₺0,00

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Bir direnişe tanıklık: Akbelen mücadelesi

10 Temmuz gecesinde aldığım bir mesajla, kendi adıma  günlerce sürecek çok kutsal bir mücadelenin içinde buldum kendimi. ‘’Maden Yasası’na karşı çıkan köylüler bir süredir meclisin önünde yatıp kalkıyorlarmış, nöbettelermiş. Desteğe gidiyoruz gelir misin?’’. Açıkçası önce anlamlandıramadım, geri durdum. ‘’Yaşadığım şehirden yüzlerce kilometre uzağa gideceğim, tanımadığım insanlarla yaşayacağım ve bunu hiçbir destek olmadan yapacağım.’’ düşüncesi beni biraz korkuttu. Araştırmaya başladım, neymiş bu Maden Yasası? 

Nedir bu Maden Yasası?

Yıllardır süregelen bir meseleymiş aslında. Bizim ormanlarımızı, zeytinliklerimizi, yaşam alanlarımızı şirketlere açacaklarmış. Yaşam hakkını görmezden gelip katliam yapacaklarmış. Yüzyıllardır oralarda hayatta olan ve hayat veren ağaçlarımızı keseceklermiş. Hatta biraz biraz kesmişler bile. Bu davayı bilen insanlar da yıllardır bunu engellemeye, seslerini duyurmaya çalışıyorlarmış. İnsanları ablukaya alıp karşılarında ağaç kestiklerini, 70-80 yaşındaki insanların kamyonların önüne set çekip ormana gidişini engellemeye çalıştıklarını görünce kaybedecek bir dakikam dahi olmadığını anladım. İzmir’den tanıdığım birkaç arkadaşımla beraber hemen yola çıktık. Yol boyunca kendi aramızda direnişe dair çok konuştuk. Az çok hepimiz bir şeyler biliyorduk, ya da en azından öyle sanıyorduk. 

İlk bakış 

Ankara’ya vardığımızda, kalacağımız yere gidip dinlenmeyi planlamıştık fakat hiç birimiz duramadık ve Cemal Süreya Parkı’nda bulduk bir anda kendimizi. Alan beklediğimden kalabalıktı. Birileri yemek hazırlıyordu, birileri uyuyordu, birileri ellerinde kamerayla oradan oraya koşuşturuyordu, sohbet ediyorlardı. Çok samimi ve sıcak bir ortam vardı. O yüzden herkesin birbirini tanıdığını zannediyordum. Geldiğimi gören Hatice Teyze bana ‘’Hoş geldin kuzum, aç mısın?’’ diyince aslında hiç de öyle olmadığını anladım. Herkesle sohbet etmeye başladım. Yıllardır gösterdikleri o büyük direnişi birinci ağızdan dinledim. Fazladan bir kişinin yardımının bile neden bu kadar önemli olduğunu anlattılar bana. ‘’Gerekirse kendimizi zeytin ağaçlarına zincirleriz, nefesimizi kestirmeyiz.’’ Dediler. İnsanların kolluk kuvvetlerinin şiddetine büyük ölçüde maruz kaldıklarını, kıyımı izlemek zorunda bırakılışlarını, yıllardır bıkmadan bu zulme karşı nasıl mücadele ettiklerini dinledim ve bunların hepsi beni bu mücadeleye gönülden bağladı. 

Hükümet sırtını döndü, halk sarıldı

 İlk sorduğum şeylerden biri, ‘’Bu kadar eşyayı Muğla’dan Ankara’ya nasıl getirdiniz?’’ oldu. Direnişte tanıştığım ve köylülerden biri olan Ali bana, ‘’Battaniyeleri bile mahalleli getirdi, biz pek bir şeyle gelmemiştik ki.’’ Dedi. Yardımlaşma ve dayanışmanın büyüklüğünü o ana kadar kavrayamamışım. Gün içinde farklı farklı bir sürü insan gelip gidiyor ve herkesin söylediği ortak cümle, ‘’İhtiyacınız vardır diye düşündüm.’’. Gelen yemekler, sular,  çatal ve kaşıklar, battaniyeler, örtüler gibi 7/24 parkta yaşayan insanların ihtiyaç duyabileceği her şey duyarlı insanlar tarafından tamamen gönüllü olarak sağlanıyor. Kıyafetlerini değiştirecek ve duş alacak yerleri bile olmadığından bu ihtiyaçlarını, onlara evlerini açan Ankara halkının evlerinde karşılıyorlar.  O yüzden bir kişi bile olsa fazla insanın bu mücadeleyi duyup destek vermesi çok çok önemli. 

Fırtınalara rağmen süren direniş

Ankara’da geçirdiğim son günlerde inanılmaz zor hava koşullarıyla mücadelemizi sürdürmek zorunda kaldık. Köylülerin yataklarını koyacakları bir çadır yoktu, hatta yataklarının tepesini kapatan bir örtü bile yoktu ve yağmur yağacağı zaman oraları apar topar toplayıp üstü kapalı banklara yerleştiriyorduk. Çünkü gece yine onların üzerinde açık alanda uyuyacaklardı, ıslanmamalıydı o yataklar. Yasa maddelerini geçirmeye başladılar ve 18 Temmuzda TBMM kapısının önünde bir oturma eylemi başladı. Mecliste görüşme yapan milletvekillerine sesimizi duyurmaya çalıştık. O gün belki de Ankara için görülmemiş düzeyde bir fırtına çıktı. Meclisin önünde oturan, belki bir avuç insan, yerlerinden bile kıpırdamadan sloganlarını haykırdılar; ‘’Havama, suyuma, toprağıma dokunma!’’. Bu dakikalarca devam etti. Ne yağmurlara kafa tutmuşlardı bu insanlar, kararlılardı ve asla vazgeçmeyeceklerdi. Bunu en iyi o zaman anladım. Yine o gün orada sırılsıklam bir halde sesimizi duyurmaya çalışırken aslında bu insanların ne kadar yalnız bırakıldığını da anladım ve bu mücadeleyi daha fazla duyurmayı bir amaç edindim kendime. 

Bir kişi daha duyarsa bir ağaç daha kurtulur

Direniş alanında geçirdiğim uzun bir süre boyunca her gün onlarca yeni insanla tanıştım. Her gün tanımadığım insanlarla yemek yedim, tanımadığım insanların getirdiği malzemelerle yine tanımadığım insanlara yardımcı oldum, tanımadığım insanların yoldaşı oldum, tanımadığım insanlarla gülüp ağladım. Bir zamanlar tanımadığım bir kavganın öznesi oldum. Ve şimdi, alanda elimden geleni yaptığıma emin olmanın verdiği rahatlıkla yaşadığım yere döndüm ve seslerini duyurmaya yardım etmeye çalışıyorum.  Bugün yaşadığım yere dönmüş olsam da aklım hala orada. Meclisin önünde slogan atan teyzelerde, çay demleyen gençlerde, evlerinde yemek pişirip getiren mahallelide, gece yataklarını korumak için nöbet tutan köylülerde. Artık benim için hiçbir şey eskisi gibi değil. Bir yasanın binlerce hayatı ne denli tehdit edebileceğini ve buna direnen insanların nasıl sistemli bir şekilde yalnızlaştırılabildiğini görmüş oldum. Biliyorum ki bu mücadele sadece ormanlar, zeytinler ya da köylüler için verilen bir mücadele değil. Bu mücadele,  bu ülkede nefes almak isteyen her bir can için. Bu yüzden ben de elimden ne gelirse yapmaya ve bu sesi duyurmaya devam edeceğim. Sen de bir geceni ver, bu insanlar aylardır uyumuyor. Çünkü haklılar ve vazgeçmeye asla niyetleri yok!