Depremler, mekâna bağlı yerleşik insan yaşamının gelişimine paralel olarak yarattığı sarsıntılarla büyük felaketlere dönüşebilir. Bu doğal afetler, tarih boyunca birçok türün yok olmasına ve medeniyetlerin çökmesine neden oldu. Bu nedenle, deprem riskleri insan yaşamı için ciddi bir tehdit oluşturur ve etkileri sadece fiziksel yapıları değil, aynı zamanda toplumun genel güvenliğini de derinden etkiler.
6 Şubat’ta yaşanan depremler, Türkiye’nin deprem gerçeğiyle bir kez daha yüzleşmesine neden oldu. Ancak bu sadece bir hatırlatma değil, aynı zamanda kentlerimizin depreme karşı ne kadar savunmasız olduğunu da gözler önüne serdi. Depremlerin vurduğu an, sadece binaların değil, aynı zamanda kentlerimizin güven duvarlarının da sarsıldığı gerçeğini bir kez daha gözler önüne serildi. Bu yıkımın izleri moloz yığınlarında değil, aynı zamanda insanların zihninde ve toplumun ruhunda da derin yaralar açtı.
TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası İzmir Şube Başkanı Eylem Ulutaş Ayatar, uzman psikolog Tuğçe Nur Doğan ve Hatay Depremzede Derneği Başkanı Ekrem Deveci’nin bir araya geldiği bu dosyada, deprem gerçeğini ve kentlerimizdeki güvencesizliği ele alacağız.
Depremler, travma sonrası stres bozukluğu gibi psikolojik etkiler bırakırken, toplumun kolektif ruh sağlığını da zorluyor. Tuğçe Nur Doğan, bu dosyada bize, depremin etkilerini, Akut Stres Bozukluğu’nu ve toplum olarak bu sorunla nasıl başa çıkabileceğimizi anlatıyor.
Ancak güvenlik sadece psikolojik değil, fiziksel olarak da sorgulanıyor. Eylem Ulutaş Ayatar, Türkiye’nin inşaat sektöründeki mevcut durumu ve deprem riskine karşı alınan önlemleri değerlendirdi. Binaların sağlamlığı ve kentsel planlama, depreme karşı savaşta kritik unsurlar olarak öne çıkıyor.
Ekrem Deveci ise, depremlerin vurduğu bölgelerdeki toplumsal dayanışmanın ve yardımlaşmanın önemine işaret ediyor. Kentlerimizdeki güveni sağlamak, sadece sağlam binalarla değil, birbirimize olan desteğimizle de mümkün olacak.
Türkiye’nin deprem gerçeğiyle yüzleşmek için daha ne kadar bekleyebiliriz? Depremler, yıkımdan çok daha fazlasını ortaya çıkarıyor; umudu, dayanışmayı ve değişimi de beraberinde getiriyor.
DEPREMİN İZLERİ: PSİKOLOJİK YIKIM VE İYİLEŞME YOLCULUĞU
Depremler, insan yaşamını ve toplumları derinden etkileyen doğal afetlerdir. Yaşanan bu travmatik olaylar, sadece fiziksel değil, aynı zamanda psikolojik açıdan da büyük bir yük getirir. Doğal afetlerin ardından bireylerde görülen ruhsal durumları anlamak ve bu durumlarla başa çıkmanın yollarını bulmak hayati öneme sahiptir.
Bu röportajda, depremin psikolojik boyutunu ve travmatik olayların bireyler üzerindeki etkilerini uzman psikolog Tuğçe Nur Doğan ile ele aldık. Doğan, Fikir Gazetesi’ne depremlerin insan psikolojisi üzerindeki etkilerini değerlendirirken Akut Stres Bozukluğu’nu (ASB) detaylı bir şekilde aktardı. Travmatik olaylar olarak nitelendirilen doğal afetleri takiben bireylerde gelişen ASB’nin belirtileri arasında olaya dair sık sık akla görüntüler gelmesi, rüyalarda olaya dair sahnelerin görülmesi, uykuda bozulma, olayı hatırlatacak yer ve durumlardan kaçınma davranışı, irkilme tepkisinde artış, odaklanma zorluğu, saldırganlık ve öfke, kaygı, yorgunluk, umutsuzluk, intihar eğilimi ve depresif ruh halinin yer aldığını ifade eden Doğan, psikososyal desteğin önemini şu sözlerle anlattı:
“Elbette her bireyin olaylardan etkilenme derecesi aynı olmaz ve her birey kendi ruhsal yapılanmasına uygun olan belirtiyi göstermektedir. ASB travmatik olayı takiben travmatik olayı yaşayan kişilerin büyük bir kısmında ilk bir aylık süreçte beklenmekte ve olağan görülmektedir. Ancak süreç ilerledikçe yeterli destek gönderilmez, bireylerin birincil ihtiyaçları karşılanıp güvenli hissedecekleri alanlar oluşturulamaz ve psikososyal destek sağlanamaz ise birçok kişide ASB belirtileri yerini Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) olarak adlandırdığımız uzun yıllar sürebilen bir ruhsal zorlantıya dönüşür.”
“HAYATTA OLMANIN SUÇLULUĞU VE UTANCI TOPLUMDA YAYGIN OLARAK DENEYİMLENMİŞTİR”
Paylaşılan travmatik görüntüler ve aktarılan hikayelerle akut stresin de aktarıldığını ve dolayısıyla travmatik olayların yalnızca olayı deneyimleyen kişileri değil olaya şahitlik eden bireyleri de etkilediğini belirten Doğan, “Özellikle Türkiye gibi her ili deprem riski altında olan bir ülkede birçok yurttaş depremi takiben kaygı, panik atak gibi semptomlar göstermiştir ve yas belirtiler olarak adlandıracağımız durumlar yaşanmıştır. Kaygı odaklı semptomlara ek olarak üzüntü, umutsuzluk, öfke, güvensizlik, hayatta olmanın suçluluğu ve utancı toplumda yaygın olarak deneyimlenmiştir.” dedi.
“TRAMVATİK GÖRSELLERİN VE HİKÂYELERİN AKTARIMI BİREYLERİN TRAVMATİZASYON DÜZEYİNİ ARTIRIYOR”
Doğan, toplumun ruh sağlığını korumanın yolunun maruziyeti azaltmaktan geçtiğine işaret ederken travmatik görsellerin ve hikâyelerin aktarımının bireylerin travmatizasyon düzeyini artırdığını belirtti. Özellikle çocukların bu görsellerden korunmasının önemli olduğunu vurgulayan Doğan, “Ancak öte yandan toplumsal bir acıyı ve onunla birlikte gelen stresi deneyimlemekten ne derece korunmak gerekir, bu da başka bir etik soru ortaya çıkarır. Akut stres belirtileri normal ve insanidir, ancak yeterli psikososyal destek sağlanamaz ise toplum sağlığı açısından tehlike arz edebilir.” diyerek; bağımlılık, saldırganlık, artan intihar düşüncelerinin TSSB ile ilişkili çıktığını dile getirdi.
“BİREYİN HAYATTA KALMASIYLA İLGİLİ BİR ENDİŞESİ BULUNMADIĞINDA, YIKILAN GÜVENLİK ALGISINI YENİDEN İNŞA ETMEYE BAŞLAYACAKTIR”
6 Şubat gibi bir afet söz konusu olduğunda toplumun büyük çoğunluğunun akut stres belirtileri göstermesinin; arama kurtarma ve ilk yardım çalışanlarının çok büyük bir kısmında ikinci travma belirtileri görülmesinin ve depremi deneyimleyenler arasında da çok büyük bir kesimde TSSB belirtileri görülmesinin beklenen bir durum olduğunu belirten Doğan, sebepleri şu sözlerle aktardı:
“En büyük sebebi ise beslenme, barınma gibi birincil ihtiyaçların dahi çok zor karşılanmış olması idi. Bu tarz afetlerin ardından depremden etkilenenlerin travmatizasyon düzeyini azaltmak için en önemli adım birincil ihtiyaçların olabilecek en hızlı biçimde karşılanması ve hayatta kalanların güvende oldukları hissinin tayin edilmesidir. Birey hayatta kalmasıyla ilgili bir endişesi bulunmadığında, travmatik olayın yıktığı güvenlik algısını yeniden inşa etmeye başlayacaktır. Bu etabı takiben sağlanacak psikososyal destek ise TSSB etkilerinden koruyucu olacaktır.”
“BİRBİRİNİ İYİLEŞTİRME BECERİSİ DE PSİKOSOSYAL DESTEK KADAR ÖNEMLİDİR”
Söz konusu psikososyal destek için ilk yapılması gerekenin psikososyal tarama olduğunu ve acil sosyal hizmet desteği ya da medikal destek ihtiyacı içindeki kişilerin saptanarak, ihtiyaçların karşılanmasının oldukça önemli olduğunu belirten Doğan, tarama çalışmalarını takiben oluşturulacak psikososyal destek gruplarının ve bireysel psikolojik destek çalışmalarının, bireyleri travmanın kalıcı hasarlarından korumada büyük önem arz ettiğini belirtti ve şunları ekledi:
“Psikososyal desteğin yanı sıra bireyleri topluluk hayatı içinde tutacak alanlar oluşturulması, istihdam imkânı yaratılması, eğitimin devamlılığı, sosyal alanların yaratılması ise sosyoterapi diyebileceğimiz, bireylerin kendi sosyal grupları içinde birbiriyle dayanışarak birbirini iyileştirme becerisini artıracaktır ki bu da psikososyal destek kadar önemlidir.”
KENTLERİN OMURGASI: DEPREME KARŞI DİRENÇLİ YAPILAŞMA
Depremler, kentlerimizin omurgası üzerinde büyük baskı oluşturan doğal afetlerdir. Bu nedenle, kentlerin yapılaşması ve altyapıları, depreme karşı dirençli olmak zorundadır. TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Şube Başkanı Eylem Ulutaş Ayatar ile gerçekleştirdiğimiz röportajda, kentlerimizin depreme karşı dirençli yapılaşması konusunda atılan adımları ve önümüzdeki dönemde yapılması gerekenleri ele aldık.
Kentsel planlamayı ‘bir kentin mevcut durumunu ortaya koyarak, bunları birtakım verilere dayandırarak, gelecekteki projeksiyonunu görüp plana yansıtma süreci’ olarak ifade eden Ayatar, kentsel planlamanın temel hedefine dair şunları söyledi:
“Kentsel planlamanın temel hedefi, mevcutun değerlendirmesini yapmak ve oradaki veriyi alıp geleceğe dair kentin yol haritasını çıkarmak. Bunun içerisinde de afet risklerinin dikkate alınması gerekiyor. Ne kadar dikkate alındığı konusu önemli burada. Elbette dikkate alınan yönleri var ama yeterince dikkate alınmadığı da bir gerçek. Bunu da sonuçlardan görüyoruz aslında. Aşırı bir doğa olayı söz konusu olduğunda, doğal bir olayla karşılaştığımızda bunun sonuçlarını görüyoruz. Dolayısıyla evet, afet sürecinin de afet risklerinin de planlama süreci içerisinde bir rolü var. Çünkü yapılaşma alanları belirlenirken -sadece konut gibi düşünmeyelim aynı zamanda işyerlerinin, sağlık merkezlerinin, eğitim merkezlerinin planlanmasında- ve buradaki ulaşım yollarınının dizaynında da afet risklerinin değerlendirilmesi gerekiyor. Yeteri kadar dikkate alınmadığını da yaşadığımız sonuçlardan görüyoruz diyebilirim.”
“YASALARI, YÖNETMELİKLERİ DOĞRU UYGULARSAK GÜVENLİ YAPILARDAN SÖZ EDEBİLİRİZ”
Yapılaşma sürecinin; projelendirme, uygulama-imalat ve denetim olmak üzere üç temel aşamadan oluştuğunu aktaran Ayatar, tüm bu aşamaların eksiksiz, yani hem mevzuata uygun bir şekilde hem de tekniğine uygun bir şekilde gerçekleştirilmesi gerektiğinin altını çizdi. Ayatar, sürece ilişkin yasal yönetmelikler olduğunu vurgulayarak “Bunları öncelikle tasarımda muhakkak uygulamamız gerekiyor. Daha sonra imalat aşamasına geldiğimizde de yapının projesine tasarlandığı haliyle uygulanabilmesi için doğru bir mühendislik hizmeti alarak uygulanması gerekiyor. Bu da ciddi anlamda denetlenmesi gereken bir süre. Yapı üretim süreci multi-disipliner bir konu, burada birçok aktör var aslında. Birçok meslek grubunu içeren bir olay ve bu meslek gruplarının işbirliği içerisinde çalışması çok önemli. Projelendirme, uygulama ve denetim aşamalarında birbirini destekleyen çalışmaların üretilmesi gerekiyor. Bunları doğru yaparsak, bu hâliyle planlayıp uygulayabilirsek aslında geleceğe dair bir önlem almış oluruz. Afet planlamasında risk azaltmanın öncelikli konu olması gerekiyor. Bugün yaptığımız işlerin doğru yapılması, karşılaşabileceğimiz bir afete karşı daha dirençli yapıları getirecektir. Yasaları, yönetmelikleri doğru uygularsak güvenli yapılarımızdan bahsedebiliriz, doğru yapılaşmayı sağlayabiliriz.” dedi.
“KÂR ELDE ETME GÜDÜSÜNÜN YAPININ GÜVENLİĞİNİN ÖNÜNE GEÇMEMESİ LAZIM”
En büyük eksikliğin uygulama kısmında olduğunu dile getiren Ayatar, yetkin mühendislerin önemine vurgu yaparak, her şantiyede bir şef olması gerektiğini ifade etti. Şantiye şefliğinin tam zamanlı olarak yapılması ve şefin başından sonuna kadar yapının denetiminde bulunması gerektiğini belirten Ayatar, şantiyede çalışan ustaların ve işçilerin de kalifiye olmalarının, işlerini belirli bir yetkinlikle yapmaları gerektiğinin önemine dikkat çekti. Öte yandan diğer aktörlerden de söz eden Ayatar, kâr elde etme güdüsüne ilişkin şu ifadeleri kullandı:
“Elbette bir de müteahhitler var. O noktada da işin güvenliği bir kenara bırakılmış durumda… Bir sermaye sahibi açısından baktığımızda, daha çok kâr yaratmak gibi bir derdi olabilir ama oradaki kâr elde etme güdüsünün yapının güvenliğinin önüne geçmemesi lazım. Aslında bu, kendisi açısından da bir güvence. Muhakkak kendilerinin de, geleceğe dair ortaya çıkabilecek sorunları önleme anlamında dikkat etmesi gerekiyor.”
“YÖNETMELİKLERE UYULMASI BEKLENİYOR AMA UYGULAMA KONUSUNDA BÜYÜK PROBLEMLER VAR”
Mevcut yapı stoğunun güvenli hâle getirilmesi için uygulanan standartlar ve yöntemler hakkında bilgi veren Ayatar, mevcut durumu değerlendirerek, “Öncelikle mevcut yapı stoğuna dair bilgi sahibi olmamız gerekiyor. Bu yüzden bu yapıların taranması ve bilgi toplanması lazım. Aslında zaten resmi olarak oluşturulan planların içerisinde bunlar var ancak bunu harekete geçirme konusunda çok geri kaldık, çok yavaş ilerleyen bir süreç bu. Örneğin İzmir’in Balçova ve Seferihisar ilçelerinde, 30 Ekim depremi öncesinde bir risk değerlendirmesi yapılmıştı. Deprem sonrasında Bayraklı ve Bornova ilçelerindeki yapı stoğunun da inceleme çalışması yapıldı. Fakat bu incelemelerin, tüm kente yayılması, Türkiye’nin her yerinde yapılması gerekiyor. Risk değerlendirmesiyle birlikte bölgede öncelikli olarak hangi yapılarda ağır hasar/ yıkım görme ihtimalimiz daha fazla, onları ortaya çıkarıyoruz ve o yapıların belli bir kısmını güçlendiriyoruz. Kurtulabilecek olan yapılar varsa güçlendirerek kurtarmak ya da yıkıp yenisini yapmak ve can kayıplarını önlemek gibi bir yöntemin uygulanması gerekiyor. Ulusal ve uluslararası standartlar var, bunları mevzuatta düzenleyen kamu kurumları/ kamu idareleri var. Örneğin, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı da, AFAD da yönetmelikleri belirleyen idareler. Bu yapıların oluşturduğu kurullarla yönetmelikler hazırlanıyor ve yayımlanıyor. Bu yönetmeliklere uyulması bekleniyor ama uygulamada büyük problemler var.” ifadelerini kullandı.
“POLİTİKANIN BELİRLENMESİNDE ORADA YAŞAYAN HERKESİN SÖZ HAKKI VAR”
Ayatar; dirençli kenti, ‘olası bir afet riskine karşı mümkün olduğu kadar az yara alacak ya da o yarayı aldıktan sonra hızlıca toparlanacak kent’ olarak tanımlarken, bunun ancak varolan her yapının sürece aktif katılımıyla mümkün olabileceğini vurguladı. Ayrıca kentsel planlamadan ve politikanın belirlenmesinden bahsedildiğinde katılımcılığın çok fazla ön plana çıktığını belirterek şunları söyledi:
“Kağıt üzerinde birçok şey hazırlanabilir, ki bizim hâlâ kağıt üzerinde de eksiklerimiz var. Mesela ‘her şantiyede bir şef olması gerekiyor’ örneğini verdim fakat hâlâ böyle bir yönetmeliğimiz yok. Deprem yönetmeliği iyi düzeyde diyebileceğimiz bir yönetmelik ama yönetmeliklerimizde ve yasalarımızda hâlâ uygulamaya yönelik eksiklikler var. Kentsel planlamada da sürdürülebilirliği yakalayabilmek için birçok kesimi bir araya toplayıp politikanın belirlenmesi noktasında yol haritasını birlikte çizmek lazım, yoksa eksik kalır. Kâğıt üzerinde her şeyi yazarız ama uygulayıcılar o sürecin içerisine dâhil edilmezse o zaman gerçekleşmez. Yaşadığımız şeylerin bir parçası buna da bağlı aslında. Evet, planlamanın daha teknik yönleri de var ama politikanın belirlenmesinde orada yaşayan herkesin söz hakkı var. İlerleyen süreçlerde karşılaşacağımız bir afet durumunda destek alınacak kişilerden biri hiçbir yapıda örgütlü olmayan bir kentli, bir yurttaş da olabilir. O yüzden politikanın belirlenmesi sürecinde ciddi bir örgütlenmeye ihtiyaç var.”
“ÖNLEM SÜRECİ, YAVAŞ YAVAŞ İLERLETİLEBİLECEK BİR SÜREÇ DEĞİL”
Depremlerle mücadelede alınan önlemler, toplumun güvenliği için hayati önem taşıyor. Ancak, Ayatar’ın da belirttiği gibi, mevcut önlemler yeterli değil. Ayatar, hızlı bir şekilde daha etkili adımlar atılması gerektiğine vurgu yaparak konuya ilişkin değerlendirmesinde şu sözlere yer verdi:
“Afete yönelik muhakkak önlemler alınıyor; iyileştirme yönünde yapılan her türlü uygulamanın bir katkısı var ancak sonuca baktığımızda, yarın yaşadığımız bir depremde çok sayıda binanın yıkılacağını ve çok sayıda insanı kaybedeceğimizi bir gerçek olarak biliyorsak doğru önlemleri tam anlamıyla almadık demektir. Yavaş yavaş ilerletilebilecek bir süreç değil önlem süreci. Çünkü depremi ne zaman yaşayacağımızı da bilmiyoruz. Her an olabilir ve karşılaşacağımız sonucu da biliyoruz. Aslında yaşadık da… İki yılda bir yıkıcı depremlerle karşılaşıyoruz. Zaten 6 Şubat depremleri de çok acı bir şekilde gösterdi bize yeteri kadar önlem almadığımızı. Burada konu hani ‘1 ya da 0’ derler ya, 1 olması lazım 0.5 kurtarmıyor. Evet, 0’da değiliz, ilerlemeler söz konusu ama onu 1 yapmak durumundayız. Bazı yönetmelik değişiklikleri ve kamu idaresinin bu konudaki net tavrı ile bir anda 1 de yapılabilir, bazı şeyler doğrudan da iyileştirilebilir.”
RUTİN KONTROLLER HAYAT KURTARIYOR
Son olarak yapıların periyodik kontrollerinin önemine değinen Ayatar, günümüzde yeni yapılan yapılar için periyodik kontrol geldiğini ancak mevcut yapılar için böyle bir sistem olmadığını belirterek yapıların uğradığı değişime dikkat çekti. 2000 yılında kente hazır beton geldiğini, 1995-1996 yıllarında inşa edilen yapılarda zemin etütlerinin yapılmadığını belirten Ayatar, bir sürü imalat eksikleri ve hatalarıyla, işçilikleriyle bugüne gelen bir yapı stoğu olduğunu hatırlatarak şunları dile getirdi:
“Eksikler/ hatalar olmasa dahi, bugün o yapı yine eski hâlde değil. Dolayısıyla yapıya muhakkak bakım sağlanması gerekiyor. Örneğin, suyun binayla etkileşiminin olması bir tehdittir. Yalıtım açısından da önlemlerinin alınması ve bakımlarının yapılması gerekiyor. Bir de bizim yapılarda değişiklik yapmayı seven bir bakış açımız da var. Dolayısıyla kolon, kiriş gibi taşıyıcı sisteme müdahaleler de yaşanıyor maalesef. Bütün bunların hesabının yapılması gerekiyor; taşıyıcı sisteme müdahale etmemek gerekiyor ya da duvar tadilatında dahi, tadilatın yapıya etkisini ölçmemiz gerekiyor. Yapı, tasarlandığı gibi durmayabilir ve dolayısıyla yapıya gidip belli aralıklarla bakmamız lazım. Bu açıdan rutin kontrollerin yapılması önemli. Sıkça araba örneği veririz bu konuda. Arabaların neden periyodik bakım yapılır? Çünkü o araba, aldığımız gibi değil. Belirli bir kilometre ve belirli bir zaman geçtiğinde belli eskimeler söz konusu oluyor. Yapılarda da aynı şey aslında. Fiziksel bir eskime söz konusu. Birçok çevresel etkiye maruz kalmış ve ideal ortamda durmuyor yapılarımız. Dolayısıyla bizim o yapıları incelememiz ve periyodik olarak kontrol etmemiz gerekiyor.”
BİRLİKTE AYAĞA KALKMA: HATAY’DA BİR YILIN ARDINDAN
Türkiye’de, yaşanan afetlerle toplumsal dayanışmanın önemi gözler önüne seriliyor. 6 Şubat tarihinde meydana gelen depremler, özellikle Hatay’da yıkımın izlerini bıraktı. Ancak bu yıkımın ardından, Hatay Depremzede Derneği gibi örgütlerin ortaya koyduğu etkileyici toplumsal dayanışma ve yardımlaşma, umudu yeniden yeşertmek için çabalıyor.
Hatay Depremzede Derneği Başkanı Ekrem Deveci, dernek olarak son bir yıl içinde deprem bölgesinde yaptıkları çalışmaları aktarırken depremin ilk gününden itibaren Dayanışma Gönüllüleri olarak Hatay’ın sokaklarında olduklarını ve o günden bugüne depremin Hatay halkı üzerindeki yıkıcı etkisini görüp yaşadıklarını dile getirdi. İlk günlerde yaşanan yalnızlık ve çaresizliğin sürdüğünü ifade eden Deveci, Hatay’ın bugününü Fikir Gazetesi’ne anlattı:
“HATAY HALKI, KENTİNİN YENİDEN İNŞASINDA SÖZ SAHİBİ OLMAK İSTİYOR”
“Depremin üzerinden geçen bir yılda Hatay halkı uygun barınma koşullarına erişebilmiş değil. Kira yardımı aldığı gerekçesiyle çadırda kalmaya mahkum edilenler var. Bu ekonomik koşullarda kira yardımına muhtaç olan vatandaşlarımız göz göre göre mağdur ediliyor. Geçici yaşam alanı olarak tariflenen konteynerlarda kalan ‘şanslı’ kesim ise elektrik ve su kesintileriyle boğuşmak zorunda bırakılıyor. Isınma ve hijyen sıkıntılarından kaynaklı bulaşıcı hastalıklar hızla yayılıyor. Birinci yılın sonunda sağlığa erişim koşullarının iyileştirilmemesi, yıkılan Aile Sağlık Merkezleri’nin yeniden inşa edilmemesi, yönetmelik kararı bahane gösterilerek nüfusu artan mahallelere Aile Sağlık Merkezi kurulmaması temel ihtiyaçlarımıza ulaşmakta dahi ne denli sıkıntı yaşadığımızı gösteriyor. Eğitim bin bir zorlukla sürüyor. Bazı okullarda konteynerlarda ve 30’ar dakikalık derslerle çocuklarımız eşitliksiz bir yarışa sürükleniyor. Kent içi ulaşım sağlanabilmiş değil. Dolmuş sayıları ve güzergahları ihtiyaca hizmet etmiyor. Çöken yollar onarılmış değil,bununla birlikte deprem sonrası oluşan çukurlar, bizleri her an kaza yapma ihtimalimizin olduğu yolculuklara mecbur bırakıyor. Hâlâ asgari yaşam koşullarına erişebilmiş bir kent değil Hatay. Gittikçe genişleyen rezerv alanlar, bir süredir konuşulmasa da orada öylece duran riskli alan yasası, yerinde dönüşüm, TOKİ belirsizlikleri Hatay halkını tedirgin ediyor. Hatay halkı, kentinin yeniden inşasında söz sahibi olmak istiyor.”
“HEP BİRLİKTE YÜKSELTECEĞİMİZ SESİN SARSICI ETKİSİNE İNANIYORUZ”
Hatay Depremzede Derneği’nin Hatay halkının sesi olma gayesiyle kurulmuş bir dernek olduğunu vurgulayan Deveci, derneği ‘Hatay halkının yaşadıklarını, terk edilmişliğini gözler önüne seren bir mücadele derneği’ olarak tanımlıyor. Deveci ayrıca, kentin birçok mahallesinde mahalle komisyonları olan derneğin komisyonlar aracılığıyla mahallelerin özel sorunlarını ve kentin genel sorunlarını tartışıp çözüm yolları aradığını belirtirken, “Hep birlikte yükselteceğimiz sesin sarsıcı etkisine inanıyoruz. Eğitim, hukuk, sağlık gibi ortak sorunların dışında mahallere ait sorunları yetkililere iletip çözümünü talep ediyoruz. Eylemlerimiz sonucu elektrik sorunu çözülen, okula ücretsiz servis sağlanan mahallelerimiz var.” dedi.