Değişim, kentlerin kaçınılmaz yazgısı. Yollar, sokaklar, evler hep yerinde duracak, ne zaman dönsek bizi bekleyecek zannediyoruz. Sonra bir gün bir bakıyoruz, artık orada değiller. Ve o an fark ediyoruz: İnsanları, yaşamları, öyküleri de yanlarında götürmüşler. Yıllar boyu içinde yaşadığımız ya da tanığı olduğumuz kültürü yitirmek acı veriyor ama elden de bir şey gelmiyor. O günlere ait hatıralarla, fotoğraflarla avunuyoruz. İyi ki fotoğraflar var. İyi ki o fotoğrafları çekenler, çekmeyi akıl edenler var. Çünkü bir kentin sosyo-kültürel tarihi başka nasıl korunabilir ki?
Kent kültürüne sahip çıkmak için yerel yöneticilerin sorumluluk almadığı bir çağda, bu görevi belgesel fotoğrafçılar üstleniyor. Kentin sesini, ritmini, duygusunu henüz kaybolmadan gelecek kuşaklara aktarmak için tutkulu ve çoğu kez tek başına, delişmen bir çaba sarf ediyorlar. Ülkemizde sayıları fazla değil ama katkıları öylesine büyük ki… O az sayıda kültür koruyucularından biri; Ege Mahallesi, Basmane Otelleri, Aile Evleri gibi çok değerli belgesel çalışmalara imza atmış alçakgönüllü bir usta: Birol Üzmez. Kemeraltı’nda on bir yıldır işlettiği 45’lik Plak Evi’nde buluşup fotoğrafın kent kültürüne katkılarını, bellekte birikenleri, kentin ruhuna nasıl sahip çıkılacağını konuştuk:
Fotoğraf; kent ve bellek ilişkisinin kurulması için çok değerli bir üretim alanı. Belgesel fotoğrafçının temel görevinin de kente tanıklık etmek, değişimleri belgelemek olduğunu düşünürüm. Peki bunun için fotoğrafçı nereden, nasıl başlamalı?
Kenti çok iyi tanıması, gözlemlemesi gerekir, Ben 1993’te Zonguldak’tan İzmir’e geldim. Yani bambaşka, alışık olmadığım bir şehre geldim. Ama kısa zamanda kendimi İzmirli hissettim. Doğma büyüme buralıymışım gibi. Zonguldak’tan geldiğimde, düşün orada Madenciler gibi bir konu çalışmışım, iyi fotoğraflar çıkmış. İzmir bir Akdeniz şehri, daha rahat yaşanan bir şehir. Tanımadan da öyle hemen fotoğraf çekemiyorsun. Nasıl bir şehir, nerede ne var diye kenti gözledim öncelikle. Sonra bir fotoğrafçı olarak ben burada ne yapabilirim diye düşünmeye başladım.
Siz özellikle kent kültürü için çok önemli çalışmalara imza atmış bir fotoğrafçısınız. O dönemde hangi konular ilginizi çekti, nasıl başladınız?
O zamanlar Tariş’te çalışıyordum, hâlâ aktif olan Havagazı Fabrikasının yanında. Zonguldak’taki kok fabrikasına benzer bir bacası vardı, orada maden kömürü yakılarak havagazı elde ediliyordu. Mekânı kendime yakın hissettim. İşçileri fotoğraflamaya başladım. Tariş, dört birlikten oluşan bir kooperatif birliği, Ege’ye yayılmıştı. Bu bana avantaj oldu. 2006’daki Romanlar projesine kadar çalıştığım iş kolunun ana konularıyla ilgili fotoğraflar çektim. Örneğin pamuğun çiçeklenmesini, kozalanmasını, toplanmasını, çırçırlanmasını, iplik fabrikasına gidip yan ürün hâline gelmesine kadarki aşamaları… Tabii o zaman dijital yok, dia olarak çektim. Aynı şekilde üzümü; filizlenmesi, toplama mevsimi, sergilenmesi, kurutulması, fabrikada işlenmesi ve inciri bütün aşamalarıyla çektim. Keza zeytinle ilgili de. Ezine’den Fethiye’ye kadar “Zeytinin Yolculuğu” adlı bir çalışma yaptım. Antik kentlerdeki zeytin ağaçlarının öyküsünü fotoğrafladım. O dönemdeki fotoğraflarım hep Ege bölgesinde kent ve çevresine dönüktü. Bu çalışmalar İzmir’i ve Ege’yi tanımamı sağladı.
“YOK OLAN KÜLTÜRLERİN HİKÂYESİNİ ANLATMAMIZ GEREK”
Sonra kimselerin çekmeye cesaret edemediği Ege Mahallesi’ndeki belgesel çalışma geliyor, bu proje nasıl gelişti?
2006’da Alsancak’ta Tariş’in büyük bir fabrikası vardı. Yanında yem fabrikası, arkada üzüm işletmesi, zeytinyağı kambinası olan geniş bir arazi. Şu an orada bir yığın gökdelen bulunuyor. Çingenelerin oturduğu Ege Mahallesi fabrikanın hemen yanındaydı. Ortadan bir yol geçiyor, bir yakası Ege Mahallesi. Dolayısıyla fabrikaya gidiş gelişlerde Ege Mahallesi’nin içinden geçiyorduk, onları görüyor, yaşantılarına tanık oluyordum ama o zamanlar bir şehir efsanesi vardı: Ege Mahallesi’ne girilmez. Oradan geçirtmezler, işte hırsızlık olur, arabadan bile teybini çalarlar diye insanları korkuttular.
O zamanlar kentsel dönüşüm de daha konuşulmuyordu, değil mi?
Tabii, bu anlattığım dönem 94-97 arası. 2000’li yıllara kadar bir şey yok. 2006’da eşim Tülin’le tanıştıktan sonra onun orayla ilgili hikâyelerini dinledim. Kahramanlar semtinde anneannesinin evi varmış. Kahramanlar’la Ege Mahallesi birbirine yakın. O zaman tabii İzban yoktu, yol bölünmemişti. Birbiriyle ilişki hâlinde. Şimdi İzban aradaki ilişkiyi somut biçimde kopardı. Bunu da belirtmek lazım. Tülin’in dayısına milli piyangodan büyük bir para çıkıyor. O zaman 18’lerinde bir genç. Ege Mahallesinde Roman sevgilisi oluyor bunun. Çıkan parayı o kızla yiyor. Mahalleye gidiyor her gün. Sonra kız kardeşine de güzel bir hediye alınca, annesi fark ediyor, sen bunu nereden buldun, diyor. Anlatmak zorunda kalıyorlar tabii. Bu hikâye benim çok hoşuma gitti. Sonra biz bunu birleştirdik. O zaman Sulukule’de kentsel dönüşüm gündeme gelmeye başlamıştı. Romanlar mahallelerinden çıkarılıyorlardı. Bir de üstüne Milliyet gazetesinde bir haber okudum. Kentsel dönüşüm Ege Mahallesi’nde de başlayacak diye. Yarın bir gün buralar yıkılacak söylentisi çıktı, zaman kaybetmeden o bölgeyi çekmek istedim. Fakat nasıl yapalım, içeri nasıl girelim, düşünüyoruz. Eskiden Roman mahallelerinde çeribaşları olurmuş, artık öyle bir şey de yok. Mahalleye gidip bulunamıyor. Ege Roman Derneği kuruldu diye bir yazı gördük. Özcan Çayırlı dernek başkanıydı, gidip anlattık derdimizi, burayı konu alan bir belgesel fotoğraf çalışması yapmak istiyorum, dedim. Aklına yattı, onlar da tabii tanınmak, görülmek istiyorlar. Dolayısıyla bu diyalogla birlikte 2006 Mayıs’ında fotoğraf çekmeye başladım. Hıdırellez, sünnet düğünleri, nişan, düğün her şeyi belgeledik. Sabah akşam oradaki gündelik yaşamı takip ettik, altı yedi ay kaldık orada. İnsan bırakmak da istemiyor. Öyle eğlenceli bir hayat var ki alışkanlık yapıyor. Hep orada olmak istiyorsun. Bitince serginin açılışını Roman müzisyenlerle mahallede yaptık. O dönem konu bir buçuk iki yıl boyunca Türkiye gündemindeydi.
Bu fotoğraflar kamusal farkındalık yaratmak için oldukça önemliydi. Kentteki kimlik zenginliği adına hâlâ da önemli olduğunu düşünüyorum. Konuya başlarken dikkatinizi neler çekti, neler yaptınız?
Ben bir konuya başlamadan önce şunu düşünüyorum: İşte konu diyelim Romanlar. Nedir Romanların yaşamı? Bir yandan da yok olacak bir kültür var. Kendine has eğlenceleri, sokak düğünleri… Ayakkabı boyacıları ayrı, evlere temizliğe gidenler ayrı, çiçekçiler ayrı, orada kentin içinde bir kültürel tanıklık var ve bunu bizim çekmemiz gerek. Anlatmamız gerek. Dolayısıyla bu hikâyenin peşinden gidiyorum.
Daha sonra da Aile Evleri projesi geliyor.
Aile Evleri projesi de benzer biçimde gelişti. İzmir’i gezerek tanımaya çalıştığım günlerde Tilkilik’te bir tabela gördüm. Üstünde ‘aile evi’ yazıyor. O zaman insanlar hâlâ içinde yaşıyor. Bense aile evi nedir, henüz bilmiyorum. İlgimi çekmişti, hiç unutmadım. Ama bunu çekecek cesaretim yoktu o zaman. Romanlar bitince ikinci konu olarak bunu kafaya koydum. Aile Evi – Kortejolar projesi de böyle doğdu. İyi ki çekmişim. Ama ben Zonguldak’ta değil de İzmir’de büyümüş biri olsaydım 70’li yıllardaki hâlini çekerdim. O zaman burada yetişmiş fotoğrafçılara bakıyorum, kimsenin ilgisini çekmemiş. Bu tip sıradan insanların yaşamlarını usta fotoğrafçılarımız ele almamış. Ara Güler yaşasaydı mesela kesin çekerdi. Hatta İzmir’e bir gelişinde bir aile evinin içinde fotoğraf çekmiş ama aile evi olduğunu bilerek mi çekti, orasını bilmiyorum.
“SAHİCİ FOTOĞRAF İÇİN ÇEKTİĞİN DÜNYAYA İÇERİDEN BAKMAN GEREK”
Sebebi ne olabilir bu ilgisizliğin?
Biz insanlara yaklaşmayı sevmiyoruz. Derinlemesine bir konu değil de daha uzaktan bakmayı yeğliyoruz. Manzara fotoğrafçılığını seviyor insanlar. Tabii bir insanın yaşamına girmek, onunla konuşmak, evine girmek, bu herkesin başarabileceği bir şey değil. İnsanın karakteristik özellikleriyle ilgili. İyi bir fotoğrafçı olabilirsin ama karşı tarafa o güveni veremezsen adam sana dünyasını açmaz. Çat kapı kimsenin evine giremezsin değil mi, almaz seni. Mahremiyet vardır. Ama bizim fotoğrafçılar maalesef kendilerinde üstünlük görüyorlar. Ben daha başka bir yerdeyim fotoğrafçı olarak, onlar benim altımda, dolayısıyla izin almadan her şeylerini çekebilirim diye düşünüyorlar. Böyle bir dünya yok. Onlarla aynı seviyeye gelmen, aynı yerden bakman lazım. Biz de tabii fotoğraf çekerken bu güveni verdiğimiz için insanlar bize evlerini açtılar. Aile evleri böyle oluştu yani.
Konu seçiminde kentin unutulan, gölgede bırakılan, deyim yerindeyse ‘öteki’ kimlikleri ön plana çıkıyor daha çok. Bu bilinçli bir tercih, değil mi?
Aslında şu da bir konu değil mi mesela? Sevinç Pastanesi’ne, Reyhan Pastanesi’ne her gün giden bir burjuva kültürü yok mu? En güzel kıyafetlerini giyip makyaj yapıyorlar, gayet güzel bir şekilde İzmir hanımefendileri, beyefendileri Sevinç Pastanesi’nde oturuyor. Orada pasta yemek, çay içmek zengin insanların ritüeli. Ben onu da çekmek isterim aslında ama onların yaklaşımı aynı olmuyor. Şimdi oraya gidip desem ki; “Ben sizin fotoğrafınızı çekmek istiyorum.” “Git işine” derler çünkü yukarıya çıktıkça insanlara daha rahat mesafe koyuyorsun. Kendi dünyanın fotoğrafının çekilmesini istemiyorsun. Romanlar belki en dipte yaşıyor ama kendisinin farkına varılmasını, yaşantısından haberdar olunmasını, bir umut yardım edilmesini istediği için onlara ulaşmak daha kolay oluyor. Levantenler olsun, İzmir Yahudilerinin yaşantıları olsun bunları da çekmek istedim. Mesela Jean Pierre İcard diye bir su bulucusu vardı, Lucien Arkas’ın üvey ağabeyi. Bornova’da bir yarışma olmuştu, Levanten bir aileyi çekeyim, dedim ama izin almak için göbeğim çatladı. Araya birilerini soktuk, ancak iki kere girebildim evine. Bu anlamda zor konular. Tabii romanlar da öyle kolay değil ama daha çabuk, samimiyetle ulaşılabilir. Gördüğün şeyler onlar. İşte Basmane’de görüyorsun, bu yaşantılara tanık oluyorsun.
Fotoğrafta kentle insan hikâyeleri buluştuğunda değerli bir anlam oluşuyor. Bir belgesel fotoğrafçı için insan hikâyelerini çekmenin zorlukları nelerdir?
Doğallığını vermek zorundasın. Orada roman yaşantısı var örneğin, ona müdahale etmeyeceksin. Olduğu gibi anlatmalısın. İşte aile evindeki yoksul yaşamı acındırmadan, ajitasyona kaçmadan anlatman gerek. Yani biz orada zorlama bir şey katmıyoruz, film çevirmiyoruz, bir sahne yok, dekor yok. Oradaki dekor, kadının kaldığı evde yaşayan kediler. Öyle ki ben kareleri bile kesmem mesela. Örneğin Joseph Koudelka büyük boyutlu çeker, gereksiz yerleri keser, yanları alır. Ben öyle bir şey yapmamaya çalışıyorum, vizörden baktığımda ne görüyorsam onu çekiyorum. Ne sonradan photoshopta bir şey ekliyorum ne de çıkartıyorum. Bir elektrik direği varsa bile o orada kalır yani.
Peki çekim süreci nasıl oluyor? Bir konuyu çekmeye karar verince nasıl bir çalışma yürütüyorsunuz?
Fotoğraf bir anda gidip çekilmez. Ayakkabıcı, terzi, çiçekçi fark etmez. Joseph Koudelka da Macar Çingenelerini çekti. Sen onun dışında nasıl farklı bir şey yapacaksın da etkili olacak? Bu korkutucu bir şey yani. Senden önce bunu çeken biri var. Aynı şekilde Romanlarla ilgili film çeken Tony Gatlif gibi bir usta var. Diyelim ki konumuz romanlar, senden önce bu işi kim yapmış, nasıl çalışmış, onu inceliyorsun. Konuyla ilgili filmleri izliyorsun, kitaplara bakıyorsun.
Bunlara bakınca etkilenmek kaçınılmaz değil mi?
Tabii ki etkileniyorsun, müzik hoşuna gidiyor, bir sahne hoşuna gidiyor ama burada başka bir yaşam var. Burası İzmir yani. İzmir romanları Macar Çingenelerinden farklı. Ege Mahallesi ile Tepecik Çingeneleri arasında bile kültür farkı vardır. Tepecik’le Kuruçay da öyle. Kuruçay daha tehlikeli örneğin. Çünkü başka olaylar olur, farklı işler döner orada. Mesela biz Ege’den sonra Tepecik’i çekmeyi çok istedik. Ama ben kendimi orada güvende, rahat hissedemedim. Birkaç defa gittik, burası bana göre değil dedim. Ege Mahallesi’ndeki insanlar bana daha yakın geldi. Çünkü şehre daha yakın bir kültür orası, içli dışlı olmuşlar, dışarıyla bağları filan var. O yüzden bana daha kolay geldi onları çekmek. Sonuçta etkilenme olsa da sen yine kendi hikâyenin peşinde koşuyorsun. Sonuç sana ait, senin çektiğin bir ürün oluyor.
O hâlde çekim aşaması, çalışma sürecine bağlı oluyor.
Şimdi araştırıyorsun, nerede kaç tane aile evi var, buluyorsun. Teker teker gidip anlatıyorsun. Adamlar sana kapılarını açıyorlar. Ben mesela Manisa Akhisar otelinde çok kaldım. Çünkü çok bana göreydi, İnsanlar yaşıyordu içinde. Gidip geldim her gün oradaydım. Sonuçta oradaki konu bittiğinde tamam dedim, bu iş bitti ve çok da güzel bir şey çıktı. Ödül de aldı.
“ASIL ÜZÜCÜ VE YIKICI OLAN, KÜLTÜRÜN YOK OLMASI”
Bir kentin yakın tarihini, artık kaybolmuş değerlerini belgelemiş biri olarak sizi üzen şeyler neler?
Fotoğraf açısından düşününce İzmir tam olarak fotoğraflanmamış. Yazık olmuş. İzmir, özellikle geçmişte çok kültürlü bir kent. Yahudi’si, Ermeni’si, Rum’u yaşamış. 1900’lerde Mübadele öncesi İzmir’de yaşayan bir fotoğrafçı olsaydım burada Rumların yaşantısını, o rebetiko gecelerini, Rum tavernalarındaki yaşamları çekerdim. Sonra mesela 35 bin Yahudi İsrail’e gitmeden aile evlerini çekerdim. Bu hayatları o zaman kaybolmamışken çekmek lazımdı. İzmir Fuarı diyoruz mesela. İzmir Fuarı’na ait doğru dürüst bir fotoğraf arşivimiz yok. İzfaş’ın bile yok. İzmir Fuarı’na gelen şarkıcıları çekmek isterdim. Yakın bir tarih aslında. Neden çekmediler? Hep anlatılır, gazinolar. Bir ay boyunca Zeki Müren bir yerde söylerken Emel Sayın, Müzeyyen Senar, Barış Manço, Cem Karaca onlar da başka yerde aynı anda. Ne biçim bir şey düşünebiliyor musun? Ve bunu kimse belgelememiş. Gazinoların o günlerini belgesel anlamda çekmemiş. Belki gazeteciler gittiler, çektiler ama onlar haber yapmak için çekmişler. Fuar dönemlerinin o pavyon zamanları mesela. İşçiler caddesindeki tütün fabrikalarının olduğu dönemler, Tekel fabrikasında çalışan insanlar… Bunların hepsi birer konu, hepsinin anlatılacak hikâyesi var. Bunların yapılmamış olması beni üzüyor.
Tabii kentin dönüşümü bütün bunları çekmeyi imkânsızlaştırıyor.
Kent çok hızlı değişiyor. 2000’lerden itibaren gecekondulaşma ve kentsel dönüşümle birlikte daha da hızlandı. İşte Bayraklı’yı görüyoruz. Rezidanslar, gökdelenler yükseliyor, bu aşırı hızlı değişimle birlikte kentin silueti de değişiyor. Bazı semtlere bakıyorsun, bir yıl önce gördüğünüz bir mahalle şu anda yok. Mesela 2006-2007 döneminde Mavişehir’in karşısında bir roman mahallesi vardı, o şimdi yok. Oralar tamamen apartman oldu.
Çektiğiniz bir mahallenin, sokağın, evin kaybolması, somut olarak artık orada var olmaması ne hissettiriyor?
Bu bir değişim dönüşüm meselesi. Roma İmparatorluğu zamanında da böyleymiş. Roma gelmiş, güzel şehirler kurmuş. Sonra o şehirler yıkılmış. Başka şehirler kurulmuş. Şehirler düzenlenecek, bu doğal ama kültür yok olduğu zaman üzülüyorum. Şehirdeki binalarla birlikte Roman kültürü, Yahudi kültürü, Levanten kültürü, Rum kültürü yitiyor. Asıl yıkıcı şey, kültürün yok olması. Belki çoğu zaman yerine yapılan daha güzel gözüküyor aslında. Çünkü oradaki artık köhne, çürümüş binalar, barakalar. Onları yıkıyorsun, oradaki insanları gönderiyorsun başka yere, orada daha güzel sokaklar, caddeler oluyor, alışveriş merkezlerine dönüşüyor. Görüntüye baktığında çok güzel bir şey ama gerçekten öyle mi? Oradaki doku ölmüş oluyor. Bornova’da Tarlabaşı diye bir yer vardı mesela. Düne kadar orada Hıdırellez eğlenceleri olurdu, Roman kültürü vardı. Hepsi gitti. Oradaki insanlar şehrin başka bir yerinde eriyip gittiler.
Modernleşmenin bu eylemi, tektipleşmeye götürüyor bizi. Küresel dünyada birbirinin aynısı tek tip insanlar olunca fotoğraf çekmek ne kadar anlamlı?
Şimdi artık Türkiye’de herhangi başka bir kente gitmenin pek bir anlamı yok. Hepsi birbirine benziyor. Trabzon’a da gitsen Starbucks görüyorsun, Diyarbakır’da da. Her yerde alışveriş merkezleri, aynı tarz binalar. Her şey birbirine benzedi. O yüzden insanlar daha sessiz yerlere kaçıyor. Daha sessiz yer de kalmadı gerçi. Oralar da huzursuz. Dünya birbirine benzemeye başladı iyice.
Durum böyle olunca belleği korumak çoğu zaman sizin yaptığınız gibi bireysel çabalara kalıyor. Yerel yönetimlerin bu konudaki politikaları, desteği yeterli mi, bir fotoğrafçı olarak ne düşünüyorsunuz?
Onların kafaları çalışmıyor ki bu işe. Hani tutup işte burada Yusuf Tuvi, Birol Üzmez vb. yaşıyor, böyle on fotoğrafçıyı bir araya getirelim. Kent hızlı değişiyor, gelin çocuklar, şu konuyu çalışın, size işte bir yıl süre, karşılığında şu kadar bir bütçemiz var. Sergi açacağız, kitap basacağız, tarihe tanıklık olsun diye bir düşünceleri yok. Onlar gündelik hikâyeler peşinde. Çıkar-menfaat ilişkisi. Bir taşeron şirkete o işten para kazandırabiliyorsa ne âlâ. İşin niteliğine bakmıyor. Çünkü bizim işler, çıkar akçeli, fazla kazandıracak işler değil. O yüzden onların ilgisini çekmiyor. Ama tabii olumlu destekler de gördük. İnkar edemem. Ben Muzaffer Tunçağ’ın başkanlığı döneminde, Romanlar’ı çektim bitirdim. Bir dilekçeyle sundum. Halim Yazıcı vardı o zaman. Sağ olsunlar, desteklediler, baskıları üstlendiler. Sonra Aile evleri’ni Hakan Tartan zamanında Konak Belediyesi destekledi. Sonrakilerse hiç ilgilenmedi. On yıl boşa geçti. Tunç Bey geldi. Kemeraltı Sözlü Tarih çalışması yaptılar. Yüz kişiyle röportaj yapıp bir belgesel hazırladılar. Bir arkadaşımın önerisiyle fotoğraflarını benim çekmemi istediler. Bu daha henüz yayımlanmadı. Kitabı basılacaktı, basılmadı; sergisi açılacaktı, ötelendi. Tunç Bey’in ömrü bitti. Şimdi proje güme gider diye korkuyorum. Son dakikada yapmazlar da yeni gelen başkan bununla hiç ilgilenmezse o zaman ben de kendim el atmak zorunda kalacağım, sizden bir şey çıkmadığı için ben bunu kendim yayımlamak istiyorum diyeceğim. Yüz kişinin portresi az şey değil yani.
Son birkaç yıldır Konak’ın arka mahallelerinde de değişime gidiliyor. Yeni düzenlemeler yapılırken oradaki kültür de çok hızlı değişiyor. Basmane Otelleri projesinde bölgeyi Yusuf Tuvi’yle birlikte fotoğraflamıştınız. İnsan hikâyeleri bağlamında göçmenlerin kentle kurduğu ilişkiye dair neler gözlediniz?
Onlar çok kısa süre kaldıkları için onların yaşamına derinlemesine giremedik maalesef. O zaman Afrika’nın çeşitli kentlerinden gelen insanlar vardı. Biz onları odalarında ya da sokakta çektik ama orada bir derinlik olduğu söylenemez çünkü ertesi gün baktığımızda o adam bir şekilde gitmiş. Yok olmuş. Ama son on yıldır Suriye’den gelen insanlar var Basmane’de, bambaşka bir hikâye oluştu. Oraya yepyeni bir kültür yerleşti. Kendi dükkânlarını açtılar, mağazalarından alışveriş yapıyorlar. Lokantaları, tatlıcıları, tütüncüleri var. Orada yeni bir Şam kuruldu yani. Bu da şimdi ayrı bir konu. Biri de gidip bunu konu edinmeli, derinlemesine çekmeli.
Belgesel fotoğrafa ilgi duyan ve kentin değişimine tanıklık etmeye çalışan fotoğrafçılar için neler söylemek istersiniz?
Herkes kendi kafasına göre takılıyor, dev aynasında görüyor aslında. Egolar çok yüksek. Kimse öneri alayım, danışayım, bu işin ustalarından icazet alayım demiyor. Usta-çırak ilişkisi kayboldu. Nasıl hemen terzide elbise dikemezsin, verirler izlersin. Ya da berberde ustura alınca hemen sakal tıraşı yapabilir misin? Şimdi fotoğrafçılar hemen sakal tıraşı yapmak istiyor ama adamın yanağını kesiyor. Bizdeki fotoğrafçılık mesleği ‘makineyi alıp gideyim, her şeyi çekeyim’e döndü. Yok öyle bir dünya. O zaman da n’oluyor, bir heves başlıyor, sonra heves geçip gidiyor. Bizim yaptığımız iş bambaşka. Biz tarihe bir şey bırakmak istiyoruz. Kalır, kalmaz; tarih bilir onu.