Türkiye’de gaziler ve gazi yakınları, özel sağlık hizmetlerine ücretsiz erişim hakkına sahip. Herhangi bir sağlık kuruluşuna başvurarak muayene, tetkik ve tedavi hizmeti alabiliyorlar. Bu, devletin minnet borcunu ödemeye çalıştığı bir alan. Ancak bu hizmetin niteliği, niceliği kadar önemlidir. Bugün bir gazinin ücretsiz sağlık hizmeti alabilmesi elbette kıymetlidir. Fakat bu hizmetin kalitesi konusunda ciddi endişeler taşımak da bir vatandaşlık sorumluluğudur.
Performansa dayalı gelir sistemiyle çalışan hekimlerin, ücretsiz hizmet verdikleri hastaların tedavi masraflarını kendi bütçelerinden karşılamak zorunda kalmaları, sistemin adaletini sorgulatıyor. Bu durum, hem hekimleri hem de hizmet alan gazileri zor durumda bırakıyor. Sağlık hizmeti sunan bir hekimin, bu hizmeti verirken ekonomik kaygılar taşıması, hizmetin niteliğini doğrudan etkileyebilir.
Bu noktada bir başka gerçeklik daha karşımıza çıkıyor: Emekli hekimler. Yıllar boyunca sağlık sisteminin tüm yıpratıcı etkilerine maruz kalmış, gece gündüz demeden çalışmış, insan hayatına dokunmuş bu insanlar da aslında birer “gazi”dir. Onların da sağlık hizmetlerinden ücretsiz faydalanmaları gerektiğini savunmak, sadece bir hak talebi değil, aynı zamanda bir vicdan çağrısıdır.
Ancak burada durup düşünmek gerekir: Bu talep, mevcut sağlık sistemine katkı mı sağlar, yoksa yük mü getirir? Kalite kavramı tam da bu noktada devreye giriyor. Kalite, yalnızca bir slogan değildir. Kaliteli yaşam, herkesin temel insan haklarına sahip olduğu, hukuki bir varlık olarak kabul edildiği bir düzende başlar. Kalite, sadece bir avuç insanın “longevity” tedavilerine erişimiyle ölçülemez. Kalite, eşitliktir. Kalite, adalettir. Kalite, herkesin insanca yaşama hakkıdır.
Bu eşitlik arayışının tam ortasında başka bir kırılma noktası daha var: Genç hekimlerin yurtdışına göçü. Her yıl daha fazla genç doktor, daha iyi çalışma koşulları, daha adil bir gelir sistemi ve daha insani bir yaşam için başka ülkelere gitmeyi tercih ediyor. Bu sadece bir beyin göçü değil; aynı zamanda bir değer kaybı, bir gelecek kaybı.
Bu boşluğu doldurmak üzere sistem, mülteci hekimlere yöneliyor. Ancak burada ciddi bir belirsizlik var: Bu hekimlerin eğitim alıp almadıkları, aldılarsa eğitimlerinin denkliği ve kalitesi hakkında net bir bilgiye sahip değiliz. Bu durum, sağlık hizmetinin niteliği açısından kaygı verici. Elbette mülteci düşmanı değilim. Aksine, farklı kültürlerin bir arada yaşamasının daha demokratik bir toplum zemini oluşturabileceğine inanıyorum. Fakat mesele, bir toplumun en kritik hizmet alanı olan sağlıkta, kalite ve güvenlikten ödün verilip verilmediğidir.
Bizler başka bir ülkede hekimlik yapmak istediğimizde, önümüze sayısız engel çıkıyor. Dil, diploma denkliği, vatandaşlık, sınavlar, izinler… Hatta bazen bu süreç imkânsız hale geliyor. Oysa bizde, başka bir ülkenin vatandaşı olmak bu kadar zorken, hekimlik yapabilmek bu kadar kolay olmamalı. Bu çelişki, sistemin sorgulanmasını zorunlu kılıyor.
Giden değerlerimizin yerini başkalarının doldurup dolduramayacağını bilemem. Ama bildiğim bir şey var: Sağlık sistemine dair endişelerim her geçen gün artıyor. Çünkü elimizde kalan hekim topluluğu da maddi zorluklar içinde yaşıyor. Onlar da bizim gibi kira ödüyor, çocuk büyütüyor, geçim derdi çekiyor. Bizlere bakım vermesini beklediğimiz insanlar, ne aziz ne azize. Onlar da bu toplumun birer bireyi. Onların da insanca yaşama hakkı var.
Tam da bu nedenle emekli hekimler birer gazidir; aziz ya da azize değil. Yıllarca kutsal görev olarak kabul edilen hekimlik mesleğini artık kutsallığından sıyırmak gerekiyor. Çünkü bu kutsallık, emeğin karşılığının ödenmezliğiyle birleşerek, emeğin gerçekten karşılık bulmadığı bir epistemoloji sunuyor. Bakım emeği, profesyonel bir şekilde sunulan; insanın içine duygularını da kattığı bir süreçtir. Fakat yıllarca kadın işi olarak, hane içi yapılan bir iş gibi görüldüğünden ve kadınlıkla özdeşleştirildiğinden karşılıksız bırakıldı.
Giderek kadın sayısının arttığı bir sağlık sisteminde, eğer hekimler kendi bakım emeklerinin değerini bilmez, bunu formüle etmezlerse, bütün sistem giderek daha fazla zarar görecektir. Bu emeğin tanımlanmadığı bir sağlık ortamında “kalite”den söz etmek mümkün değildir.
Üstelik sağlık sisteminde hekimken hasta olmak da başlı başına bir güçlük barındırıyor. Eğitimde deontolojinin hak ettiği kadar yer almaması ve piyasacı sağlık sisteminde deontolojik değerlerin unutulmuş olması, hasta hekimlere karşı etik dışı tutumları beraberinde getiriyor. Tabip odalarının yaptırımlarının etkisizliği nedeniyle, hekim hastalara gösterilmesi gereken özen, hekim hastalara gösterilmiyor. Tam aksine, hekim hasta olmak bir tür damgalanmaya dönüşmüş durumda. Pek çok hekim, hastaneye gittiğinde hekim olduğunu sakladığını söylüyor. Çünkü sistem, denetlenebilir ve sorgulanabilir bir şeffaflığı sevmiyor. Malpraktis kaygısı da bu tabloyu daha da karmaşık hale getiriyor.
Bu nedenle talebimi daha da yükseltiyorum: Hekim hastaneleri açılmalı. Bu hastanelerde çalışan sağlık personeli, özel ayrıcalıklarla donatılmalı. Çünkü isteyenin bir yüzü varsa, vermeyen sistemin karanlığına karşı daha yüksek sesle konuşmak gerekiyor.
Sağlıkta kalite, sadece cihazlarla, binalarla, protokollerle ölçülmez. Kalite, insanla başlar. Ve insanı korumak, sistemin en temel görevidir. Geliniz, insan kalitesinden başlayalım. Hatta “Kalite” diye bir hareket başlatalım. Kalite herkesin hakkıdır. Ben tüm insanların bunu hak ettiğine inanıyor ve dahil olduğum topluluk adına haklı nedenlerle sesimi yükseltiyorum.
