“Hayır, kalemin ucunu diliyle temizleyen de defterde bu temiz sayfayı açan da Fabienne’nin hayaleti değil, fakat kimi zaman birinin ölümü bir başkasının şartlı tahliye belgesidir. Özgürlüğümü tamamen kazanmış olmayabilirim, fakat yeterince özgürüm.”
Romanın başında yer alan bu cümle, yalnızca anlatıcının kişisel dönüşümünü değil, aynı zamanda anlatının tamamına yayılan varoluşsal sorgulamayı, kimlik ve özgürlük kavramlarını tartışmaya açan bir çıkış noktası niteliği taşıyor. Yiyun Li’nin “Kazkafanın Kitabı”, 1950’lerin savaş sonrası Fransa’sında, Saint Rémy isimli küçük bir kasabada geçen, çocukluk ile yetişkinlik arasında bocalayan iki genç kızın arkadaşlığı üzerinden yaşamı, ölümü, toplumun çizdiği sınırları sorgulayan çok katmanlı bir anlatı sunuyor.
“Bir yarım portakalla bir başka yarım portakal birleşse bir tam portakal etmez. İşte benim hikâyemin başladığı yer burası. Kendini bıçağa layık görmeyen bir portakal ve kendini bıçağa dönüştürmeyi asla hayal etmemiş bir portakal. Kesmek ve kesilmek; o zamanlar ikisi de ilgilendirmezdi beni.”
Agnès ve Fabienne… Biri sakin, uyumlu ve dış dünyayla daha kolay ilişkilenebilen; diğeri öfkeli, içe dönük. Bu iki karakterin ilişkisi, yalnızca bir arkadaşlık değil, aynı zamanda birbirinin zıddı olan varoluş biçimlerinin çarpıştığı ve birbirinden beslendiği oyuna dönüşüyor. Fabienne’in hayal gücü ile Agnès’in ifade yeteneği birleştiğinde, yazdıkları kitaplar yalnızca kurmaca değil, aynı zamanda kimliklerinin de yeniden inşası haline geliyor. Roman boyunca Agnès’in anlatıcı sesi, zaman zaman Fabienne’in gölgesinde kalıyor gibi hissedilse de, aslında Agnès, geçirdiği dönüşümle kendi iç sesini, kendi özgünlüğünü arıyor.
Kitap yazma fikri, Fabienne’in oyun kuruculuğu ve gerçekliği dönüştürme gücüyle başlıyor. Bu bir kaçış mı, yoksa çocuklukla yetişkinlik arasında kurulan ara bir dünya mı, yoksa bir oyun mu zaman zaman muğlak kalıyor. Ancak kesin olan bir şey var: Bu süreç, Agnès için bir dönüm noktası haline geliyor. Fabienne’in ısrarıyla kitabın yazarı olarak sadece Agnès’in adının geçmesi, Agnès’in dünyasını bambaşka bir yöne savrulmasına sebep oluyor. Londra’da başlayan yeni hayat, yazarlık eğitimi, disiplin, sınıfsal farklar, sanatta özgünlük, ait olamama ve kabul görme arzusu gibi birçok yeni soruyla yüzleştiriyor okuyucuyu.
“Kaz Kafanın Kitabı”, dili bakımından yalın ve sade bir yapıya sahip olsa da, diyaloglar üzerinden örülen yapı, romanın felsefi derinliğini besliyor. Yazar, çocukların oyunları ve hayalleri üzerinden yetişkinlerin dünyasını ters yüz ediyor; kimlik, dostluk, aidiyet ve özgürlük gibi kavramları yeniden düşünmemizi sağlıyor. Yazım tekniği, ters köşeleri, sorgulama biçimleri ile kitap bana geçen yaz okuyup başucu kitaplarım arasına koyduğum Agota Kristof’un “Büyük Defter- Kanıt- Üçüncü Yalan” kitabını anımsattı.
Sonuç olarak, “Kaz Kafanın Kitabı”, görünürde iki gencin dostluk anlatısı gibi görünse de, alt katmanlarında özgürlüğü, görünür olmayı ve görünmezliğin ağırlığını, toplumun dayattığı kuralları irdeleyen bir roman. Kitap bize en temelde şunu hatırlatıyor: Kimlik arayışı, toplumun dayattığı kalıplara karşı bireyin kendi sesini bulma mücadelesi, yalnızca bir büyüme hikâyesi değil, aynı zamanda derin bir yüzleşmedir. Kimi kitaplar uzun uzun anlatmaz ama gösterir ve içimizde uzun uzun konuşur. Kaz Kafanın Kitabı da bende tam olarak böyle bir yankı bıraktı; iyi ki okudum.
Trajediyi Sıradanlıkla Harmanlayan Kitap: Tanrı ve Memeli Hayvanlar