*Işıl Madak’la Kadın, Kent ve Edebiyat Üzerine Bir Söyleşi (Ayşegül Atılgan, Batıgün Sarıkaya)
“…zamanla alışırmış, öyle bilir bilmez her şeyi mesele ederse geçim olmazmış.” (Dikotomi, s.88)
“…alışkanlıkların dışına çıkılmadan yaşanan bir evlilik.” (Enginarlı Bakla, s.70)
“…baba üzerinden terbiye halini kim bulmuş sahi? (Karanfil Yatağı, s. 43)
Öykü, yoğun ve kısa bir anlatı türü. Öykü yazarı, kısacık ama yoğun hayatlarımızda önemsenmeyen, fark edilmeyen, gün yüzüne çıkmayı bekleyen bireysel ve toplumsal duygu ve düşüncelerimizi sözcüklere yükler. Işıl Madak da sözcüklerini öykülerine yükleyip toplumun her kesiminden bireyin duygularını, düşüncelerini, dertlerini, zamana sıkışmışlıklarını geçen yılın sonunda ilk öykü kitabı Anlamsızlık Saati’nde gün yüzüne çıkardı. Özellikle kadına, kadının toplumdaki yerine değinen öykülerini okurlarıyla buluşturdu.
Bu buluşmadan öylesine değerli bir öykü lezzeti çıktı ki, edebiyatımızdaki kadın yazarların diline böylesine güçlü, böylesine özel bir katkı gelmesine çok sevindik. Konu kadın olunca ve öykülerde de kadın yaşamının içinden deneyimler, gözlemler süzülünce 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü fırsat bilerek kendisiyle söyleşmek istedik. Sevgili Işıl Madak, e-posta yoluyla ilettiğimiz soruları incelik ve zarafetle yanıtladı:
Toplumsal roller açısından kadının genel olarak edebiyattaki temsilini yeterli buluyor musunuz? Özellikle öykü ve romanda bu temsiliyetin geliştirilmesi için neler yapılmalı?
Söyleşimizin başlangıcında kadının edebiyattaki yeri soruluyor haklı olarak. Bir erkeğe altı çizili olarak bu soru sorulmuyorsa kadının edebiyattaki yerini yeterli bulmam da mümkün değil. Toplumsal yapı içindeki ayrımcılık, sanatla ilgili kavramlarla bir araya gelmese keşke. Edebiyat bağımsızlığını koruyabilse. Virginia Woolf, “Kendine Ait Bir Oda”da bu sorumluluğun kadınlarda olduğunu çok güzel ifade ediyor: “Bütün bu yüzyıllar boyu kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı.” Tüm bu güç savaşının nerede ve nasıl başladığını belirlemek pek kolay bir iş değil. Şu var ki bu yüzyılda biz kadınlar ayna olma görevinden sıkıldık, evet bizler Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’deki cadı olarak kendi aynamıza bakıyor ve sorumuzu soruyoruz: “Ayna ayna söyle bana…” Yapabileceğimiz en güçlü şey kendimize inanmak ve gücün, yaratıcılığımızın doğurganlıkla sınırlı olmadığını bilmek. Ablam Didem Madak, Bilkent Üniversitesinde bir söyleşisini bitirirken kadınların muhtaç olduğu kudretin rahminde her ay köpüren kirli kanda olduğunu söylüyor. Haklı değil mi?
Enginarlı Bakla’da kadınların toplumsal rolleri belli ve bu sınıfsal temsiliyetin dışına çıkmayı istiyorlar. Bu öyküyü işlerken toplumsal yaşamdan hangi gözlemler, deneyimler süzüldü, öyküyü kurmanızda etkisi olan düşünceler nelerdi?
Enginarlı Bakla’da Zeynep Hanım okumuş kültürlü bir kadınken eşinin koyduğu sınırlarla, onun kurallarıyla yaşamayı kabul etmiş, bu kabulün yanı sıra kendini de buna ikna etmeyi başarmış bir kadın. “Çalışmana gerek yok demişti, hiç gerek yok. Değişik illerde değişik insanlarla geçen çocuksuz bir hayat. Hep sevdi, daha çok saydı, etraftaki herkes gibi. Onun değişik zevklerini de sevmeyi öğrenmişti geçen sürede.Evliliklerinin kırkıncı yılına yaklaşırken kendine ait duyguları onunkilerle örmüştü. Örnek çıkardı ipliklerle. Sonra onu işledi, örtüp üstüne bekledi.”
Daha da ileri gidip Zeynep Hanım’ın tensel hazlardan da uzaklaşarak arzularını yok ettiğini görürüz. “Erken yatar, erken kalkar, erken kahvaltı ederdi Hâkim Bey. Ona dokunduğu zamanlarda da erkenliğin azizliğine uğradı yıllar yılı. Ayrı odalarda…”
Bu öyküde aslında kadına dair bu kısmışlığın yanı sıra ilkeleriyle var olmaya çalışan, yetersizliğini ilkeleriyle örten bir erkeği de görüyoruz. Tabii yoksulluğun, yoksunluğun acısını bize anlatan da, onların çalışanı Yılmaz. Yaşadığı köyde öğretmeni saymak için kuru fasulye istiyor, evde olmadığı içi annesi -her kadındaki çare bulma gücüyle- kuru bakla veriyor. O da okulda baklaları sayamadan dilinin altında ıslatıp karnını doyuruyor. Baktığımızda herkes kendi çaresizliğini yaşıyor bu coğrafyada. Kader mi, değil tabii. Değişmeli, değişecek…
Son yıllarda özellikle öykü alanında kadın yazarlarda belirgin bir artış var. Artık kadınlar, her şeye rağmen erkek egemen düzen içinde seslerini çok daha gür ve güçlü duyuruyorlar. Bu konudaki duygu ve düşüncelerinizi merak ediyorum.
Çok sevindirici bence. Takip ediyorum birçoğunu, okuyorum. Erkek diliyle değil kadın diliyle kalemini sivrilten onlarca kadın yazar. Bu, geleceğe ışık tutuyor. Olan biteni erkek egemen gözden farklı görmek hepimize gerekli. Ancak bunu tehlike olarak gören insanların varlığı da devam ediyor. Erkek yazarlar bunu destekler gibi görünse de bir yandan bundan yararlanıp gücünü göstermeyi istiyor. “Bıyık Karası” öykümde bunu ironik bir yaklaşımla ele aldım. Heyecanlı bir kadın yazarla flört eden deneyimli yazarımızın bıyıkları an be an uzar, erkin temsili bu bıyıklar öykünün sonunda yere değmekte ve usul usul sıvazlanmaktadır. Ingeborg Bachmann: “ Nasıl Adlandırmalıyım Kendimi?” şiirinde şöyle diyor:
“Ağaçtım bir zamanlar, yerimden ayrılmazdım
sonra bir kuş olup kanat çırptım özgürlüğe,
bir hendekte bulunduğumda, bağlanmış her yanım
kirli bir yumurta çatlayıp saldı beni enginlere.”
Evet, yumurta çatladı, enginler bizi bekler.
Yerel seçimlerin de yaklaştığı bir ortamda edebiyatın geniş kitlelere bir değişim talebi iletmesi açısından işlevi var mıdır, varsa edebiyat dünyasının bu işlevi yerine getirdiğini söyleyebilir miyiz?
Yerel seçimler yaklaşıyor ancak bizim seçimlerimizi önemseyen birileri var mı emin değilim. Biz derken yazan, düşünen, oynayan, söyleyen, çizen… herkes adına bunu söylüyorum. Sadece edebiyat değil sanatın tüm dallarında aynı kaygı hâkim. Değerbilirliğin gitgide azaldığı yıllardan geçiyoruz. Geniş kitlelerin ilgi alanlarına yaklaşmak mümkün değil. Popüler kültürün yapış yapış uzanan ağına tutulmadan nitelikli işler yapmak zor. Buna rağmen direnen yazarları da buradan selamlıyorum. İyiliği, güzelliği, estetiğin gücünü yaşatmak için şartların değişmesi çok önemli.
Bir yazar olarak, kentten, kentteki değişimlerden ne ölçüde ve nasıl besleniyorsunuz?
Kent deyince herkesin aklına yaşadığı şehir mi gelir bilmiyorum. Ama benim için kent ve kentli olmanın en güzel yanı İzmir’de yaşamak. Etkinlik, sinema, tiyatro, sergi… Sanat, her anlamda özellikle de yazmada bütünleyici bir güç. Ciddi besleyici. Kentlilik bilincinin farkında olmak bu nedenle de önemli.
Değişken yanımızın havasından olduğunu iddia edenler olsa da bu büyük bir renk. Biraz sakinlik ve tembellik özeleştirisinde bulunmadan geçemeyeceğim. Yağmur yağdığında eyleme de imzaya da gitmeyiz ne yazık ki…
“Bir Kenti Kaybederken” öykümde şöyle yazmışım:
“Güvercinlere koşarım. Yem satıyor gözleri görmeyen bir adam. Buğdaylar saçılıyor el yordamı hayatından. Dökülenlere de talip kuşlar. Adımları ürkek, bir çırpıda havalanıyor hepsi. Avuç avuç seviniyorlar, an be an. Birden dönüyorlar geri. Sesten başka hiçbir şeyi olmayana yaklaşıyorum. Avucumda biriktirdiklerim gerçek. Havadaki kokuyu çekiyorum içime. Görmez oluyor gözlerim. Kentimi kaybederim” diyorum.
Kentimi hiç kaybetmemek dileğiyle…