İzmir’in dağlarında çiçekler açtığında, bir halk bağımsızlığını kazanmıştı. Şimdi, aynı dağlarda, çiçeklerin altında ezilen kadınlar, bir başka özgürlüğün peşinde: Emeğin ve onurun özgürlüğü.
Çocukluk yıllarımızda anlatılan hikâyeler, ister uzun yıllar boyunca ağızdan ağıza çiğnenerek yoğrulan kurgu masallar olsun, isterse de tarihin yaşanmış gerçeklerinin bize sunulan parçaları… Kimliklerimizin hızla inşa edildiği o yılların zihnimizde kalan en hissedilerek tahayyül edilmiş görüntüler…
Kısacası, yaşamış kadar olduğumuz çocukluk hikâyeleri, hafızamızın en gerçek ve kalıcı tuğlaları olabilir.
Sanırım 8 yaşındaydım, İstanbul’un tarihi Boğaziçi semtlerinden Emirgan’daki Ziraat Bankası’nın camında görmüştüm afişi.
Kurtuluş: Bir bağımsızlık savaşı destanı
Afişte Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü canlandıran Rutkay Aziz, bir eli cebinde, diğer elindeki sigarayı ağzına götürürken, Anadolu bozkırlarını neredeyse kuş bakışı gören hâkim bir tepede düşünceli ama kararlı adımlarla yürüyordu.
Afişi cama asılan ama henüz satışa sunulmayan filmin VHS kasetlerini ilk alan olmamız için babama çektirdiğim zulmü Trikopis rüyasında görse, işgal başlamadan biterdi herhalde.
Altı kasetlik serinin finalinde çalınan marş, o yaşa kadar zihnimde inşa olan Kurtuluş Savaşı Zaferini başka bir imaja evriltiyordu.
Uzun yıllar sonra bir akademisyen ve gazeteci olarak yerleştiğim İzmir’de bu marşın neredeyse bir ulusal marş kadar çok sahiplenildiğine çok şaşırmıştım. Hele ki 9 Eylül veya 29 Ekim günlerindeyseniz çoşku tavan yapıyor, yer gök inliyordu. Hatta gece eğlence mekanları, hâlâ bu marşın çalışması ile kapanıyor…
Yani İzmir için bu marş, başka bir marş.
Genellikle “Yaşa Mustafa Kemal Paşa” kısmına dikkat çekilse de benim hayalimde daha çok dağlarda açan çiçekler belirmiştir hep. işgalin, savaşın, açlığın tüm yurda yayıldığı yıların ardından dağlarda açan çiçekler sadece zaferi değil, barışı, huzuru, yeni bir gelecek umudunu da müjdeliyordu. Silahlar susuyor, saltanat çöküyor; barış ve Cumhuriyet filizleniyordu.
Çandarlı’nın Deliktaş köyünden Ali’yle tanışma
Yıllar sonra, artık İzmir’e iyice yerleşmiş, ona benzemişken; genç bir adamla tanıştım.
Ali Aydın, 21 yaşında.
İzmir’in kadim tarihinin her katmanında izi olan, eski adıyla Pitane, yeni adıyla Çandarlı’nın bir köyü olan Deliktaş’ta doğup büyüyen, gençliğinin ilk yıllarından bu yana fabrikalarda kendi deyimiyle beden işçisi olarak çalışan bir İzmir delikanlısı Ali.
Babası inşaatlarda çalışan bir demir ustası olan Ali, annesinin 13 yıldır çalıştığı Danimarkalı Queen Çiçekçilik’e temizlik işçisi olarak girmiş, gerekli eğitimleri alarak forklift moderatörü olmuş.
Queen Çiçekçilik köylü işçilere karşı
Queen Çiçekçilik Türkiye ve dünyaya çiçek satıyor, zincir marketlerin neredeyse hepsinde kendine yer açabilmiş, sektörde bir hegemonyaya sahip.
Serada çalışan çoğu kadın emekçiler, başta Çandarlı olmak üzere, Dikili, Bergama, Soma ve Kınık gibi Kuzey Ege’nin köylerinden geliyor.
Aslında köylüler yani; köylerinde çalışma ve yaşama şansları ellerinden alınmış köylüler.
Çalışma şartlarının her geçen gün daha kötüye gittiğini anlatıyor Ali, seradaki mühendislerin işçilere kötü davrandığından dem vuruyor.
Taşıyabileceklerinden ağır yüklerin altına girmeye zorlandıkları için bel ağrısı çektiklerini, az insanla çok iş yapmaya mecbur bırakıldıklarını paylaşıyor.
“Ben fıtığı yaygın görülüyor, topuk dikeni çıkıyor. İş hastalığı, ağrı oluyor işçilerde.” diyor.
“Serada iş güvenliği yok, olsa da kullanılmıyor” diyor Ali.
İşçiler örgütlenince…
Giderek ağırlaşan çalışma koşulları, düşün ücretler ve kötü muamele sebebiyle hakları ve insani çalışma koşulları için DİSK’e bağlı Birleşik Tarım Orman İşçileri Sendikası’nda örgütlenmiş işçiler.
Ali de işyeri temsilcisi olmuş.
İş yerindeki yeterli çoğunluğa da tüm baskı ve korkuya rağmen ulaşmayı başarmışlar, toplu iş sözleşmesi yapmaya hak kazanmışlar ve Çalışma Bakanlığı bu kazanımlarını onaylamış.
Queen Türkiye bu hakkı tanımayarak mahkemeye itiraz etmiş, dava sürüyor.
Ama diğer yandan da serada çalışan çiçek işçilerinin temsilcisi olarak sendika ile şirket arasında görüşmeler başlamış. Üç toplantı yapılmış ilerleme kaydedilmiş.
Tam iyi giriyor derken konu ücretlere gelince şirket masadan kalkmış.
Mevcut işçilere asgari ücretin moda deyimle “bi tık” üstünü uygun görmüş, yeni işe gireceklere ise asgari ücreti önermiş şirket. Biraz daha makul bir ücret talep eden işçilerin temsilcisi sendikanın önerilerini reddetmiş ve masadan kalkmış şirket.
Ali’nin genç yaşında annesi dahil yüzlerce kadın ve erkek işçinin temsilcisi olmasını da pek iyi karşılamaz hale gelmiş Queen Çiçekçilik Türkiye yönetimi.
Önce Ali’yi seraların atık sularının depolandığı kuyuya indirmişler onu, güvenlik önlemi olmadan, sağlık riskine aldırış etmeden, Ali’nin doğrudan aktarımıyla “sen yaparsın” demişler.
İşini kaybetmek istemeyen Ali, inmiş kuyuya.
Sonra seranın tepesine çıkarmışlar bu kez Ali’yi, seranın üstünü temizle demişler. Yine güvenlik önlemi alınmamış, yine “sen yaparsın” demişler, yine işten atılmasın diye “peki” demiş Ali. Çıkmış o işi de görmüş.
Tazminata 4 gün kala…
Sonra Ali’yi işten atmışlar.
11 ay 26 gün çalıştıktan sonra, yani tazminat hakkı kazanmasına 4 gün kala, tüm pis ve riskli işleri gördürdükten sonra, sendikalı işçilerin yasal temsilcisi olmasına rağmen atmışlar, hem de bir iftirayla…
Hak arayışı sürüyor
Çoğunluğu kadın olan çiçek işçilerinin mücadelesi devam etti, sınırlı da olsa dayanışma ziyaretleri güç veriyor, hak arayışı sürüyor.
Ama giderek daha fazla duyulmaya başlayan bu yasal hak mücadelesi, Queen Çiçekçilik Türkiye yönetimi tarafından yeni işten atmalarla karşılandı.
İzmir’in köylerinde iş ve yaşam koşulları ellerinden alınan çiçek işçisi kadınların 12’si işten atıldı. Kadınlar, Queen Çiçekçilik’in Çandarlı’daki serasının yani dönmeyi bekledikleri iş yerlerinin önünde yasal ve meşru hakları için çadır nöbetine başladılar. Yaklaşık 1 aydır süren bu adalet ve dayanışma nöbetlerini ziyaret ettim ve yeniden İzmir’in dağlarında bir çiçek meselesi daha yer etti zihnimde ve kalbimde.
Çiçeklerin açtırıldığı seralarda yaşam mücadelesi veren kadınların kendi deyimiyle, “sizin sevginizi paylaşmak için satın aldığınız çiçekleri üretirken bizim hayatımız soluyor” tarifi, sendika başkanının “Danimarka’nın sömürgesi değiliz” tepkisi ve çiçek işçisi kadınların tüm kadınlara, yurttaşlara çağrısının herkese ulaşmasını umuyorum.
O afişin belleğinden bugüne, İzmir’in kuzey ucu Çandarlı’da, Danimarkalı bir şirketin yerli ortağı ile işlettiği serada çalışan kadınların sesi yankılanıyor. Onlar için “çalışma hakkı” artık sadece bir geçim meselesi değil, bir onur ve bağımsızlık mücadelesi.
Hak mücadelesi veren İzmirli çiçek işçisi kadınlarla dayanışma çadırlarında buluştuk.
Tanıklıklar: Çiçek kadınlar anlatıyor
Meltem Karabıyık, 34
Serada yedi yıl boyunca çalışan Meltem Karabıyık, yaşadığı çalışma koşullarını anlatırken en çok “insan yerine konulmamak” duygusunun iz bıraktığını vurguluyor. Onun için kırılma noktası, bir yılbaşı gecesi yaşanmış:
“Biz içeride çalışırken, dışarıda yılbaşı eğlencesi düzenlediler.”
Bu, kurumun işçiye bakışını açık etmiş. Sendikal faaliyetlere katılmasının ardından iş yerinde görünmeyen ama hissedilen bir abluka içine alındığını anlatıyor:
“Telefonumu kapattım çünkü çevreme sürekli insanlar gönderiliyordu. Konuştuğum kişiler fişleniyordu. Gözaltında gibi yaşadım o son 25 günü.”
Safiye Göktaş, 54
Safiye Göktaş’ın tanıklığı, kadın işçilerin sağlık sorunları bile göz ardı edilerek en ağır işlerde görevlendirildiğini ortaya koyuyor. Yedi yıldır aynı işyerinde, aynı maaşla çalışan Göktaş:
“Fıtığım vardı ama beni hep atıma verdiler, araba çektirdiler.”
Sendikaya katıldığı için hedef alındığını açıkça belirtiyor:
“Arkadaşlarıma sendikayı anlattım, korkmadım. Bu yüzden üzerime geldiler.”
Sibel Kavran, 46
Sibel Kavran’ın hikâyesinde sendikal mücadelenin karşısına çıkan doğrudan tehdit dikkat çekiyor. Sekiz yıllık bir çalışan olarak, sendikal faaliyetleri sonrası hem düşük puanla cezalandırıldığını hem de servis şoförlerinden doğrudan tehdit aldığını aktarıyor:
“Queen’in servis sahibinden tehdit aldım. Durumu şirkete ilettik ama bizi tehdit etmeyen şoför işten çıkarıldı, tehdit eden ise bizim servise verildi.”
Kavran’ın ifadesi, yalnızca iş yükünün değil, iş dışı alanların da baskı mekanizmasına dönüştüğünü gösteriyor.
Yasemin Sarı, 47
Yasemin Sarı, çiçek üretimindeki emeğin görünmezliğine dikkat çekiyor. Raflara ulaşan her süslü buketin ardında, gözyaşı ve zorla dayatılmış mesai saatleri olduğunu söylüyor:
“Biz o çiçekleri kadınlar birbirine hediye etsin diye süslüyorduk ama süslerken ağlıyorduk.”
Yasemin için mesele yalnızca emek sömürüsü değil, duygusal bir çelişki:
“Bir kadına çiçek verirken o çiçeği hazırlayan başka bir kadının ne yaşadığını hiç bilmiyor.”
Simge Sarı, 24
Dört yıllık çalışan Simge Sarı, direnişin en genç ama en kırgın seslerinden biri. Yıllarca düzenli çalıştığını, her mesaiye kaldığını söylüyor:
“Belim ağrımaya başlamıştı. Ama yine de çalıştım.”
Buna rağmen haksız ithamlarla karşılaşmış:
“Beni hırsızlıkla suçladılar. ‘Çiçek çaldın’ dediler. Savunmam bile alınmadan işten çıkarıldım.”
Onun için asıl kırılma, güven duygusunun yerle bir edilmesi.
Seçil Can, 42
Seçil Can, yönetici pozisyonunda olmasına rağmen mobbingin hedefi olmuş. Altında çalışan işçilere baskı yapması istenmiş:
“Yapmadım. Onların hakkını yedirmem.”
Bu tavrın bedelini unvan düşürülerek ödemiş:
“Terfi etmem gerekirken geri itildim. Sendikalı olduğum için cezalandırıldım.”
Seçil’in anlatımı, yönetici-işçi ayrımının ötesinde, sınıfsal dayanışmanın içten bir örneğini sunuyor.
Sendika: “Bu ülke Danimarka’nın sömürgesi değil”
Birleşik Tarım Orman İşçileri Sendikası Başkanı Mehmet Çak, süreci hem hukuki hem de siyasi yönüyle değerlendiriyor. Çiçek kadınların anayasal haklarını kullanarak örgütlendiklerini, yasal çoğunluğu sağladıklarını ama işverenin bunu tanımadığını vurguluyor:
“Yetki aldık, görüşmeler yaptık. Ama işveren sıfır zamla geldi, sonra da dedi ki: ‘Süreç uzarsa kur farkından daha çok kazanırım.’”
Çak’a göre sorun sadece bir patronun tavrı değil; uluslararası şirketlerin Türkiye’de hukuku tanımadığı sistematik bir sömürü düzeniyle karşı karşıyayız:
“Queen, Danimarka’da sendikaya uyar. Ama Türkiye’de tanımaz. Çünkü burayı sömürge gibi görüyor. Ama Türkiye onların sömürgesi değil. Bu kadınlar da onların kölesi değil.”
İzmir’in dağlarında çiçekler açtığında, bir halk bağımsızlığını kazanmıştı. Şimdi, aynı dağlarda, çiçeklerin altında ezilen kadınlar, bir başka özgürlüğün peşinde: Emeğin ve onurun özgürlüğü.
-
Queen Çiçekçilik Türkiye’nin ortağı Sinan Polat ile iki iki kez telefonda görüştüm ve onlarla da röportaj yapmak istediğimi ilettim. Sinan Bey, iki görüşmemizde de sadece hukuki sürecin devam ettiğini ve bu aşamada bir açıklama yapmayacaklarını iletti.