Fotoğraf: Şahin Sezer Dinçer
Barış yalnızca çatışmanın sona ermesi değildir. Bireyin kendini güvende hissettiği, kimliğini tehdit altında hissetmeden var olabildiği bir toplumsal atmosferin kurulmasıdır.
Toplumlar sadece yönetilmez, hatırlarlar da
Toplumlar yalnızca yönetim biçimleriyle değil; hatırlama biçimleriyle, çatışmayla kurdukları ilişkiyle ve farklı olana verdikleri tepkilerle de tanımlanır. Sıklıkla siyasal bir kavram olarak ele alınsa da barış, aynı zamanda bireyin ruhsal dünyasını etkileyen psikolojik bir süreçtir.
Bu yazı, toplumsal barışmanın birey üzerindeki etkilerini; sosyal psikoloji, toplumsal travma ve kimlik gibi kavramlar üzerinden ele alıyor ve barışın bireysel ve toplumsal düzeyde nasıl şekillenebileceğine dair bir bakış sunmayı amaçlıyor.
Benlik, toplumla kurulan ilişkide şekillenir
İnsan psikolojik olarak yalnızca bireysel değil, aynı zamanda sosyal bir varlıktır. Sosyal kimlik kuramı (Tajfel & Turner, 1979), bireyin benlik algısını ait olduğu gruplar üzerinden kurduğunu vurgular. Bu gruplar yalnızca aile ya da inanç sistemleri değil; aynı zamanda kültürel, tarihsel ve politik bağlamda şekillenen daha geniş topluluklardır.
Bu nedenle toplumsal barış, bireylerin kimliklerini tehdit altında hissetmeden var edebildikleri bir zemin anlamına gelir. Barışçıl bir toplumsal yapı, sadece düzenin değil; bireyin psikolojik esenliğinin de güvencesidir. Kişi, ancak güven duyduğu, sosyal bağlarının istikrarlı olduğu ve anlamlı ilişkiler kurabildiği bir ortamda kendilik hissini sürdürebilir. Toplumsal çatışmalar derinleştikçe, bireyin iç dünyasında da kırılmalar yaşanır.
Toplumlar ve insanlar nasıl barışır?
Barış, yalnızca çatışmanın sona ermesi değil; tanınma, empati ve duygusal hafızanın dönüşümünü içeren bir yeniden yapılanmadır. Gerçek bir barış ortamı, farklılıkların tehdit değil, zenginlik olarak görüldüğü bir toplumsal dokuyla mümkündür. Bu da ancak anlatıların çoğullaşması, geçmişin açık ve onarıcı biçimde ele alınmasıyla sağlanabilir.
Barışmanın psikolojik koşulları arasında diyalogun sürekliliği, temsiliyetin güçlenmesi ve sosyal adaletin tesisi yer alır. Bireyin temel psikolojik ihtiyaçları olan güven, aidiyet ve anlam duygusu, bu süreçlerin sağlıklı işlemesiyle beslenir. Aksi hâlde barış, bastırılmış bir sessizlikten öteye geçemez.
Toplumsal travmalar –savaş, darbe, göç, kitlesel şiddet– çözülmeden bırakıldığında bireyde sürekli bir tehdit algısı oluşur. Bu, yalnızca kaygı ya da güvensizlik değil; aynı zamanda topluma dair kalıcı bir umutsuzluk yaratır. Birey, yalnızca başkalarıyla değil, zamanla kendisiyle de mesafe koymaya başlar.
Ancak barış süreci devreye girdiğinde, bu duyguların yerini daha güçlü bir güven duygusu, duygusal esneklik ve geleceğe yönelik umut alabilir. Toplumsal düzeyde atılan her onarıcı adım, bireyin iç dünyasında da bir gevşeme ve iyileşme alanı yaratır.
Barışmak, aynı zamanda kendini onarmaktır
Barış çoğu zaman bir varış noktası gibi düşünülür. Oysa psikolojik düzlemde barışmak, ulaşılacak bir yerden çok, sürdürülecek bir yönelimdir. Bu yönelim, dışsal koşullar ne olursa olsun insanın çatışmaya değil temasa, kontrol etmeye değil anlamaya meyletmesini içerir.
Toplumsal barış bu nedenle yalnızca ortak bir geçmişe değil, ortak bir şimdiye dayanır. Ortaklık, aynı düşünmekte değil, birlikte tahammül edebilmekte; birlikte dönüşebilmektedir. Bireyin bu zeminde yeniden şekillenen duygusal repertuarı, yalnızca öfke ya da korkuyla baş etmeyi değil; karmaşık duygulara eşlik edebilmeyi de içerir. Barış, bu anlamda bir sakinlik hâli değil; karmaşık olanla birlikte durabilme kapasitesidir.
Belki de barış, insanın kendisine en az benzeyene temas etme cesaretidir. Ve bu cesaret, hem toplumu hem içsel dünyamızı yeniden kurar.