Anaakım ders kitaplarının girişinde iktisat bilimi, kit kaynaklarla sınırsız ihtiyaçların optimum karşılanmasını inceleyen bilim olarak tanımlanır. Bir ünite sonra ise “azalan marjinal fayda” anlatılır. Burada kastedilen, tüketilen her bir birim ürünün faydası bir öncekine göre daha azdır. Yani faydanın değişim hızı düşer.
Örneğin çok susadığınızda içtiğiniz ilk bardak suyun faydası, ikincisinden fazladır. Susuzluğunuzu giderdikten sonra dördüncü bardak suyun faydası sıfıra yaklaşır ve artık içmezsiniz. Ya da belli bir miktardan sonra tükettiğiniz baklava şekerinizi çok yükselteceğinden faydasından sonra zararı vardır, marjinal faydası eksiye geçer.
Doğrudur bu… Ama şunu akıl edemiyor yeryüzündeki tonlarca iktisatçı:
Madem marjinal fayda azalıyor, demek ki insan sonsuz tüketemiyor. O zaman ihtiyaçlar sonsuz değil ve iktisat biliminin sınırsız ihtiyaçlar ile kit kaynakların optimum dağılımını araştırması anlamlı bir arayış değil.
Bu arayış anlamlı olsa bile, şu anda yeryüzünde tükettiğimiz doğal kaynakların seviyesinin 50 yıl sonra tüketmiş olmamız gereken seviye olduğunu, yani gelecekten 50 yıl borçlandığımızı düşündüğümüzde, bu çaba başarıya ulaşmış değil. Başka bir ifadeyle, iktisat bilimi vaadini gerçekleştirebilmiş değil.
Ancak sorun bu başarısızlıkla sınırlı değil…
Ekonomik gelişmeyi demokrasiyle ve içerleyici kurumların demokratik tasarımıyla açıkladığını sananların ıskaladıkları ve kendileriyle çeliştikleri bir varoluşsal sorun var:
İktisat biliminin temel görevini kaynakların optimum, etkin dağılımını sağlamak olarak tanımladığınız anda otoriter zihniyete savrulursunuz.
Açalım…
Kaynakların etkin dağılımı ile kastedilen, kaynakları en doğru kullanacak kişilere aktararak israf etmemek… Örneğin, Messi’yi defansta, Puyol’u da forvette oynatan teknik direktör elindeki kaynakları etkin kullanmamış, israf etmiştir.
Rekabet süreci içerisinde daha iyi ve daha layık olduğunu kanıtlayana kaynakların tahsis edilmesi ile kaynaklar etkin dağıldığı sürece, üretim sonucunda oluşan hasılatın ve gelirin bölüşümünün adil olup olmadığıyla ilgilenmez neo-Klasik iktisat yaklaşımı. Eşitsizlik, yoksulluk ve işsizlik, kaynakları etkin dağıtan ve arz-talep dengesinin sağlandığı serbest piyasanın kabul etmemiz gereken sonuçlarıdır bu anlayışa göre.
Kaynakların etkin dağıtılıp dağıtılmadığını nasıl test edeceğimiz sorusuna da İtalyan iktisatçı Vilfredo Pareto şöyle yanıt veriyor: Eğer bir toplulukta birinin refahını, durumunu iyileştirme girişimi, başka birisinin durumunu kötüleştirmiyorsa kaynaklar etkin dağılmamıştır çünkü hala kullanılmamış, israf edilen kaynak vardır. Başkasının durumunu kötüleştiriyorsa birinin durumunu iyileştirmek, o zaman kaynaklar etkin dağıtılmış demektir.
Pareto’nun bu açılımının kendisini İtalyan faşist diktatör Benito Mussolini’nin danışmanlığını yapmaya sevk eden otoriter zihniyet ile bağı şurada berraklaşıyor:
İşsiz, yoksul, dezavantajlı olan birinin durumunu kaynaklar etkin dağılmışsa iyileştirmeyi doğru bulmamak, ulvi bir amaç için insanları feda etmeyi meşru gören ve ‘tek doğru’ öldüğünü varsayan otoriter zihniyet içinden şekillenen bir pozisyondur. Keza piyasanın ulaştığı genel dengenin ve optimum noktanın tespiti teknik bir meseledir, çatışmayı göz ardı eder çünkü çatışmanın tetiklediği değişim dengeyi bozar. Teknik bilgi zaten nötrdür, tarafsızdır- herkesi kapsar.
Burası, yetenekli ve zeki olanların yönetmesi gerektiğini söyleyen meritokrasi ile teknik uzmanların kararları alması gerektiğini söyleyen teknokrasinin buluştuğu noktadır: Doğru bilgi vardır, herkes için doğru olan uzmanlar, zekiler tarafından bilinebilir. Herkes işinde yetenekli olursa ve teknik bilgiyi haiz ise, birbirleriyle yarıştıkları durumda ekonomi ve toplum dengeye, ahenge ulaşacaktır. “Herkes işini iyi yaparsa tüm sorunlar çözülür” ezberinde billurlaşan “toplumun ahenk içinde çalışan ve çatışmayan birimlerden müteşekkil olduğunu” söyleyen bu fonksiyonalist yaklaşım, Mussolini’nin faşizminde ifadesini bulan “toplum sınıfsız, kaynaşmış bir birlikteliktir” söyleminin de temelini teşkil eder.
İşte bu zihniyet dünyası, Merkez Bankası başkanı Cumhurbaşkanı tarafından görev süresi dolmadan görevden alındığında çok yüksek ve sert tepki veren anaakımcı iktisatçıların, bizzat kendilerinin Batıcı-laik ideoloji ve kimlik dünyalarının temsilcisi olan Ekrem İmamoğlu’nun hukuksuzca tutuklanmasına tepki vermemelerinin anlamlandırıldığı bir zihniyettir: Toplumu ve ekonomiyi ahenk ve denge içinde çalıştıracak olan teknik doğru bilgiyi, seçilmiş Ekrem İmamoğlu değil, teknokrat TCMB Başkanı Fatih Karahan ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek haizdir. Ekrem İmamoğlu optimizasyon yapmayı bilmez ama teknik iktisat eğitimi almış olan ve matematik bilen TCMB Başkanı bilir.
Özetle, anaakımcıların her şeye çare olarak sundukları ‘yapısal reformlar’ ile kastedilen demokrasi değil; teknokrasi ve ‘liyakat’ ile kastedile meritokrasi savunusudur. Literatürde ve IMF anlaşmalarında işgücü piyasasının güvencesizleştirilmesi olarak tanımlanan yapısal reformları hukuk ve eğitim reformu olarak tanımladıkları halde hukuksuzluklara karşı çıkmamanın tutarsızlık olduğunu idrak edemeyenlerin, Dolar-TL kurunun faiz artışlarına 10 dakika süren tepkisinin tahmin ettikleri gibi olmamasını yapılması ve etkisinin görülmesi 5-10 yıl alacak olan hukuk ve eğitim reformuyla açıkladıklarını sanmalarına şaşırmamalı…