluşuna alan bırakmaması, mesleğinin hakkını vermek isteyen gazeteciler için alternatif bir mecrada iş imkânının ortadan kalkması anlamına gelmektedir. AKP eliyle ana akım medya yok edilmiş, gazetecilik yapmak isteyenlere maddi olanaksızlarla dolu bir yol zorunlu kılınmıştır.
Bugün bu kanal ve gazetelerde çalışan vicdanlı insanların da kabul edebileceği gibi, bu kuruluşların faaliyetleri gazetecilik faaliyeti olarak değerlendirilemez. Henüz 19. yüzyılın sonlarında üzerine mutabık kalınan gazetecilik ilke ve kodlarının, bu kuruluşların pratikleriyle hiçbir ilişkisi yoktur. Devlet gücü ve sermaye imkânlarıyla medya alanı boğulmuştur. Burada hem gazetecilik hem de halkın haber alma hakkı bitkisel hayata sokulmuştur. Bundan dolayı bu sahiplik modelini hedef alan, bu propaganda mekanizmasında gedik açan, gazetecileri gerçekten haber yapmaya teşvik eden her eylem basın özgürlüğü ve haber alma hakkının savunulması açısından hayati önem taşımaktadır. Boykot kampanyası, basın özgürlüğünü hedef almak bir yana onu yeniden hayata döndürmek için güçlü bir itirazdır.
Döviz ve pankartlarla gençlerin sokak demokrasisinden kareler
Fikir Gazetesi Sayı 57 | Sivil darbe ve sokak demokrasisi: Biz bir haftadır ne yaşıyoruz?