Haydarpaşa’da trenden inen saf ve masum Anadolu delikanlısı Boğaz’da süzülen vapurlara bakarak “Seni yeneceğim İstanbul” diye bağırır.
1960’ların sonunda öğrenci hareketleriyle çalkalanan Paris’te, “Kent Hakkı” kavramını ortaya atan ve 1991 yılında 90 yaşında hayatını kaybeden ünlü sosyolog Henri Lefebvre, Türk filmlerinin bu kült sahnesini görmüş olsaydı “İşte, tam da dediğim buydu.” diye düşünebilirdi.
Zira Lefebvre bu hakkın hem bir haykırış hem de bir talep olduğunu ileri sürüyordu. Haykırış, şehirde gündelik hayatın girdiği derin krizin yarattığı acıya verilen tepkiydi. Talep ise, bu krizle korkusuzca yüzleşip bu derece yabancılaşmış olmayan, daha anlamlı ve keyifli bir şehir yaşamı seçeneği yaratma yetkisiydi.
Bizim delikanlımız da daha kente adım atar atmaz, bu dev kentin kendisine meydan okuyacağının farkındaydı. Bu kentte barınmak, çalışmak, sağlık hizmeti almak, çocuğunu okutmak yani kente dair tüm hakları için haykıracak ve talepte bulunacaktı.
Kent Haklarımız
Hukukta ‘ikinci nesil haklar’ olarak bilinen; gücünü 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyılın ilk yarısındaki çalışma, eğitim, sağlık, barınma vb. konularındaki hak mücadelesinden, referansını ise 16 Aralık 1966’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nden alan sosyal haklar, tüm bu taleplere ülkelerin iç hukuklarında karşılık vermeye başladı. Ancak yeterli olamayacaktı. Çünkü yasalarda belirtilen hakların kullanımı, denetlenmesi, ihlali ve ihmali ile mücadele için bir de haykırış gerekiyordu. Kent Hakkı dediğimiz başlık, anayasalarda, yasalarda doğrudan dile getirilmese de yukarıda bir kısmı anılan hak başlıklarının bir çatısı olarak yerini bulacaktı.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda da doğrudan “Kent Hakkı” başlığı altında bir düzenleme bulunmuyor ancak kent ve yaşam alanları ile ilgili birtakım düzenlemeler Kent Hakkı kapsamında bulunuyor: Yerleşme ve Seyahat Hürriyeti, Mülkiyet Hakkı, Kıyılardan Yararlanma, Toprak Mülkiyeti, Konut Hakkı, Tarih, Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması, Mahalli İdareler ile ilgili düzenlemeler gibi. Yani Kent Hakkını kent yaşamından doğan hakları altında toplayan bir çatı olarak görmek mümkün. Peki, bu çatının altında neler var, biraz detaylandıralım:
Sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşama; kent hayatının sağlayabileceği maksimum temiz havayı soluyabilme; sağlıklı suya ücretsiz ya da ekonomik imkânlarla ulaşabilme; güvenli gıdayı temin edebilme; güvenli ve erişilebilir konut, enerji, ulaşım, eğitim, sağlık hizmeti alabilme; kültür, sanat, spor faaliyetlerine ücretsiz ya da elverişli fiyatlarla ulaşabilme hakları. Üçüncü ve Dördüncü nesil hakların talebiyle birlikte bu yukarıda sayılan hak başlıklarının da kırılımları söz konusu oldu kuşkusuz. Üçüncü nesilde Çevre Hakkı hak arayışında önemli bir yer tutarken, dördüncü nesil haklara bilişim damgasını vurdu.
Kent Savunması
Peki kim vardı bu mücadele alanında? Elbette başta kırılgan gruplar olmak üzere hak özneleri diye tanımlayabileceklerimiz. Yani kadınlar, gençler, engelliler, azınlıklar, farklı yaşam tarzlarına sahip kişiler, LGBTİ+ bireyler diye sıralayabiliriz. Tüm bu hak öznelerinin bir kentli olarak kentin olanaklarına / şehre ait nimetlere eşit erişim hakkına sahip olmaları gerekir. Peki ya olamazlarsa? İktidar–sermaye ortaklığında yaşam alanları özelleştirilir, ticarileştirilir, etrafına bariyerler örülüp soylulaştırılırsa? Anayasa ve yasalardan doğan haklar, ticaret hukukunun eğilip bükülmesiyle kâğıt üstünde kalır da mülksüzleştirme tehdidi doğarsa; yani kamusal alanlar, halkın kararı olmaksızın kaybedilmeye başlarsa ne olacak?
Zira kamuya ait araziler, binalar, meydanlar hatta su kaynakları, sahiller “kamu yararı” bahanesiyle büyük sermayeye devredilebiliyor; aslında daha gerçekçi bir ifadeyle peşkeş çekilebiliyor. Örneğin Kuzey Ormanlarını tıraşlayarak havaalanı, köprü bağlantı yolları yapmak; Montrö gibi bir kazanımı tartışmaya açarak Kanal İstanbul’u dayatmak; rezerv alan bahanesiyle kuzeyde yeni bir İstanbul inşa etmeye girişmek gibi çabalara nasıl karşı koymak gerekir kent hakkı kapsamında?
Kentin dinamikleri
Hukukun bize verdiğini hukuksuz kanunlarla alma girişimlerinin tam da mücadele alanıdır işte kent hakkı; talebin ihtiyacı olan haykırıştır.
Bu noktada yolların, köprülerin, parkların, plajların, piknik alanlarının kentliler tarafından kent hakkı kapsamında kullanımı için yerel yönetimlere büyük iş düşüyor. Ortak kullanılan bu alanları piyasa işleyişinin dışında tutmak onların görevi. Yerel yönetimler düzenlemelerle ve kamu yatırımlarıyla bize bunu sağlamalı.
Ama bu inisiyatifi de yerel yönetimlere bırakmak yeterli değil. Mutlaka mahalle ölçeğinde örgütlenme gerekiyor. Mahalle dernekleri, platformlar, dayanışmalar içinde ya da siyasi parti örgütlerinde yer alarak, yerel yönetim çalışmalarına katılmak ve denetlemek gerekiyor. Yani kentin dinamiklerini harekete geçirmek gerekiyor.
Mücadelenin kısa tarihi
Türkiye’de kent hakkı mücadelesinin tarihi elbette 1950’lerden sonra köyden kente göç furyası ile tohumlandı. 1960’lı yıllarda Avrupa ve dünyadaki gelişmelere paralel olarak Türkiye’de kapitalizm sömürüsüne karşı, işçiler, memurlar, gençler haklarını aramaya başladılar. Bu mücadele 1960’lı yıllarda Türk sinemasında ortaya çıkan toplumsal gerçekçilik akımını da etkilemiş; mahallelerden, sokaklardan beyaz perdeye çok çarpıcı bir şekilde yansımıştır. 1961 Anayasası’ndan sonra göç, gecekondulaşma, sendikalaşma, grev, kadın hakları konulu filmler köyden kente mecburi gelişleri ve kent hayatının güçlüklerini anlatıyordu. 1990’lara gelindiğinde ise neoliberal furyanın iyice sıkıştırdığı mahalleler, başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerde, yaygın değilse bile bölgesel olarak kent direnişi merkezleri oldu.
Ancak Türkiye’de kentsel hak arayışları uzun yıllar bölgesel ve birbirinden kopuk kaldı. Kent hakkının topyekûn bir mücadele olması ve ülkenin geneline yayılması AKP iktidarı yıllarında oldu. 2000’li yıllarla birlikte enerji, su, maden, ulaşım adı altında girişilen inşaat faaliyetleri, afet gerekçeli kentsel dönüşüm ve konut sahibi yapma uygulamaları, bu uygulamaların yaşam alanlarına, eski mahallelere, tarihi yerleşimlere, Anadolu’nun köylerine, kasabalarına, kırsalına, ağacına, suyuna, taşına, toprağına göz dikmesi sonucu “Kent Hakkı” kavramının içeriği daha elle tutulur hâle geldi. Mahalleler arası dayanışma, kırsaldaki yıkım faaliyetlerine karşı ortak direniş, derneklerin, platformların oluşup yaygınlaşmasıyla devam etti. Sonra bu grupları savunmak üzere avukatlar, şehir plancıları, mimarlar, sivil inisiyatifler, gönüllüler ve bu direnişi kamuoyuna duyuran gazeteciler geldi. Birbirine eklemlenen yaşam alanı savunmaları İstanbul’u ve ülkeyi Gezi Parkı direnişine taşırken, bu süreç ülkedeki kent hakkı mücadelesi açısından bir dönüm noktası oldu.
Ortak mücadelenin başarısı
Bir yanda yerel yönetimlerde vatandaşın söz sahibi olmasının en önemli organlarından biri olan Kent Konseyleri hayata geçerken, diğer yandan “hukuk yoksa sokak hak olur” sloganında anlam bulan evrensel direnme hakkıyla birlikte kent hakkı dünya genelinde ve Türkiye’de bugünkü hâlini aldı. Buna iktidarların kayıtsız kalması mümkün değildi. Bir yandan şiddet, bir yandan tehdit, bir yandan satın almalarla bastırılmaya çalışılan bu direniş birçok noktada iktidar gücüne diz çöktürdü.
Elbette kent hakkı üzerindeki en büyük baskı olan rant hırsının durduğu bir nokta yok. Ama Gezi Parkı, Kanal İstanbul gibi büyük mülksüzleştirme hayalleri ile birçok alanda iptal edilen bölgesel projeler, İstanbul ve Türkiye’de kent hakkının tüm baskılara rağmen ülkenin en dinamik hak arayışlarından biri olduğunun da kanıtı.
Yeni dönemde muhalefet belediyelerde tanık olduğumuz sosyal belediyecilik anlayışının da bu direnişe büyük bir güç katacağını ummak, yerel yönetimin denetim ve dengelenmesine daha çok katılmak gerekiyor.