Tarih 10 Ekim 2015. Ankara Garı kavşağı, ülkenin dört bir yanından akıp gelen bir umut nehrine ev sahipliği yapıyor. Havada barış sloganları, türküler ve tef sesleri var. Pankartlarda tek bir talep yankılanıyor: “Emek, Barış, Demokrasi.” Bu, Türkiye’nin bir mozaiği. Sendikalı işçiler, mühendisler, doktorlar, üniversite öğrencileri, aktivistler ve çocuklarıyla gelmiş aileler… Hepsi, 7 Haziran seçimleri sonrası ülkeyi saran şiddet ve korku iklimine karşı bir set çekmek için oradalar.
O kalabalığın her biri bir hayata, bir umuda, bir isme sahip canlardan oluşuyordu. HDP Giresun Milletvekili Adayı Abdullah Erol, dostlarıyla selamlaşıyordu. Üniversite öğrencisi Başak Sidar Çevik, geleceğe dair hayalleriyle gülümsüyordu. Korkmaz Tedik, coşkuyla slogan atıyordu. Ve Gökmen Dalmaç… Neredeyse yirmi yıllık arkadaşım. Trabzon’da birlikte geçirdiğimiz mücadele dolu dört yıl, sonra başka şehirlere savrulsak da hiç kopmayan iletişimimiz… O da oradaydı. Onlar ve yüzlercesi, o sabah umudun ta kendisiydi.
Saat tam 10:04.
Halay halkası, kulakları sağır eden bir cehennem gürültüsüyle parçalanıyor. Üç saniye sonra ikincisi… O an, dünya duruyor. Türküler çığlıklara, sloganlar ağıtlara, umut ise etrafa saçılmış beden parçalarına dönüşüyor. Ankara’nın kalbinde, barışın halayı kana bulanıyor. O anın ardından Gökmen’in naaşını ölenler arasında arayan sevgili dostum, yoldaşım avukat Osman Zeki Erdoğan’la yaptığımız, karşılıklı ağlayarak geçen o telefon görüşmesi ne kulağımdan ne de zihnimden bir daha hiç gitmedi.
Bu bir kaza değildi. Bu, kaçınılmaz bir son değildi. 10 Ekim 2015 Ankara Gar Katliamı, siyasi bir planlamanın ve hesaplı bir devlet refleksinin bir sonucuydu. Bu katliama giden yolun taşları, aylar öncesinden, siyasi ikbal uğruna ülkeyi ateşe atanlar tarafından döşenmişti. Her şey, 7 Haziran 2015 seçimlerinde iktidar partisinin 13 yıl sonra ilk kez tek başına hükümet kurma çoğunluğunu kaybetmesiyle başladı. Bu sonucu kabullenmek yerine, ülkeyi bir kaos sarmalına sokarak erken seçime zorlama stratejisi devreye sokuldu. “Çözüm Süreci” olarak adlandırılan barış masası devrildi, ateşkes fiilen bitti. Suruç’ta 33 gencin IŞİD bombasıyla katledilmesiyle başlayan şiddet dalgası, ülkeyi 1 Kasım’daki erken seçime kan ve gözyaşı içinde taşıdı. Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun daha sonra sarf edeceği, “Bu terör olaylarından sonra oylarımızda bir yükseliş trendi var” sözleri, bu kanlı stratejinin soğuk bir itirafı gibiydi.
İşte bu siyasi hesapların ortasında, on binlerce insan barış demek için başkente çağrıldı. Mitingin yapılacağı yer, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na 2.5 km, Emniyet Müdürlüğü’ne ise 2 km mesafedeydi. Ancak devletin kalbi sayılan bir noktada, binlerce muhalifin toplanacağı bir alanda, akla hayale sığmayacak bir güvenlik boşluğu vardı. Ne bir polis kordonu, ne bir üst araması, ne de en basit bir önlem… Hiçbir şey yoktu. Daha da korkuncu, bu boşluğun bilinçli olduğunun kanıtlarıydı. Katliamdan sonra ortaya çıkan raporlar, emniyet birimlerinin saldırıdan 25 gün önce IŞİD’in bir mitinge birden fazla canlı bombayla saldıracağına dair somut istihbarat aldığını ortaya koydu. Ancak bu bilgiye rağmen hiçbir şey yapılmadı. Devlet, kendi yurttaşlarını korumakta başarısız olmadı; onları bilerek ve isteyerek, somut bir tehdidin önüne savunmasız bir şekilde terk etti.
10:04’te patlayan bombalar, ilk saldırıydı. İkincisi, dakikalar sonra, devletin kolluk gücü eliyle geldi. Patlamanın ardından yaşananlar bir kıyamet sahnesini andırıyordu. Ama o cehennemin ortasında, insanlığın en saf hali de vardı. Patlamadan kurtulanlar, yaralılara yardım etmek için dumanın ve ateşin içine geri koşuyordu. Kendi elbiselerini turnike yapıyor, tanımadıkları bedenlere kalp masajı uygulamaya çalışıyorlardı. Ancak tam o anda, alana giren polis, yardım için değil, saldırmak için gelmişti. Çevik Kuvvet ekipleri ve TOMA’lar, can çekişenlerin ve onlara yardım etmeye çalışanların üzerine doğrudan biber gazı sıkmaya başladı. Türk Tabipleri Birliği’nin raporuna giren doktor tanıklıkları, bu vahşetin boyutunu gözler önüne seriyordu. Hekimler, gazdan boğuldukları için hayat kurtaracak müdahaleleri yarıda bırakmak zorunda kaldıklarını, bu gecikme yüzünden önlerindeki yaralıların hayatını kaybettiğini anlattılar. Ambulansların alana girişi engellendi. Hayatta kalanlar, can veren arkadaşlarının bedenlerini özel arabalarla, taksilerle hastanelere taşımaya çalıştı. Bu, devletin kendi yurttaşına reva gördüğü muameleydi.
Bu tavır, katliamdan sonraki saatlerde ve günlerde de devam etti. Ülke tarihinin en büyük sivil katliamının ardından, üç bakan kameraların karşısına geçti. Bir gazeteci, İçişleri Bakanı Selami Altınok’a o can alıcı soruyu sordu: “Çok yoğun bir şekilde güvenlik zaafiyeti olduğuna yönelik tartışmalar var. Bu çerçevede sorumluluk alarak istifa etmeyi düşünüyor musunuz?”. Altınok, “Güvenlik zafiyeti söz konusu değil” diye inkâr perdesini aralarken, hemen yanında oturan Adalet Bakanı Kenan İpek, önce sırıttı, sonra kendini tutamayıp güldü. O sırıtış, cezasızlığın, kurbanlarla alay etmenin ve hesap vermeyecek olmanın rahatlığının bir simgesiydi. Bu nefret ikliminin bir yansıması da birkaç gün sonra Konya’daki milli maçta görüldü. Katliamda hayatını kaybeden 103 can için yapılan bir dakikalık saygı duruşu, tribünlerin bir bölümü tarafından yuhalandı ve tekbir sesleriyle bastırıldı.
Katliamı takip eden uzun hukuk süreci ise adaleti aramak için değil, devletin cezasızlığını tescil etmek ve mağdurları yeniden yaralamak için işleyen bir mekanizmaya dönüştü. Soruşturma dosyasına tam sekiz ay boyunca “gizlilik kararı” konularak, mağdur avukatlarının süreci takip etmesi engellendi. Sekiz ayın sonunda ortaya çıkan iddianame ise bir “felaket” olarak nitelendirildi. IŞİD ağını derinlemesine araştırmayan, en önemlisi de herhangi bir kamu görevlisinin rolüne dokunmaktan özenle kaçınan yüzeysel bir metindi. Yargı süreci boyunca tek bir kamu görevlisi bile sanık sandalyesine oturtulmadı. Mülkiye müfettişlerinin dönemin Ankara Emniyet Müdürü ve diğer istihbarat yetkilileri hakkında soruşturma izni talep etmesine rağmen, Ankara Valiliği bu talebi “görev kusuru yoktur” diyerek reddetti. Dava sürecindeki en büyük hayal kırıklıklarından biri de, sanıklardan biri hakkında Türkiye hukuk tarihinde bir ilk olarak açılan “insanlığa karşı suç” davasının beraatle sonuçlanması oldu. Bu kararla devlet, katliamın siyasi ve sistematik doğasını hukuken yok saymış, onu adli bir vaka seviyesine indirgemiştir.
Katliamın hemen ardından aileler ve yaralılar, yitirilen canları unutturmamak ve adalet mücadelesini sürdürmek için 10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği’ni (10 Ekim-Der) kurdu. Onların mücadelesi, sadece mahkeme salonlarında değil, her 10 Ekim’de Gar’ın önünde yeniden alevleniyor. Her anma yıldönümünde, kaybettiklerine bir karanfil bırakmak için toplanan ailelerin karşısına yine polis barikatları dikiliyor ve biber gazı sıkılıyor.
Bu direnişin ruhunu, şair Adnan Yücel’in dizeleri özetliyor. Bu şiir, sadece bir teselli değil, bir manifestodur. Zulmün ve karanlığın kalıcı olamayacağına dair sarsılmaz bir inancın ilanıdır.
Saraylar saltanatlar çöker
Kan susar bir gün
Zulüm biter
Menekşeler de açılır üstümüzde
Leylaklar da güler
Bugünlerden geriye
Bir yarına gidenler kalır
Bir de yarınlar adına direnenler…
Bu katliamın hesabı sorulana, gerçek adalet yerini bulana dek bu mücadele bitmeyecek. 103 canın anısı, bu kavgayı sürdürenlerin yüreğinde bir ateş gibi yanmaya devam edecek. Çünkü bugünlerden geriye, o yarına gidenler ve o yarınlar adına direnenler kalacak. Zulüm bitene dek.
Meclis’in vicdan terazisi: Domuz bağı hafızası ve sivil ölüm gerçeği arasında kardeşlik
