Türkiye’de vicdani ret hareketi, 1989 yılında Tayfun Gönül ve Vedat Zencir’in Sokak dergisinde yayımladıkları açıklamayla başladı. O günkü birkaç satır, aslında çok büyük bir kapı araladı. O güne kadar adı bile anılmayan bir hak, vicdani ret, artık bu topraklarda da dile getirilmişti. Ardından Mehmet Tarhan, Osman Murat Ülke, Halil Savda, Muhammed Serdar Delice, Enver Aydemir ve daha niceleri çıktı ortaya. Kimi cezaevlerinde yıllarını verdi, kimi gözaltında işkence gördü, kimi toplum içinde görünmez kılındı. Ama hepsi, “öldürmeyeceğiz, ölmeyeceğiz, kimsenin askeri olmayacağız” diyerek bir çizginin altını kalın bir şekilde çekti.
Ben de bu yolun yolcularından biriyim. 2010 yılında İstanbul Harbiye Orduevi önünde yaptığım açıklamayla vicdani ret kararımı ilan ettim. O gün, aslında yalnızca kendi hayatıma değil, bu ülkede yaşayan milyonlarca insana dair bir söz söyledim: “Öldürmeyeceğim.” Bunun bedeli ağır oldu. Bugüne dek hakkımda 15’in üzerinde dava açıldı. 5 ay 18 gün hapis cezası ve 36 bin 500 TL idari para cezası aldım. Banka hesaplarım bloke edildi, kendi adıma maaşımı alamadım, kredi çekemedim, vize işlemleri yapamadım. Çalışma hakkım elimden alındı, kimi zaman başka insanların hesabı üzerinden yaşamımı sürdürmek zorunda kaldım. Benim hikâyem, Türkiye’deki yüzlerce vicdani retçiden yalnızca biri.
Bugün yaklaşık 450 vicdani retçi var bu ülkede. Hepimiz aynı sorunlarla boğuşuyoruz. Devlet bizi yoklama kaçağı ya da bakaya olarak damgalıyor. Bu damga ömür boyu peşimizi bırakmıyor. İşe girmek istesek işverenler tehdit ediliyor, sigortalı çalışmamız engelleniyor. Yolda kimlik kontrolünde asker kaçağı muamelesi görüyoruz. Defalarca yargılanıyor, aynı suçtan tekrar tekrar mahkemeye çıkarılıyoruz. Oysa bir suçun tek cezası olur; ama bizim için ömür boyu süren bir cezalandırma sistemi kurulmuş durumda. Bu, hukuktan çok uzak, yalnızca siyasi bir baskı aracı.
Vicdani retçiler olarak yaşadığımız şey, açıkça “sivil ölüm”dür. Çalışma hakkından mahrum edilmek, seyahat özgürlüğünün engellenmesi, banka hesaplarının bloke edilmesi, sosyal haklardan yoksun bırakılmak… Bütün bunlar toplumsal bir tecrit yaratıyor. Bizler dışlanıyor, yok sayılıyor, toplum içinde görünmez kılınıyoruz. Örneğin Savunma Bakanlığı, şirketlere yazı göndererek bizlerden askerlik yapacağımıza dair bir form imzalamamızı istiyor. Elbette hiçbir vicdani retçi böyle bir taahhüt vermez. Sonuç ne oluyor? İşimizi kaybediyoruz. Çalışma hakkının, seyahat özgürlüğünün, hatta en temel yaşam hakkının bu kadar kolay engellenmesi, bu ülkede insan haklarının ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha gösteriyor.
Oysa çözüm son derece basit. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi defalarca Türkiye’yi mahkûm etti. Uluslararası sözleşmeler, özellikle de Türkiye’nin 2006’da imzaladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, bu hakkı açıkça tanıyor. Anayasa’nın 90. maddesi uluslararası sözleşmeleri iç hukukun üzerinde sayıyor. Dahası, vicdani reddi yasaklayan tek bir yasa maddesi bile yok. Yani ortada engel yok; sadece siyasi irade eksik. Küçük bir yasal düzenleme ile vicdani ret hakkı tanınabilir, askerliğe alternatif sivil hizmet modelleri geliştirilebilir. Ama devlet yıllardır bu sorunu görmezden geliyor.
Biz de tam da bu nedenle Meclis’te kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’na başvurduk. Çünkü bu komisyon, eğer gerçekten savaşı ve şiddeti ortadan kaldırmayı amaçlıyorsa, en başta bizim sözümüzü duymalı. Arkadaşım Yavuz Atan ile birlikte yaptığımız başvuruda yaşadığımız bütün bu ihlalleri ve çözüm önerilerimizi paylaşmak istediğimizi söyledik. Çünkü biz biliyoruz ki mahkeme salonlarında, cezaevi koridorlarında yankılanan sesimiz artık Meclis’te duyulmalı.
Benim inancım şu: Vicdanın sesi susturulursa barışın yolu da tıkanır. Eğer bu ülkede gerçekten kalıcı bir barış, kardeşlik ve demokrasi inşa edilecekse, vicdanının sesine uyarak “öldürmeyeceğim” diyenlerin sesi de duyulmak zorunda. “Askerlik yapmayacağım” demek, basit bir bireysel tercih değil; şiddetsiz bir geleceğe dair en cesur söz.
Vicdani retçiler suçlu değil. Bizler, bu ülkenin geleceğini barış içinde kurabilecek en önemli yapı taşlarıyız. Bizim hikâyemiz, aslında çok yalın: öldürmemek ve ölmemek için çıktığımız bir yol bu. Çocuklarımıza bırakmak istediğimiz gelecek, silahların sustuğu, savaşsız ve özgür bir gelecek. Ve bunun için her fırsatta aynı sözü yineliyoruz:
“Biz Ordu’ya ancak fındık toplamaya gideriz!..”
Akın Olgun ile Barış Süreci üzerine: Meşruiyet, riskler ve umutlar
Hediye Levent anlattı: Suriye’nin geleceği Türkiye’yi nasıl etkileyecek?
