Bir Mütevazılaştırma Aracı Olarak Yapay Zeka

Dünyaya geldik. Ağaçlar meyveleriyle, kokularıyla bizi kendine çekti. Veya yakınımızdan geçerken öldürdüğümüz şu yaban hayvanı ziyan olmamalıydı değil mi? Açlığımızı giderdik. Hepsi tam da ihtiyacımıza göreydi. Ten diğerini arzuluyordu, seviştik. Karanlıktan ve soğuktan korkuyorduk. Gökteki ortalığı aydınlatan nesne içimizi ısıtıyor, korkularımızı gideriyordu. İhtiyacımız olan aydınlığı saçan bu gözden bizi izleyen gücün armağanı değilse neydi bunlar?

Toprağın altına koyup belli döngülerle çalıştığımızda elimizdekinden daha fazla elde etmenin yolunu bulduk. Artık her sene sadece doğanın bize sunduklarıyla sınırlı değildik. Saklayabilir, işleyebilirdik. Peki neye göre pay edecektik? Farklı farklı hayvanlar, yeteneklerine göre her işimize koşar olmuştu. Artık, çevrelediğimiz alanda doğanın kölesi değil efendisiydik. Ya da ambarın anahtarlarını ellerinde tutanlar öyleydi. 

Elbette bu, “Sapiens”’in hikâyesi. Bu hikâyenin küçük bir bölümüne odaklanarak, insanın benmerkezciliğinin yaşadıklarını incelemek istiyorum. Her ne kadar bu kendi içinde sınırlı bir perspektif olsa da en azından gerçekliğin bir kısmını ortaya çıkarmaya çalışacak.

Bize ait olan dünyada bizim için var olan hayvanlar ile yaşadığını sanan insan merak etmeye başladı. Öyle ya, mükemmel varlığımızın izleri her tarafa kazınmış olmalıydı. Ulvi bir amaç için burada değilsek neden gündüz tek, gece binlerce göz tarafından izlenmekteydik? Varlığımızın kadim sırrı ya sonsuz gökte ya da milyonlarca taşın birinin altında yazıyor olmalıydı. 

Bulamadık. 

Üstelik, belki de o kadar önemli olmayabileceğimizi ima eden her şeyden nefret ettik. 

Öyle ya, Galilei, Güneş’in Dünya etrafında dönmediğini, tersinin doğru olduğunu söylediğinde tokat gibi suratımıza çarptı. İşittiğimiz en büyük küfürlerdendi. Evrenin çok geniş olduğu için büyük bölümünü asla bilemeyecek olmamız veya “Soluk Mavi Nokta”’nın kainattaki önemsizliği de üzdü bizi. Ama o bizi hayvanlarla bir tutan, onların seviyesine inmemize neden olan melun teoriyi de hiç affedemedik.

Dört buçuk milyar yıllık önemsiz mavi noktanın son iki bin yılını görece bilen zavallı insan, durdu ve dedi ki: ama ben, en azından onlardan daha zekiyim. Ve yapay zeka bu ünvanı da almaya aday olduğunu duyurdu tüm dünyaya. 

Yapay zekanın bizden zeki olduğunu öğrenecek olsak çok da üzülmeyebilirdik. Onu biz oluşturduk derdik. Ancak vakti geldiğinde öğreneceğimiz zekanın da bir matematik fonksiyonundan öte olmadığı olacak ve bu, yaralayacak.

Zor olan, zihnin elektrokimyasal yapısının matematiksel olarak modellenebilir olduğunu kabul etmek olacak. Benzeri, belki de daha iyisi yapılabildiğinde orijinalinin amaçsızlığıyla yüzleşeceğiz. Önemsizleşmiş hissedeceğiz ancak aksine bu, özgürleşme yolunda önemli bir kilometre taşı olacak. 

Şu anda yapay zeka, insan zekasıyla tam olarak kıyaslanamaz durumda ve aralarında önemli farklar bulunuyor. Örneğin insanlar bir işi az sayıda örnekten yola çıkarak öğrenebilirken, bir yapay zeka modeli öğrenmek için geniş veri setlerine ihtiyaç duymakta. Öte yandan insan yaratıcılığı binlerce yıllık evrim süreçleri sonucunda ortaya çıkmış pek çok yapının katmanlı etkileşimi ile karmaşık bir yapıdayken yapay zekanın yaratıcılığı yalnızca beslendiği veri kümesinin içeriğinin sınırlı bir çıktısından ibaret olarak kalmakta. Yine de şu aşamasında bile yapay zeka modelleri eğitildikleri işlerde alandaki uzman insanları bile gerisinde bırakabiliyor. Her yeni adımında ise bir öncekini katlayarak ilerliyor.   

Diğer yandan, tüm çelişkileri ile bugüne kadar getirdiğimiz üretim süreçlerini elden geçirmek durumunda kalacağız. Değişim hızlanıyor ve kesinlikle bu hıza ayak uyduramıyoruz. Yapay zekayı rakibi olarak görenler, aynı işi kendilerinden daha hızlı veya daha iyi yapabilen bir yapı ile mücadele edecekler. İş süreçlerimize katmaya çalıştığımızda ise sosyal sistemlerimizin gelişmelere hangi hızla adapte olabileceği sorunuyla karşı karşıya kalacağız. 

Görünen o ki esmeye başlamış olan büyük bir rüzgâr var. Bu rüzgâr, kendisine direnen ve adapte olamayanları yıkacak ve bazılarını da hızla ileriye fırlatacak. Teknoloji geleceğimizde hem bir pusula hem de bir pranga olabilir. Eskiyi bertaraf edip tekrardan inşa ederken belki asla uyumayan gözlerle bezenmiş distopik bir gözlem ağı kuracağız, belki büyük teknoloji şirketlerini kamu yararına dağıtacak antitröst benzeri kanunlar çıkaracağız, belki de tembellik hakkını yeniden tartışmaya başlayacağız. 

Teknolojiyi doğru bir şekilde anlamak ve değerlendirmek bu yüzden önemlidir. Tehlikeleri de bolca barındırmasına rağmen başında olduğumuz bu süreç doğru yönetildiğinde toplumsal eşitsizlikleri azaltma, daha yaşanılabilir bir dünya oluşturma konusunda harika bir potansiyel bulundurmaktadır.