Türkiye, mülteci ve göçmenlerin yaşamında güvencesizlik, belirsizlik ve kayıt dışılığın hüküm sürdüğü, karmaşık bir sahne hâline geldi. Bu durum, “kısıtlanmış hareketlilik” olarak adlandırılan, oldukça karmaşık hareketlilik biçimlerinin ortaya çıkışını beraberinde getirdi. Mülteci ve göçmenler, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde, belirsizlik içindeki yasal statüler ve sınırlı sosyal haklar nedeniyle günlük yaşamlarında sürekli bir belirsizlik içinde yaşamaktalar. Bu, onların iş, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişimlerinde önemli engeller oluşturmakta, aynı zamanda sosyal içerme süreçlerini de zorlaştırmakta.
Ülkede, mülteci ve göçmenlerin prekerleşme olarak ifade edebileceğimiz bu güvencesizlik durumu, enformal ekonomik faaliyetlere katılımı zorunlu kılmakta, bu da onları daha da kırılgan hâle getirmekte ve hak ihlallerine açık bir konuma sokmaktadır. Enformel çalışma koşulları, mülteci ve göçmenlerin iş güvencesi ve sosyal güvenlik haklarından mahrum kalmasına yol açmaya devam ediyor.
Ayrıca, Türkiye’de göç, özellikle yaklaşan seçimlerle birlikte, giderek daha fazla siyasallaşmış bir konu haline geldi. Göçmen ve mülteci politikaları, siyasi partiler ve kamuoyu tarafından sıkça tartışılan ve farklı siyasi ajandaların bir parçası olarak kullanılan bir mesele oldu. Bu siyasallaşma, göçmen ve mülteci haklarına yönelik politika yapım sürecini etkilemekte ve bireylerin günlük yaşamlarını daha da zorlaştıran bir faktör olarak ortaya çıkmaktadır. Siyasal alandaki bu çekişmeler, mülteci ve göçmenlerin toplumsal entegrasyonunu daha da karmaşık hâle getirmekte, aynı zamanda “kısıtlanmış hareketlilik” durumlarını daha da pekiştirmektedir. Bu bağlamda, Türkiye’deki mülteci ve göçmenlerin yaşadığı zorluklar, sadece yasal ve ekonomik meselelerle sınırlı kalmayıp, aynı zamanda siyasi ve sosyal boyutları da içermektedir. Göçün siyasallaşması, yabancı düşmanlığı ve ayrımcılığı sürekli tetiklemekte ve günlük yaşamda yerli topluluklar ile göçmen topluluklar arasında sürekli bir mücadeleye dönüşmektedir.
Yaklaşmakta olan yerel seçimlerle birlikte, göç meselesi siyasi arenada daha belirgin bir hâle gelmiştir. Siyasi partiler, göç politikaları üzerinden seçmenlerin desteğini kazanmaya çalışırken, bu durum göçmenlerin toplumsal entegrasyonu ve sosyal uyumu açısından daha karmaşık bir tablo ortaya koymaktadır. Açık kapı politikaları ile kısıtlayıcı ve kontrol odaklı yaklaşımlar arasındaki çekişme, göçmen ve mültecilere yönelik tutumlar arasında derin bölünmelere neden olmaktadır.
Bu kritik dönemde, Türkiye’nin insan haklarına saygılı, adil ve sürdürülebilir göç politikaları geliştirmesi büyük önem taşımaktadır. Göçmen ve mülteci korumasını odak noktasına alan, entegrasyonu kolaylaştıran ve toplumla uyum içinde yaşamalarını sağlayan politikalar, hem siyasi istikrarı hem de toplumsal barışı destekleyecektir. Önümüzdeki yerel seçimler, göç konusundaki politik tutum ve toplumsal yaklaşımlar açısından önemli bir sınav olacaktır. Bu durum, sadece Türkiye için değil, aynı zamanda küresel bağlamda da önemli sonuçlar doğuracaktır.
Avrupa Birliği’nin (AB) dışsallaştırma politikaları, Türkiye’nin bu süreçteki rolünü daha da karmaşık hâle getirmektedir. AB, göç akışlarını yönetme ve kontrol etme amacıyla dış sınırlarını güçlendirme ve üçüncü ülkelerle işbirliği yapma stratejileri geliştirmiştir. Türkiye, bu bağlamda, AB ile 2016 yılında imzalanan mülteci anlaşmasıyla önemli bir dışsallaştırma partneri hâline gelmiştir. Bu anlaşma, AB’ye yönelik düzensiz göçü azaltmayı amaçlarken, Türkiye’nin göçmen ve mültecilere ev sahipliği yapma kapasitesi üzerinde önemli bir baskı oluşturmuştur. Anlaşma, aynı zamanda, Türkiye’deki göçmen ve mültecilerin yaşam koşulları ve haklarına ilişkin endişeleri de beraberinde getirmiştir.
AB’nin dışsallaştırma politikaları, Türkiye’nin içinde bulunduğu zorlukları ve göç yönetimiyle ilgili politika yapım sürecini etkilemektedir. Bu bağlamda, Türkiye’nin göç yönetimi politikalarının, AB’nin dışsallaştırma politikaları ve uluslararası insan hakları normları ile uyumlu bir şekilde geliştirilmesi gerekmektedir. Göçmen ve mültecilerin korunması, toplumsal içermenin sağlanması, sadece ulusal bir mesele olmanın ötesinde, küresel bir sorumluluk ve zorunluluktur.