Bazı kitaplar sizi bir yolculuğa davet eder. Defalarca gittiğiniz bir yerde kolunuzdan çekiştirip daha önce hiç girmediğiniz bir sokak arasına sokar sizi. İlk bakışta yeni gelen her şey, evler, sokak hayvanları, kaldırım taşları, sokak sakinleri, Arnavut kaldırımları arasından fışkıran bitkiler, evlerin avlularından sarkan ağaçlar… Baktıkça derinleşir derinleştikçe benzerleşir, benzerleştikçe ağırlaşır zaman. O sokak arasında, daha önce girmediğiniz bir evde, tanımadığınız birinde kendi hikâyenizi bulursunuz.
Tanrı ve Memeli Hayvanlar kitabındaki pek çok öyküyü bu hisle okudum. Öykü okumak diğer yazın türlerine göre hep daha güçtür benim için. Yaptığı her işi biteviye yapmaya alışkın oluşum, okuma listemin sonuna eklememe sebep olur öykü kitaplarını. 2019’da ilk romanı Kabuk’u okuduğumda “Kaleminden lezzet damlayan yazar” olarak not düştüğüm yazarın öykü kitabına başka bir motivasyonla başladım elbette. İlk öykü “Tanrı” kapıyı çalmadan kırarak, doğrudan giriş yaptı odağıma. Sonrası zaten çorap söküğü… Çok sevdiğin bir yazarın öykülerini okumak romana kıyasla onu daha fazla tanıma imkânı yaratıyor. Biriyle yola çıktığında onu daha iyi tanıyacağın nasihati geldi aklıma bunu yazarken “Bir insanı en iyi yolda tanırsın.” Belleğimde böyle bir yere denk düştü kitap benim için. Bambaşka pencerelerden bambaşka bir Zeynep Kaçar tanıdım.
Duygusu çok güçlü bir kitap Tanrı ve Memeli Hayvanlar. Konular çok çeşitli ve derinlikli. Bazı öyküleri okurken bir gökdelenden yere çakılma hissiyle yüreğim sıkışsa da bir köşeye umut sıkıştırmayı ihmâl etmiyor Zeynep Kaçar. Trajediyi sıradanlıkla harmanlayıp içerisine mizah katmak ve bunu yaparken konuya nereden baktığını okuyucuya göz kırpmak incelikli bir zekâ işi. Bence kitabın sihri de bu. Trajediyi sıradanlıkla harmanlayan yazar Zeynep Kaçar ile “Tanrı ve Memeli Hayvanlar” hakkında yaptığımız söyleşiyi keyifle sunarım.
“Bir insandan diğerine kalan en güzel şey onu aşka ikna edebilmekti. Sen bunu başarmıştın, karanlık bir devlet yatakhanesini andıran bu dünyada, herkese hepimize şöyle demiştin kelimeler olmadan, aşk bir başkaldırı, direnmenin en zarif halidir.”
“Yasemin” isimli öykünüzde bir dostun kaybının izinde dostluk, aşk, yalnızlık gibi insanı derinden sarsan kavramları işlemişsiniz. Tüm sarsıcılığına rağmen insanın yaşama umudunu diri tutan bir metin olarak betimleyebilirim bu öykünüzü. Bu iki bir arada durması güç duyguyu bir araya getirebilmeyi nasıl anlatırsınız?
Bazı insanlar çok ilham verici olabiliyorlar. Tüm varlıklarıyla. Ben bu konuda oldukça şanslı biriyim. Pek çok olağanüstü insan tanıdım. Yasemin onların başında geliyor. Tanıdığım ilk süper insan oydu. Onunla önce ilkokul ve sonra büyük bir tesadüfle ortaokul ve lisede birlikte okuma şansına eriştim. Ardından meslektaş olduk. Altı yaşından öldüğü güne kadar hep hayatımdaydı. Açıkçası konu benden çok onunla ilgili. O insan üstü zeki ve altın kalpliydi. Ölümü büyük bir yokluk olsa da varlığı da büyük bir oluştu. Birinden birini atlamak olmazdı onu anlatırken. Ben de buna gayret ettim.
“Dedim son kez, hadi kızım bir cesaret, yapabilirsin, onsuz olamayacağına göre, bu sefer nefretten değil, sevgiyle, gerçek bir iştah, kusursuz bir sadakatle, göz açıp kapatıncaya kadar indiriverdim Yasin’i mideme. Sekiz yıla yakındır Yasin benimle. Gezip duruyoruz o şehirden bu şehire.”
“Yolcu” isimli öykünüzde uğradığı istismar sonucu bedeniyle olan ilişkisi bozulan bir kadını anlatıyorsunuz. Derin bir psikolojik tahlil gerektiren bir yazma süreci olmalı. Kurgu yazarlığı ve psikoloji bilimin birbirine teması hakkında neler düşünüyorsunuz?
Sanırım edebiyat dışında en çok ilgi duyduğum konu psikoloji. İnsanı ve elbette kendimi derinden anlama uğraşında benim için çok aydınlatıcı oluyor her zaman. O yüzden bir zamanlar tiyatroda olduğu gibi şimdi de edebiyatta rehberlik ediyor. İnsan çok garip bir mekanizma. Neden sonuç ilişkileri çok kuvvetli ve keskin. Ama sanırım bir teoriyi alıp edebi bir metne dönüştürmek yerine, onun bende bıraktığı izi, duyguyu ve düşünceyi yazmayı seçiyorum. Öteki türlü samimiyetsizleşme ihtimali var. Herhangi bir sanat dalında teorinin hissedildiği an içtenlik kayboluyor diye düşünüyorum. Bir akıştan çok şablona dönüşebiliyor.
“Başlarda aldığım para iyi gibiydi ama ayaklarımdaki yaralara, dudaklarımın üzerindeki bıyıklara, kan çanağı gözlerime baka baka anladım, kimseye o parayı canını çıkarmadan vermiyorlar. Uykuyu, huzuru, sıcaklığı, neşeyi, hatta adınızı bile alıyorlar sizden.”
“Defne” isimli öykünüz kişisel hikayeme denk düştüğü için sanıyorum bir başka hırpaladı beni. Derin ve çok gerçek bir sınıf eleştirisi var bu öykünüzde. Devletin atamadığı bir öğretmen olarak sormak istiyorum hikayenizin başlangıç noktası neydi? ‘Sibel’ ile karşılaşmanız nasıl oldu?
İlk sete çıktığımda yirmi üç yaşındaydım. Dünyada da set her zaman zor ama özellikle Türkiye’de dizi sürelerinin çok uzun olması yüzünden, setler insan yiyen mekanizmalara dönüştü. Defne de bu mekanizmadaki en küçük parça. Bir ekipte üçüncü asistan olmak demek, kimsenin sizi görmemesi, tanımaması, daha da kötüsü zerrece umursamaması anlamına gelir. Belki bir borç ödemeydi benim için. Bunca yıl birlikte çalıştığım o görünmez insanların biraz da olsa görünür hale gelmelerini ummanın hikayesi Defne. Onun kim olduğunun, atanamayan bir öğretmen, bir evlat, umutları, hayalleri olan genç bir kadın olduğunun bilinmesini istedim. Hayali bir karakter ama değil de. Bir adı var. Bir varlığı.
“Tanrı ve Memeli Hayvanlar”ın temas ettiği konular arasında en fazla alanı kadın olmak, toplumsal cinsiyet rolleri eleştirisi kaplıyor. İlk öykünüz Tanrı ile deyim yerindeyse bu alana kapıyı kırarak kitaba giriş yapıyorsunuz. Öyküde fazla ses çıkarttığı için kadının ilk olarak dilinin kesilmesi metaforu nasıl bir duygu ve birikimden doğdu?
Tanrı distopik bir öykü. Tamamen erkeklerden oluşan bir dünyada, uyduruk bir kabilenin ortasına gökten düşen bir kadın. Yücelttikleri şeyi kısa bir sürede parça parça eden toplumun ikiyüzlülüğünü, erkeğin kadın varlığı karşısında duyduğu korku ve dolayısıyla üstünlük sağlama ihtiyacını anlattım. Çok vahşi ve abartılı da olsa benim için çok gerçek bir öykü Tanrı. Dilini koparmak elbette sesini kısmak, acısını duymamak, onunla iletişimi kesmek anlamına gelen bir metafor. Şimdi yaşım ilerleyip bir anlamda tedavülden kalkınca söz söylemek daha kolay. Ama gençliğimde her genç kadın gibi sözümün önündeki engeller o kadar yoğundu ki benim de kendimi duyurmak için bağırmaktan başka çarem yok gibiydi.
Sanatın pek çok alanında üretim yapıyorsunuz. Oyunculuk ve oyun yazarlığının ardından ilk romanınız “Kabuk” yayınlandı, ardından ikinci romanınız “Yalnız” ve öykü kitabınız “Tanrı ve Memeli Hayvanlar”… Yazarlık süreciniz oyunculuk, oyun yazarlığından nasıl etkileniyor?
Oyun yazarlığı insanı iyi disipline eden bir tür. Net ve hedef odaklı yazmayı öğretiyor. Ama yine de bir tiyatro metni, edebiyattan çok tiyatroya ait bir tür bence. Oyunculuk da bir karaktere yakından ve derinden bakmayı öğretiyor insana. İkisi de roman yazarken pek çok açılardan işime elbette çok yaradı. Ama bence bir roman yazarken geçmişiniz neyse, mutlaka işinize yarayacaktır. Benimki biraz daha yakın, insana bakan, insanı anlatan bir alandı. O yüzden köprü daha kolay kuruldu.
“Toplu taşımada yan koltuğumdaki açık bacaklar, öğrenci işleri memurunun kızgın bakışları, patronlarım girip çıktığım yüzlerce işyerinde, işyeri dediğim market, asansördeki gergin amca, keskin gözleri çarşı esnafının, tüm kahraman gece bekçileri karanlık sokakların ama özellikle siz, siz, kim olduğunu bile bilmediğim beyefendiler, benden epey büyük abiler, evli barklı mutsuzlar, bekar ve çapkın amcalar, yanımdan geçip giden tüm yabancılar. Hepiniz hoş geldiniz. Vee karşınızda ben, arzunuzun nesnesi, hayallerinizin prensesi, fantezilerinizin famfateli, minik ama dişi, küçük ama şehvetli, masumca edepsiz, ne yapsa baştan çıkarıcı, ağzı var dili yok, fındık içi kadar beyin, seks bombanız, yirmi iki yaşında, tam da üreme çağında, memelilerin en memelisi, önünüzde saygıyla eğiliyorum.”
Son üç öykü “Empati, “Vücut” ve “Elli” yi toplumdaki kadın algısına karşı “Tanrı ve Memeli Hayvanlar” kitabının bir çeşit manifestosu olarak yorumlamak mümkün mü? Bu bağlamda edebiyatın toplumsal dönüşümdeki rolü hakkında neler düşünüyorsunuz?
Toplumun ortak yargılarını, öfkesini, düşünce ve duygularını dile getirdiğimi düşünüyorum. Bir yazarın çok büyük bir buluş yaptığı ya da hiç düşünülmemiş, hiç söylenmemiş bir şeyi söylediği yok aslında. Belki tek fark bakış açısı. Sadece bir kişiye ait değil düşünce dediğimiz. İnsan bir toplumla birlikte şekillenip oradan kendine bir dil buluyor. Ben de kadın bedeni üzerinde kurulan baskıyı her iki tarafından gözlemleyip geçmiş tecrübelerimden yola çıkarak dile getirmeye çabaladım. Hem baskıyı kuran toplumun çoğunluğu, hem de baskıya maruz kalıp sesini duyuramayan azınlık açısından bakınca meseleye, elbette tarafsız olmak mümkün değil. Benim görevim de kaba bir çoğunluktan yana olmak yerine haksızlığa uğrayan taraftan yana olmak. Ama bildiğim bir şey var, sanatta temsil edilen her kim, hangi sınıf ise toplumda da görünür olmaya başlamıştır. Birbirini organik olarak etkileyen bir süreç. Belki bir sezgi gibi. Önce toplumda belli belirsiz bir rahatsızlık doğuyor, sanatçı bunu sezip dile getiriyor ya da sanatçı hiç konuşulmayan bir konuyu ele alıyor ve bu toplumda tartışılmaya başlanıyor. Sınırların net olduğunu sanmıyorum.
Tuğba Gürbüz: “Kadınların Seslerini Daha Güçlü Duyurmalıyız”