Kent Senfonilerinden Bahsedecektim Güya

Geçenlerde doğuştan sıvalı kolları genelde kitap balyaları yahut kamera, kalem, tripot cinsinden gereçlerle dolu bir arkadaşım aradı. “Kent” temasına uygun sinemasal bir yazı kaleme alıp alamayacağımı sorunca içeriğe de mülhem olur diye filmler ve kuramları üzerinden sohbete daldık. Hasbıhâlimizi siyasetle nihayetlendirdik. Malum önümüz seçim ve üstelik adı “kent” kendi “chaos” olan bu keşmekeşin yönetimine dair bir seçim. Dostum, Ege RTS bense DEU GSF çıkışlı sinemacı olunca ve konu da yerel seçim öncesi kent teması yani nadide İzmir’imiz olunca “City Symphony” türü (janrı) üzerine acil iniş yaptı diyaloglarımız. Benim aklımda Vertov’un 1929 yapımı, “Chelovek s kino-apparatom” (Kameralı Adam) Batıgün’ün odağında ise Walter Ruttman’ın 1927 tarihli filmi “Berlin: Die Sinfonie der Großstadt” (Berlin: Bir Kent Senfonisi) vardı. 

Telefon kapandığında üç büyük mesele zihnimde Japon kale maça başladı. Urladam’ın kültür sanat faaliyetleri, film çözümlemeleri, sinema eğitimleri derken yazmayı ne denli özlediğime de delaletti bu maç. Oyuncuları ise malumdu; yazının içeriği, biçimsel kısıtlar ve tabii hep nazik olan zaman… Fakir bir ülke olduğumuz için zihniyet temelinde zati hep acelemiz vardır ve ben de yazılıya son akşam çalışan nesildenim, dolayısıyla yazı için beş altı günüm olduğu anksiyetesini işbu bagajlarla aştım. Şifahi olarak konu kaçınılmaz şekilde memleket meselelerine gelse de güncel politikle ilgili yazmayı hem sevmem hem de pek deneyimim yoktur. İki en fazla iki buçuk sayfam var. Ne ki şu ana değin sabredip okuyanların anlayacağı üzere uzun uzun anlatmaya, daldan dala zıplamaya meyilli de bir kalemim var. Sonunda dostum bana sohbetlerimizdeki gibi bir dille yazmamı salık verince ilk paragrafı noktalayabildim.

  Kent deyince aklımız “City Symhony”  (Kent senfonisi) türüne gitti fakat bizdeki durum ile işin sinemadaki kökleri arasında müthiş bazı tezatlar mevzubahis. Sözgelimi biz kenti değil esas şehri biliriz. Şehir ve kent sözlüklerde eşanlamlı olup aynı muameleye reva kılınsa da esasen iki farklı kültürel muhayyilenin ürünleridir. Şehr Farsçadır ve eski dünya zihniyetine daha yakın coğrafyalardaki kurulumu, yaşamı imler. Halbuki batı kanonuna ait olan kent: Modern bir düzenin adıdır. Kültürünü, tarihini, sosyolojisini, belleği oluşturan tüm yapıyı kavramsal köklerinden uzak şekilde ele almak zati bizim esas trajedilerimizden değil midir? Bu bağlamda satrap, site ve Medine’yi anlamadan kentten ve şehirden söz etmek bana naiflik gibi geliyor. Böyle düşünmemdeki en önemli eserlerden biri olan Niyazi Berkes’in “Türkiye’de Çağdaşlama” kitabı hâlâ güncelliğini koruyor. Tıpkı Ülgener’in eserlerinin bugüne çok sözü oluşu gibi. Elbette kentten kasıt modernitedir. Bu da bizi memleket olarak en çetrefilli meselemizin tükenmez hâlesine getirir: Biz modern miyiz? Üstelik artık bu soru sadece bizim soru(nu)muz da değil. Zira batı da moderniteyi küreselleştirdiğinden bu yana soruyla muhatap. Ben mesela, ben “modern” miyim; yazının ulaşabildikleri, sizler modern misiniz? Ahmet Arslan hocanın bir Youtube videosuna denk geldim geçenlerde. Bölük pörçük oluşumuz üzerinden aslında bir cemaat, tarikat, topluluk, kabile olabildiğimizi ve fakat toplum olamadığımızı belirtiyordu. Haklı mı? Eh: Master degree! 

Telaş etmeyin hemen, konu Türk modernleşmesi yahut doğu batı farkı filan değil. Konu “kent” deyince zihnimde çağrışan depremler, seçimler ve hatta şairin deyişiyle: “Mühürlü kâğıt ve imzâ…” Belli ki kent sanılan ama hafızası oluşmasın diye özellikle uğraşılan memleketlerimiz bana pek de senfonik hissettirmiyor. 2012 senesinde girdiğim DEU GSF Film Tasarım binası Narlıdere’deydi. Hocalarımız ve bazı eski büyüklerimiz ise GSF’yi Alsancak’taki eski binasında okumuştu. İzmir’i bilenler merkezî ötelemeyi derhal hissedecektir. Hülasa şehrin en kalabalık, sanat üreten “kent olabilecek” kısmından merkezin bir ucuna doğru sürüklenmişlerdi. Ben de bu sürgünde doğanlardanım. Dolayısıyla çok nostaljik bahanelere kafa sallamışlığım, “GSF Evine Dönsün” başlıklı forumlara kayıt yaptırdığım olmuştur. Güzel Sanatlar nispeten serbest bir stili de beraberinde getiriyor malum, üstelik bizimkisi kuramsal yanı ağır basan bir okuldu. Teknik imkansızlıkları düşünsel çabalarla kapatan, hocalarının yayın anlamında talebeleri başta olmak üzere Türkçeye yeterince kaynak üretebildiği bir yaşam alanımız vardı. Zaten sanatın ve sanatsal üretimin merkezi İstanbul’a uzak olmanın, başına buyrukluğun sıkıntıları da üstümüzdeydi. Tüm bunların ardından önce kayıplar, kasıtlar, kalkan yetenek sınavları, artan kontenjanlar ve baskılar hep gittikçe de artan baskılar..

Şehre dair belleğimden sızanlar DEU GSF’si ve Konservatuarının Narlıdere Yerleşkesinden sökülüp yetersiz, başka amaçlar için yapılmış olan dağ başındaki Tınaztepe Rektörlük Bina’sına taşınışına getirdi beni. Berlin’in yirmi dört saatini şehre giren bir trenle başlatarak beş bölümde bize sunan Ruttman’ın eserinden bahsedecektim güya. Sadece bu yakın tarihli iğdiş etme sürecinde yaşanan usulsüzlükleri, sebep olunan hak ihlallerini, izan dışı kararları incelemeniz kâfi neden kentten, senfoniden, toplumdan bahsedemediğimin anlaşılması için. Belediyelerden parti örgütlerine, lunapark mafyalarından dekanlara, DİA’lardan DİBA’lara, Diva’lardan divanlara pek çok çıkar grubunun dâhil olduğu, bir tek öğrencilerine ve emekçi hocalarına söz hakkının sunulmadığı bir sürecin anlatısı benim için yerel seçim öncesi “Kent” ve sinema içerikli düşünceler. Maddi, siyasal (politik demiyorum, o da bizde yoktur zira onun yerine seyisliktir bizde siyasanın özü) çıkarlar diğer bir deyişle “ikbal” için yıkıma uğratılan sürecin birçok alternatifi de mümkündü halbuki.  Patates çuvallarına eserlerini, akademik birikimlerini doldurmaları ve sorgulamaksızın Ulü’l-Emr’e itaat ederek şehirden ayrılmaları istenmişti hocalarla talebelerinden. Atölyesiz, stüdyosuz, sahnesiz bir yönetim binasında üretmemeleri, diğer bir deyişle hafıza mekânları oluşturmamaları için de uğraşılıyor hâlâ. 

Şekil 1 DEU GSF Zorunlu ve Yetersiz Yere Taşınmaya İtiraz Eyleminden

Kentsiz, toplumsuz coğrafyamızın, oluşamadan dönüştürülmüş akademilerimizin bu viran çağına çare aramak yerine sadece ona kapılması isteniyor her zamanki gibi. Nitekim bizim akademi de bugün batıya bakarak nicel üretim fabrikalarına dönüşmeye teşne bir yapıya hızla angaje oluyor. Kendilerini yapay zekâ uygulamalarına asker olarak atamayı çağı yakalamak addederek bilgiyi üretmek yerine dijital ortama aktarmayı yeterli görüyor kimi zihinler. İleride yapay zekâ, onların yerine buradan sentezler çıkaracakmış. Üstelik bizde bazıları bununla böbürlenerek güya akıl çağının etkilerine gecikmiş tepkilerini de böyle koyuyorlar. Fakat aslında sadece mevkii düzeyindeki atamalarla ilgileniyorlar. Öyle ki güzel sanatlar artık atölye değil fabrika bile değil, arşivciler yetiştiren, envanter çıkaran bir bina. Bu amaçsız binaların içi istatistik baskısıyla hayatta kalmak için akademik puan “kasan” gamer’larla, dijitalist mankurtlarla, felsefeyi çeviri yapmak zannedenlerle doluyor her geçen gün. Yine de umutsuz değilim zira hâlâ her müdahaleye rağmen bir düşünsel gelenek korunuyor o dağın başında. Burada bırakıyorum, dağınık kalsın, zira vaziyet zaten darmadağınık. Yarım asırdır nereye konacağı bilinmeyen bir fakülteden çıkmış biri olarak, zannediyorum kent hafızamda ahrazların oluşması normal karşılanacaktır. Belki hâlâ geç değildir bir şehrin hafızasına en çok katkı sunabilecek oluşumlara gereken imkânların sağlanması için…

Dipnotlar:

1. Berlin, New-York, Paris, Moskova gibi yerlerin öne çıktığı belgesele sığmayan eserlerdir. Chelovek s kino-apparatom, Berlin: Die Sinfonie der Großstadt ve Jean Vigo’nun 1930 tarihli: “À propos de Nice” eserlerinin bugüne de çok sözü vardır. 
2.  Bu noktada Durkheim’cı ekolden yetişen hocaların talebeleri olarak şanslıyız ki Maurice Halbwachs’ın kolektif bellek ve bireysel hafızayla ilgili müthiş çalışmalarından da istifade edebilmiştik. Nora’nın konumuza da değen tezlerinden bazılarını savunduğu “Hafıza Mekânları” eserini de önermiş olalım. Fustel De Coulanges’in “Antik Site” kitabıyla Rauf Beyru’nun Literatür yayınlarının bastığı müthiş eseri “19. Yüzyılda İzmir Kenti” de önerilere dâhil olsun…
3. Devletin İdeolojik Aygıtları
4. Devletin Baskı Aygıtları