Dışların İçler Çarpımı: “Şiir Sokakta”

“Yıkıntılar nesnel değil ZALİM 

Böyle yazıyordu duvarda. Şiir yine sokakta. Bu dize kendine menkul bırakılmamış anonim şairimiz Zalim tarafından. Sonra “Neden, bilmemizi istiyor?” dedim. Bir tekile mi söylemiş, çoğulluk da faydalansın mı, mahalledeki birine mi bırakılmış bu dize? Şiir, dışların içler çarpımı mı? Kentin şiirle kurduğu bağ nedir? Kentte şiir böyle mi var oluyor? Eskiden şiir nasıl bir oluş hâli bulmuştu? 

1950’lerde şiir matineleri vardı. Belli salonlarda toplanan kalabalıklara şairler gelip şiirlerini okurdu. Attila İlhan, Özdemir Asaf, Behçet Necatigil ve diğerleri… Düşünsenize şiiri hep beraber aynı anda duymak, bildiğin bir şiiri içinden birlikte söylemek. Atmosferi hayal edin bir.  Onca kalabalığın, mikrofona geçen şairin bir bakışıyla susması. İlk dizenin ilk sözcüğüyle sesin duyuluşu ve şiirin hükmü. Oradaki duygudaşlık, şiir hemhâlliği. Dinlemek için o günü iple çekmek. Tüm bunların şiirin bir buluşma, bir hemen oraya çökme için bahane olduğunu düşünürüm. Kültürün inşasında şiir başat rolde. Çok önde görünmeyi sevmese de o konuşunca susuyor başka şeyler. Şiir işte! Şiir, o buluşmaları teknolojiyle mi kaybetti? İnsanlar birbirlerinden mi çekildiler? O sesler nereye gitti? Şiir akşamları, matineleri, buluşmaları, şiir sohbetleri bu ihtiyaçlardan çekildi mi? Kentin buna ihtiyacı kalmadı mı? 

Oysa kentle şiirin oluş hâli nasıl da benziyor. Sokakların oluş hâli, şiirin oluş biçiminden çok uzakta değil.  Birbirlerini kesmesi, denize çıkmamış sokakların bitmemiş şiir kurganlarına benzemesi, bir şiiri soysak da kabuklu duruşu, bir kentin kültürlerle katman katman kuruluşu gibi. Nazım’ın uzak ülküsü/ ülkesi kentler, Fazıl’ın serseri kaldırımları, Pia’yı bir türlü bir şehirde yakalayamayışı İlhan’ın, bekler mi bizi İstanbul Türkali, yeni bir şehir bulamaz mıyız Kavafis? Şairler sokaklarla var, evlerde yazarlar. 

Necatigil “Karalar içerler” diyor bir şiirinde. Çoklu okuması yapılabilir bu dizenin. Bir soru peydah olsa “Ya dışarılar?” Çarşılarda gündelik çekilince boşlukta mı yürür bir şiir? Gündüzün gürül gürüllüğünü de tutmaz mı bir dize? İncelediğimiz caddeler, dizelerde nasıl incelir? Kentin tüm bu duyuşunu sokağa taşımak, şiir üreticisi şairin görev midir?   Şair tüm bunları duyan kişi midir?

Bir kentin akşama devrilmesi, topukların çekilmesi evlere, kamu binalarının soğukluğu, denizli kentlerde martı şarkıları, gece ışıklarının altında dil gibi dışarı taşmış masalar ve yükselen insan sesleri, otomobillerin dışı, sokakların zorlandığı yerler, her şey şimdi ve oradadır. Şiirin atımı, toplar gelir sokaklardan. Bir masada bir kâğıda bir kalemle vurulur şiir korkarak, telaşla, sessizce bağıra susa… Kent şiirdir. 

Tüm bu şiir-oluş hâlinin kent kültüründe yerini tekrar hatırlamak gerekir. Şiirin kendini duyurmak için bulduğu dijital mecralardan ‘yüz yüze’ye, ‘ten tene’ye, ‘ses sese’ye, ‘nefes nefese’ye bir çemberde öne çıkmaksızın bir araya gelişlerin yollarını hatırlamalı yeni/den insan. Çünkü her bir dizede çağlar öncesinden gelen taşın sesi t’aşınır. Orada duyulan, burada sezilir yeniden.  Ol’mak için birçok kere ölmek gerektiğini, biz ancak zararsızca edebiyatta, küçük ölçekte de şiirde deneriz. Franco ‘Bifo’ Berardi “Anlam bir mevcudiyet değil, deneyimdir.” derken deneyimin somut hâlinin soyutlamasını çok güçlü bir şekilde vurgular. “Hayatın her duruma hakkı vardır” diyor Rilke. Biz, şiirin hakkını yemeyelim. Şiirin ve hayatın her duruma hakkı vardır. Şiir, kentleri yeniden istila etmeli. 

İnsan bir baltayı kavradığında, bir çiçeği kopardığında bir çocuk, bir kıyıda beklerken bir vapur, aynı anda tüm çocuklar çıkıverince okuldan, balkondan sarkmış dağılan bir çarşaf tüm belirsizliğiyle rüzgârını kesiyorken mahallenin, iç evler gibi çocukların oyun alanı oluyorken yumuşak duvarları çarşafların, tümler bir perde arkasında beklemiş loş apartman boşluklarından sokağa bir küf gibi yayılırlar boşluğa…

Şiir sokakta!