Burada öyküler yazıyorum. Yani uyduruyorum; içimden geldiği gibi, gözümün, aklımın değdiği yerlerden. Bu kez canım uydurmak istemiyor. Anlatmak istiyorum, en çok da kendime. Kendime anlattıklarımı da kağıda bırakıyorum ki bir gün bundan çok uzun zaman sonra, artık hatırlayamayacağım kadar uzun zaman sonra, okuduklarım bana bu günlerimi anımsatsın. Bu anı, kara anı!
An kara! Unutmamam gerekir!
Üç buçuk yaşında bir kızım var. Geçen gün çalışma odamın, kütüphanemin hemen yanındaki duvarını boyadı. Gördüğümde ilk önce ona kızdım. Dedim: “Duvarlar boyanmaz Kumsal, ben sana o boyaları resim defterini boya diye alıyorum!” Sonra mutfağa kendime kahve yapmaya gittim, suyun ısınmasını beklerken içerden bana ağlayarak seslendi: “Annecim özür dilerim, bir daha yapmıycam.” O an kızımdan o kadar utandım ki! Nasıl kendimde bu gücü gördüm, bu nasıl bir hükmediş, nasıl bir hadsizlikti? Faşist bir anneydim! Başka açıklaması olamazdı. İkimizin paylaştığı bir evin, aptal duvarlarının kontrolü bendeydi, bütün kararları ben verirdim, ona ne yapıp, yapmaması gerektiğini ben söyleyebilirdim. Onun için neyin iyi, neyin kötü olacağını ben bilirdim. Saçma! O duvar benim olduğu kadar onundu da. O, bembeyaz, soğuk ve diğer bütün komşularımınkiyle tıpa tıp aynı olan duvarı kendine ait kılıyordu. Benim yapamadığımı yapıyordu yani. Yanına gittim ve bu kez ona şöyle dedim: “Ben senden özür dilerim Kumsal, bu duvar ve bu ev ikimizin. Sen bu duvarı boyamak istiyorsan boyayabilirsin hatta istersen beraber boyayalım. Bu duvar bizim tuvalimiz olsun, canımız ne zaman isterse buraya resim yapalım.” Boyadık. Çok güzeldi, o kadar güzel vakit geçirdik ki anlatmam mümkün değil…
Üzerinden bir kaç gün geçti. Duvarımız renkli ama içimiz kara bir güne uyandık. Birbirinden farklı görüşlerde, inanışlarda ve kimliklerdeki insanlar barışa yürüyerek, ölüme gittiler! Daha yataktan kalkmadan haberleri gördüm ve ağlamaya başladım. Kumsal yanımda uyandı ve beni o halde görünce çok korktu. Travmalar böyle böyle işliyor demek ki ruhlarımıza, annelerimizin göz yaşlarıyla, onu da gördüm.
Üç buçuk yaşındaki çocuğuma nasıl anlatabilirdim ki savaşı! Aklıma Borchert’in “Bu Salı” öyküsü geldi o an. Büyük harfleri öğrenen, ş’leri s olarak yazan Ulla geldi aklıma. Öğretmeninin ona ş harfini doğru yazması için verdiği ödev geldi:
“Ulla akşemleyin oturmuş, defterine büyük harflerle aşağıdaki cümleyi yazıyordu:
SAVAŞTA HERKESİN BABASI ASKERDİR.
SAVAŞTA HERKESİN BABASI ASKERDİR.
On defa yazdı cümleyi. Büyük harflerle. Ve savaşı, ş’yle. Şeker yazar gibi.”
Ve savaşı, ş’yle. Şeker yazar gibi anlatamazdım! Ben de ona barışı anlattım, ş’yle. Şeker yazar gibi. Bombalardan söz edemedim. Kalktık, onu okuluna bıraktım. Çünkü hayat geride kalanlar için devam ederdi! Öyle öğrenmiştim. Doğru olmalıydı ama şu var ki öğretiler çoğu zaman doğru olmuyordu. Ezberler, günü geldiğinde bozmak için öğreniliyordu! Ben de işe gitmek yerine ‘barış’ diye bağırmaya gittim. Çünkü hayat geride kalanlar için o kadar kolay devam etmiyordu!
Eve döndüğümüzde Kumsal hemen duvarına koşuverdi. Palete boyaları sıkmaya başladı. Esin’le göz göze geldik, masada sabahki yürüyüş için hazırladığımız pankartlar duruyordu: “Savaş’a Hayır!” ve “Barış!” Gülümsedik. Gülümsedik çünkü hala barışa olan inancımız içimizde taptazeydi. Gülümsedik çünkü biliyorduk umut hep vardı! Gülümsedik çünkü onun bana, benim ona, insanın insana, kalanın gidene borcu vardı ve bu borç ancak barış gelince ödenirdi! Kumsal’a katıldık. O duvar hepimizindi! Biz de bize ait olana sahip çıkacaktık!
Ağacımızla, inancımızla, renklerimizle!
Üç kişiydik, hepimizin hayalleri farklıydı, hepimiz bir diğerinden farklıydı! Adlarımız, yaşlarımız ve ellerimiz farklıydı… Üstelik hiçbirimiz ressam da değildik ama bütün renkler bizimdi! Dünyanın en güzel resimlerini yapamayacaktık duvarımıza ama dünyanın en güzel cümlesini yazabilirdik:
“Savaş’a Hayır!”
Ş’yle. Şeker yazar gibi.