“Vatandaşlarımızın, resmi kanallar yoluyla teyit edilmemiş ve doğruluğundan emin olunmayan sosyal medya içeriklerine itibar etmemesi, doğru bilgi için resmi kanalları takip etmesi önem arz etmektedir.”
İletişim Başkanı Fahrettin Altun, Erzincan İliç’teki altın madeninde gerçekleşen katliamın hemen ardından böyle yazıyordu sosyal medya hesabından. Aslında, bu sözlerin İletişim Başkanlığı’nın kurulduğu 2018 yılından itibaren kurumun sloganı olarak kullanılabilecek düzeyde yerleşik hâle geldiğini söyleyebiliriz. Deprem, yangın, pandemi, sel, iş cinayeti/ katliamı; her ne yaşanırsa yaşansın, iktidarın öncelikle yaptığı, söz konusu olay ve onun etkileri konusunda mutlak bir bilgi tekeli konumunu tesis etmeye çalışmak oluyor.
Devletin imkânlarına sahip olmanın ve gazetecilerin ya da muhalif siyasetçilerin ulaşamayacağı birtakım bilgilere erişebilmenin avantajıyla resmi açıklamaları mutlak gerçek statüsüne yükseltmeye çalışan bu akıl, diğer yandan resmi açıklamalar dışındaki bütün bilgi ve haberleri şüpheli olarak damgalayarak, ülkede gerçekleşen bütün olağanüstü olaylarda enformasyon akışını şekillendirmenin ve sınırlamanın yollarını arıyor.
Altun’un çok sevdiği dezenformasyon ve fact-checking (doğruluk kontrolü) kavramları da, iktidarın hakikat tekeli kurma mücadelesinde kullanışlı araçlar olarak işe koşuluyor. İletişim Başkanlığı bünyesinde kurulan Dezenformasyonla Mücadele Merkezi ve Anadolu Ajansı’na bağlı Teyit Hattı, iktidarı zora sokabilecek iddia ve haberleri, ne idüğü belirsiz yöntemlerle ya da herhangi bir yönteme başvurmadan, hızla yanlışlıyor ve bunları dezenformasyon ilan ediyor. Böylece, iktidarı eleştirmeye, onun yanlışlarını göstermeye niyetlenen herkes (gerçekten yanlış bir bilgi paylaşıyorsa örneğin) herhangi bir yerden gördüğü/ duyduğu yanlış bir bilgiyi paylaşan hatalı insanlar olarak değil, kasti olarak sabotajı amaçlayan suçlular olarak hedef gösteriliyor. Resmi açıklamalar seçici ve kısmi bir bilgi paylaşımını hedeflediği içinse bu suçun kapsamı, iktidarın istediği şekilde genişletilebiliyor.
Dezenformasyonun olduğundan katbekat büyük bir tehdit olarak kabul edilmesi, dezenformasyonun çok büyük felaketlere yol açabileceğinin farkına varılması ve sonuç olarak bunun bir suç olarak değerlendirilmesinin sağlanması, İletişim Başkanlığı’nın kuruluşundan bugüne temel amaçlarından birisi oldu. Bu uğurda birkaç yıl boyunca coşkulu bir şekilde yürütülen halkla ilişkiler çalışmasının ardından, 2022’nin sonlarında, dezenformasyonu suç kapsamına sokan ve bunu hapis cezasıyla cezalandırmayı öngören bir yasanın meclisten geçirilmesi sağlandı.
Bu kampanya ve onun meyvesi olan sansür yasası sayesinde siyasi iktidar, kendi inşa ettiği hakikatin dışındaki bütün hakikat iddialarını kriminalize ederek susturma fırsatını eline geçirdi. O günden bugüne, sansür yasasına dayanarak birçok kişi gözaltına alınmış ve tutuklanmış olsa da, Altun’un kampanyasının ve sansür yasasının asıl etkisi, otosansürün yaygınlaştırılması ve resmi kanallar dışında paylaşılan her türlü bilginin meşruluğunun zedelenmesi oldu. Bizzat resmi açıklamalara güven duymayan insanları dışarıda bıraksak bile, iktidarın bu iletişim stratejisinin toplumun çoğunluğu (kendisini muhalif olarak tanımlayanlar da dâhil) üzerinde etkili olduğunu teslim etmek gerekiyor.
İşte, Kahramanmaraş merkezli depremler başta olmak üzere, son yıllarda gerçekleşen afetlerin ve olağanüstü olayların hemen ardından iktidarın uygulamaya koyduğu iletişim stratejisini bu bağlam içerisinde değerlendirmemiz gerekiyor. Hatırlayalım, geçtiğimiz yıl meydana gelen depremlerin hemen ardından, yine jet hızıyla “resmi açıklamalara riayet edilmesi ve dezenformasyona prim verilmemesi” açıklamasını yapan İletişim Başkanlığı, bu afeti iki hamleyle karşılamaya çalışmıştı. İlk olarak, depremin henüz ilk saatlerinde, devletin bütün kurumlarıyla afete müdahale ettiği, her şeyin kontrolleri altında olduğu, “devlet nerede?” diye soran depremzedelerin provokasyon peşinde koştuğu propagandasını yaparak ve dezenformasyonu neredeyse depremle eşit bir tehlike olarak kodlayarak Twitter’a erişim engeli getirmenin yolunu yapmış; böylece depremzedeler ile deprem bölgesinde olmayan insanların buluşabildiği ve yardım çabalarının yoğunlaştığı bir iletişim kanalının fişini çekmişti.
İkinci olarak ise, İletişim Başkanlığı, depremden birkaç gün sonra hem sosyal medya kampanyası olarak, hem de iktidar medyasının kullanacağı hazır bir çerçeve olarak “asrın felaketi” parolasını yaygınlaştırma yoluna gitti. Bu depremlerin, cumhuriyet tarihinin, hatta dünya tarihinin, en büyük depremlerinden olduğu, böylesi büyük afetlere karşı etkili önlemler almanın ve deprem sonrasında hızlı ve kapsamlı bir müdahalenin mümkün olmadığı, bütün bunlara rağmen siyasi iktidarın deprem sonrası arama-kurtarma ve yardım çalışmalarını olabilecek en iyi şekilde gerçekleştirdiği propagandasının iki kelimelik ifadesi olan bu parola, depremi izleyen aylar boyunca, iktidar medyasının temel söylemi hâline geldi. İktidarın gazeteleri tarafından şunlar yazıldı örneğin: “Depremin Yıkıcılığı 130 Atom Bombası Gücünde” (Sabah, 7 Şubat 2023); “Tarihin en büyük deprem fırtınası 6217 binayı yıktı” (Türkiye, 7 Şubat 2023); “İngiliz ve Alman sismologlar ‘Bu depremler bizde olsa iki ülke de yıkılırdı’ dedi” (Türkiye, 10 Şubat 2023); “Dünya İkiye Bölündü” (Yeni Şafak, 12 Şubat 2023).
Bunun yanında, iktidar medyası Türkiye’de deprem haberciliğinin artık klasikleşmiş kötü çerçeveleme yöntemlerinden olan dramatikleştirmeyi de bu depremler özelinde işe sürdü. Ancak bunu yaparken, oldukça seçici davranarak, siyasi iktidarı hedef hâline getirmeyecek, insanların çaresizliğinin ve acısının faturasını devlete kesmeyecek, aksine devletin yardım elini iyileştirici güç olarak kutsayacak dramatik hikâyeleri ön plana çıkardı. Bu açıdan “devlet-millet işbirliği” ve “milli birlik ve beraberlik ruhu” imgelerine yatırım yapıldı. Diğer yandan, dini söylem; gerek bu afetlerin, insani müdahalelerin yetersiz kaldığı bir kader planı olarak kodlanmasında, gerekse olayların dramatikleştirme çerçevesinde sunulmasında kilit bir rol oynadı. İktidar medyasının dini söyleme sıklıkla başvurması, deprem bölgesine gönderilen ve televizyon kanalları tarafından öne çıkarılan tarikat yapılanmalarının saha faaliyetiyle güçlendirilmeye çalışıldı.
Kısacası, siyasi iktidar her afet ve olağanüstü olayın ardından yaptığı gibi, bu depremlerin ardından da ilk olarak siyasi çıkarlarını ve imajını enkazın altından kurtarmayı tercih etti. Depreme ve deprem sonrasına yeterli hazırlık yapılmasa da, bunun sonuçlarını kontrol etmeyi amaçlayan iletişim stratejisine iyi çalışılmıştı. Böylece insanlar, depremin yarattığı yıkımda kimlerin sorumluluğunun olduğunu, arama-kurtarma ve yardım çalışmalarının ne düzeyde gerçekleştiğini, gerçekte kaç kişinin depremde zarar gördüğünü, bundan sonra olabilecek depremlere yönelik ne tür hazırlıklar yapıldığını araştıran haberlere erişim şanslarını kaybettiler. Çünkü propaganda kendi enkazı altında haberi nefessiz bıraktı, doğru soruların sorulmasını engelledi, gerçeklerle ilişkisi olmayan sahte bir hakikati göklere çıkardı.
İktidarın bu iletişim stratejisi, sadece siyasi sonuçları olan basit bir tercih değil, milyonlarca insanın hayatını tehdit eden bir sansür anlamına geliyor. Çünkü, afet haberciliği bir afetin ardından, afetle ve bunun sonuçlarıyla ilgili kesin, doğru ve yansız bilgilerin aktarılması, afet bölgesinin ve afetten etkilenen insanların durumunun resmedilmesi, afetin yarattığı tahribata yönelik arama kurtarma ve yardım çalışmalarının takip edilmesi, bu tahribata neden olan afet öncesi sürecin aktörlerinin araştırılması, hata, ihmal ve suç faillerinin adli süreçlerinin izlenmesi ve bu afetle birlikte ortaya çıkan denetimsizlik ve ihmallerin gelecekteki olası depremler öncesi telafi edilip edilmediğinin takip edilmesi gibi habercilik pratiklerinin toplamı olarak düşünülmelidir. Gazeteciliğin üstlendiği bütün bu görevler, aynı zamanda insanların, canlıların ve doğanın afetten zarar görmesini engellemek gibi bir kamusal sorumluluğa sahiptir. Bu kamusal görevlerin yerine getirilmesinin engellendiği, medya tarafından denetlenmek istemeyen yönetenlerin iletişim kanallarını propaganda ile kontrol ettiği durumlarda, iletişim stratejilerinin de ölümcül sonuçları olabilmektedir.