*Sendika Başkanı Eren Edebali’yle Söyleşi
Öncelikle Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası’nın İzmir şubesi hayırlı olsun. Biz, Fikir Gazetesi ekibi olarak uzun süredir zaten mücadelenizi takip ediyoruz. Fikri bir düzlemde sizin mücadelenizi eğitimin metalaşması ve eğitimde emek süreçlerindeki sorunlar bağlamında tartışmaya açmak istiyoruz.
Özelleştirme birçok alanda olduğu gibi eğitimde de bilinçli bir politika olarak yürütüldü. Tabii bu politikanın belli bazı sonuçları oluyor. Emek alanında çalışan kitlesi için bu sonuçların ana başlığı: güvencesizlik. Ekonomik, sosyal özlük haklarından yoksun bir şekilde çalışma… İşte eğitim sendikası bu noktada bir çalışma hakkı olarak kuruldu.
Bir dönüşüm yaşandı, öğretmen emeğini geriye doğru götüren bir dönüşüm… Yani özel öğretim kurumlarında çalışan öğretmenlerin sayısı arttı ve aslında eskiden az sayıda öğretmen, daha uygun, daha nitelikli ve daha iyi ekonomik şartlara sahip bir şekilde çalışıyordu ama kamusal eğitim anlayışından uzaklaşma, kamusal eğitimin her yönüyle bir yük olarak görülmesi, öğretmen atama sayısının gittikçe azalması ve eğitim fakültelerinin çok sayıda mezun vermesi; nihayetinde mezun olduğu hâlde ataması yapılmamış, çalışmak mecburiyetinde kalan ciddi bir öğretmen kitlesini özel öğretim kurumlarına yönlendirdi. Yönlendirdiği yerde de bir sermaye birikimi gelişti tabii çünkü farklı mesleklerle uğraşan, farklı yerlerde yatırım yapan ya da asıl sermayesi başka alanlarda olan patronlar teşviklerle buraya yönlendirildi. Ve bu alana gelmelerini sağlayacak, uygun koşullar yaratıldı. Bu; iki yönlüydü: Birincisi, sadece ekonomik olarak üst gelire sahip olan aileler değil tırnak içinde orta sınıf diyebileceğimiz ya da kamusal eğitimde istediğini bulamayıp çocuğu özelde okusun isteyen veliler için teşvikler verildi. Bu teşvikler sayesinde toplumun geniş bir kesimi, çocuğunu özel öğretim kurumlarına yazdırdı. Bunlarla birlikte taban maaş hakkına ilişkin düzenleme yapıldı. 2014’e kadar kamudaki öğretmenle aynı ücreti alan ya da en az aynı ücreti alabilecek olan özel okul öğretmenlerinin bu hakkı ellerinden alındı ve asgari ücretli çalışmanın önü açılmış oldu. Bu da teşviklerle sektöre gelen patronlar için ucuz emek gücü demekti. Öğretmenlerse bir mecburiyet ve başarısızlık algısı üzerinden bu geri koşullara boyun eğdiler. Atanabilme umuduyla özel okullarda çalışmayı geçici iş gibi gördüler. Ancak umutları, ‘Sen de sınavda başarılı olsaydın, atansaydın o koşullarda sen de çalışabilirdin’ algısıyla, o emeğin karşısında olan sömürü politikaları ve düzenini biraz daha meşru hâle getiren bir noktaya çekildi. Şimdi elbette eğitim alanında olsa dahi bir ‘patron işleyişi’ geldiğinde, patronlar kendi tarzlarını, karakterlerini buraya taşıyorlar. Kâr hırsı, çalışanla kurmak istediği ilişki, yaratmak istediği örgütsüzlük bu tarzın içinde yer alıyor. Tüm bu sorunların yanında eğitim emekçisi, burada tanımsız, kimliksiz kalıyor. Yani öğretmen desen öğretmen değil, emekçisin desen ‘ben emekçi, işçi değilim’ diyecek bir karışıklık içerisinde çalışıyor ve bunu sağlayan da kanunlar. Bir ilginç durum da şu. Bu okullarda çalışan eğitim işçileri ve öğretmenler, üç kanuna birden bağlılar: Cezai yaptırımda Devlet Memurları Kanununa bağlı çalışıyorlar. Her biri Milli Eğitim Bakanlığının birer personeli ama aynı zamanda Özel Öğretim Kurumları kanununa tâbiler. Çalışma şartlarının ve güdük de olsa haklarının yazılı olduğu, hem kendisini hem işlerini bağlayan hakların bir kısmı Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nda geçiyor. Haftalık ders saatinden eğitim ödeneğine kadar bazı konular bu kanunda netleşmiş durumda. Ama asıl güvencesizliği oluşturan şey, iş kanunu paslanması. İş kanunu paslanan öğretmen mesela burada süreli sözleşmeyle çalışıyor ve asgari ücret koşullarında çalışıyor. Bu üç kanuna bağlı çalışmanın getirdiği muğlaklıklar arasında patron keyfiyeti ve baskısıyla yaratılan ortamda, öğretmenler en az 12 aylık sözleşmeleri olmasına rağmen sözde 10 aylık sözleşmelerle, çekmece sözleşmelerle çalıştırılıyor.
Çekmece sözleşme ne demek?
Çekmece sözleşme bu işin aslında biraz da politik tabiri. Normalde bir sözleşme olması gerekir Milli Eğitim Bakanlığına gönderilen ve onaylanan. Özünde öğretmenin kadrolu bir şekilde o özel öğretim kurumlarına atandığını ifade eder. Bir nüshasının da öğretmene verilmesi gerekir. Ama onun dışında bir tane daha sözleşme yapılıyor ve çoğunlukla bu ani bir imzalamayla gönderilen bir sözleşme oluyor. Öğretmen; daha geri, göz korkutucu, daha tehditkâr şartlara sahip olan bir sözleşme daha imzalıyor, yani buna göre senin ulusal bayramları kullanma hakkın yok, saat 7 buçukta mesaiye başlamazsan, bunu üst üste iki defa yaptığın zaman işten çıkarılırsın, tazminat ödemek durumunda kalırsın gibi uydurma kuralları olan sözleşmeler. Öğretmenin bilinç durumunun zayıf olmasından kaynaklı asıl sözleşmeymiş gibi algılanıyor. Biz buna çekmece sözleşme diyoruz. Patronun her zaman masasında, çekmecesinde olan bir sözleşme anlamında.
Yani eğitim emekçileri, kamusal sorumluluk taşıyor ama haklarında güvencesiz. Devletin kanunlarına tâbi ve devletin denetiminde ancak iş alanında patronun bütün yaptırımlarına açık ve güvencesiz bir şekilde çalışıyorlar.
Evet, güvencesiz. Bir denetimsizlik söz konusu burada. Biz şöyle yorumluyoruz; burada sadece çalışan kitlesi değil işveren de 657’ye bağlı. O kurumun tabelasında Milli Eğitim Bakanlığı yazıyor, patron cezai yaptırıma bağlı, attığı bir imzanın karşılığında usulsüzlük oluştuğunda durum yine Milli Eğitim’in temel kanunlarına bakarak netleşiyor. O açıdan bir denetim olması gerek ki devletin doğrudan bütünüyle üzerinden atamadığı bir alan bu. Eğitim, sağlık gibi kamusal bir alan olduğu için burada sadece patronlar ve çalışan kitlesi var diyemiyoruz. Burada aynı zamanda devlet ve onun bir erki olan hükümet var, onun da bir organı, bakanlık var. Herkes ona karşı sorumlu. Ancak buradaki temel mesele denetimsizlik. Şimdi ekonomik, sosyal özlük hakları anlamında, ciddi bir yoksunluk var, süreli sözleşmeli çalışıyor öğretmen ve bir sonraki eğitim-öğretim döneminde alacağı maaşı ya da yapacağı sözleşmeyi nisan mayıs aylarında belirliyor. Bu bir teklif değil, aslında bir koşul sunuluyor öğretmenin önüne. Çünkü yeni sözleşmede orada ücret yazıyor, o ücreti kabul edersen imzalıyorsun, etmezsen bütün haklarını bırakarak istifa etmiş oluyorsun. Yani orada bir pazarlık söz konusu değil. Ben bunu kabul etmiyorum diyemiyorsun. Nisan mayıs ayında yazan ücret, ekim ayında öğretmenin hesabına yatacak ve bu, derinleşen enflasyon ve kriz koşullarında sürekli o maaşın erimesinin ve asgari ücretin altında kalmasının nedeni. Burada işte süreli sözleşmenin, tüm emekçiler açısından tartışmaya açılması gerekiyor. Bugün özel sektöre çalışan öğretmenin çalışma biçimini sağlayan süreli sözleşmenin yarattığı handikaplar bunlar. Bunun içerisinde kıdem hakkının muğlaklaşması, kısmen ortadan kalkması, ücret meselesindeki yerel tahribat var ve bir de tabii bunun çözümü olarak 2014 yılında elimizden alınan taban maaş var. Taban maaş, mesleğin vasıflı bir meslek olması demek. Öğretmen asgari ücretle çalışmamalı. Ki sadece biz değil bütün toplum böyle düşünüyor. Hükümet bunu bir politika hâline getirmeli. Taban maaş hakkı geri gelmeli. Asgari ücretin ocak hatta temmuzla birlikte iki defa revize edildiğini düşünürsek bu ekonomik sorunla öğretmenin yılda birkaç defa karşı karşıya geldiği bozuk bir sistem var. Taban maaş hakkı, bu anlamda bunu ortadan kaldıracak. Ve biz sendika kurulduğunda bu konuda çok stratejik bir tartışma yürüttük. Özelleştirme politikasıyla ilgili. Nihayetinde bizler 10 No’lu iş kolunda sendikal faaliyet yürüyoruz. Eğitim emekçileri işçi sendikalarının bulunduğu bu iş kolunda güzel sanatlar, ticaret, büro, eğitim, ayakkabıcı, lotocu yani hiç birbirine benzemeyen meslekler mevcut.
Farklı alanlardaki işçi ve emekçilerin fiilen örgütlenmesinin önüne geçen bir torba uygulama diyebilir miyiz buna?
Aynen öyle. Aslında bir bakıma örgütsüzlüğü de yaratmak ve desteklemek için açılan bir iş kolu bu. Ve aslında çok ısmarlama bir şekilde bazı sendikalara açılan bir iş kolu. Düşünün 4,5 milyon çalışan var burada. Diğer iş kollarıyla karşılaştırdığımızda bu, çok yukarıda bir çalışan sayısı ve bunun yüzde 7’si sendika üyesi, yüzde 6’sı kamuda çalışanlar. Yani kalkınma ajanslarında, kooperatiflerde, mecliste, bakanlıklarda çalışan ve ilgili sendikalara açılan, “Bu bakanlık senin, bu meclis kurumu senin, burada örgütlenebilirsiniz” denen bir alan ve burada sadece yüzde birlik bir kesim, özel sektörde sendika oranını belirliyor. Şimdi biz aslında bu yüzde birlik kesim içindeyiz. Ve sermaye gerçekliğiyle karşı karşıya kalan bir noktadayız. Biz tabii tartışmayı yürüttüğümüzde sendikanın örgütlenmesine dair sonuç almak için bu birbirine benzemez çoğunluk içinde şunu dedik: Biz bu anlamıyla market emekçilerini ya da büroda çalışanları örgütlemeyeceğiz, sadece eğitim emekçilerini örgütleyeceğiz ve bu, aynı zamanda kendisini öğretmen olarak göremeyen bir kitleye, örgütlenebileceği alanı doğrudan işaret eden, özgün politik sorunlarıyla birlikte onu sendikal hatta doğru bir kimlikle buluşturmaya çalışan bir girişimdi. Yani öğretmenin, emekçi karakteri ve mücadelesiyle tanıştığı, bunu ortak bir akılla yürütebileceği bir alan açmak açısından anlamlıydı. Nihayetinde biz bunun çok isabetli bir karar olduğunu zamanla görmüş olduk. Çünkü bizi örgütleyebilecek olan başka sendikalar da vardı ama onlar ya bu çok boyutlu sorunlardan dolayı bu alana girmek istemediler ya da beceremediler. Günün sonunda beceremediklerini ifade edenler de var. Biz somut kampanyalarla bu süreci yürütmek istedik. Düşünün, taban maaş hakkı olup olmadığı konusunda kararsız kalan ya da bizim böyle bir hakkımız mı varmış diyen bir çoğunluk vardı. Bu yüzden mücadelenin fiili mücadele hattı üzerinden ilerlediğini, ilerlemesi gerektiğini anlattık.
Fiili mücadeleden kastınız nedir?
Sendikal hatta; devletle, bürokrasiyle, ilgililerle görüşmeye dayalı, ondan sadece isteyen, rica eden ve maalesef patron hegemonyası üzerinden de sonuç alınamayacak bir mücadele tarzı, görüşme anlayışı vardı. Bunun böyle ilerleyemeyeceğini aktardık. Ciddi patron hegemonyasının olduğu, patron dernekleri ve örgütünün olduğu bir yerde öğretmeni mücadelenin parçası hâline getiren, onu sendikayla ve sokaktaki mücadeleyle buluşturan ve bütün kamuoyunu tartışmaya dâhil eden bir dayanışma ve hareket tarzı gerekliydi. Bunun bir tarafı basın açıklamaları, bakanlık önünde, meclis önünde buluşmalar. İşin muhataplarına ulaşmak gerekiyor çünkü meclisten geçmesi gereken bir yönetmelik ve kanun bu. Bu fiili mücadele anlayışı, iktidardan muhalefete tüm siyasi partilere bir eğitim politikası olarak soruna dair ciddi şeyler söylemesi noktasında baskı uygulayan ve bunu da doğrudan kendisi talep eden, talebin arkasında duran bir anlayış. Bu hareketin sonuç verdiğini, üye sayısını artırdığını, sendikaya yönelik bir güven oluşturduğunu gördük. Resmi tatil ve idari izin hakları mücadelesinde de böyleydi bu. Çünkü algıda kamudaki öğretmenlerin aksine özelde çalışan öğretmenlerin idare ve resmi tatil izin hakkı olmadığına ilişkin genel bir kabul vardı. Biz buna itiraz ettik, Milli Eğitim Bakanlığına gidip böyle bir hakkımız olduğunu söyledik. İlçe Milli Eğitim Müdürlüklerinde ilgili birimler çözücü davranmadılar ve biz buralara müdahalelerde bulunduk, çekimler yaptık. Öğretmenin yasa dışı biçimde çalıştırıldığı kurumları teşhir ettik ve orada aslında biraz kriz çıkarttık. Fiili mücadeleyle böyle kriz çıkardığınız anda, burada bir sorun olduğunu ve bu sorunun mutlaka çözülmesi gerektiğini işaret etmiş oluyoruz. Tabii meşru bir zeminde. Çünkü nihayetinde burada bir öğretmen kimliği var. Mesleki anlamda da öğretmenlik yapılıyor ve bu öğretmenin hakları var. Bir de ulaşması, belki de yasaya dönüşmesi gereken haklar var. Ancak burada ciddi engeller var.
Neler mesela, taban maaş dışında başka var mı?
Mesela süreli sözleşmeyle değil süresiz sözleşmeyle çalışması gerekiyor öğretmenin.
Peki özel öğretim kurumları öğretmenleri için, temel taleplerinizi sıralayabilir misiniz?
Birincisi asgari ücret düzeninin son bulması, taban maaş kanununun tekrar geri getirilmesi. İkincisi belli süreli sözleşmenin kaldırılması ve süresiz sözleşmenin getirilmesi, üçüncüsü kamuda olduğu gibi özel sektörde de bir eğitim-öğretim ve bilim iş kurulunun kurulması.
Sendikal anlamda diyorsunuz değil mi?
Tabii sendikal anlamda çünkü şu an toplu iş sözleşme hakkımız gasp ediliyor. Çünkü yaptığımız araştırmalara göre 400 bin civarı eğitim çalışanı var ve biz, yüzde birlik barajı dikkate aldığınızda çoktan bu barajı geçmiş durumdayız. Bizim üye sayımız 11 bin. Biz fiili anlamda bu barajı çoktan aştığımız gibi sonuçta iş yerlerinde birikiyoruz. Yani üye sayımız iş yerlerinde artıyor. Doğal olarak arkadaşlarımızın ekonomik, sosyal, demokratik haklarıyla ilgili talepleri gelişiyor. Demokratik modern ilişkinin gereği buralarda işverenle sendika arasında iş barışını sağlayan doğal bir iletişim sürmesi gerekiyor. Bunu toplu iş sözleşmesine bağlıyorlar ama bir taraftan da toplu iş sözleşmesi hakkımızı elimizden alıyorlar. Yani burada eşitsiz, adaletsiz bir ortam var.
Eğitim alanına dair genel bir talebiniz var mı? Mesela ÇEDES’le ilgili toplumsal itirazlara siz de katıldınız diye biliyorum bunun gibi farklı farklı ideolojik kültüre dair talepleriniz var mı?
Şimdi biz kendimizi sadece bir tepki hareketi olarak görmüyoruz. Sendikamızın bir politik hat geliştirdiğini, eğitim alanına dair bakış açısı olduğunu ifade ediyoruz. Ve genel eğitim emekçileri hareketinin de önemli bir parçası olduğumuzu ifade ediyoruz. Bununla ilgili kamusal eğitim anlayışını savunuyoruz. Ve hatta kendimizi sönümlendirmeye yönelik bir hedefimiz var. Yani nihayetinde bir sendika özel sektörde oluşmasına ve gelişmesine rağmen patron gerçekliğine karşı mücadele ediyor ama kamusal eğitimin aslında egemen olması gerektiğini söylüyor. Bu ne demek; kamusal eğitim anlayışına kavuşulduğu anda Özel Sektör Öğretmenleri Sendikasına gerek kalmayacağını ifade ediyoruz. Ama güncel anlamda sermayeye karşı geç verilmiş bir mücadeleyi başlattığımızı düşünüyoruz. Yani eğitim işçileri hareketinin, mevcut sendikaların çoktan bir mücadeleyi başlatması gerekiyordu ama sadece kamusal eğitim anlayışı eleştirisi, bu mücadele için yeterli olmaz. İkisinin bütünlüklü ilerlemesi gerekir. Ülkenin yakın siyasi tarihine baktığımızda ÇEDES’le ilgili ya da laik eğitim mücadelesiyle ilgili meseleyi biraz daha eğitim alanından tartıştığımızda, yaratılmak istenen dönüşüm ya da siyasallaştırma eğiliminin aslında özel öğretim kurumlarından beslendiğini de görüyoruz. Tarikatların, cemaatlerin aslında özel öğretim kurumlarından, dershanelerden yayıldığını biliyoruz. Şu anki ÇEDES programı, özel okulları, eğitim kurumları olan bir vakfın bir protokolle ÇEDES üzerinden kamuya kendi siyasal hedeflerini, toplumu dönüştürme çabasını taşıyor. Ama şu var: İçinde bulunduğumuz alanın kendine özgü dinamikleri, kitlenin çok yönlü ve farklı olmasından kaynaklı bu mücadeleyi tek başımıza verebileceğimizi düşünmüyoruz. Bu, genel olarak eğitim emekçileri hareketinin bir mücadelesi olmalı ve bu alandan beslenen, bu hareketteki aktörleriyle önü açılan bir soruna karşı Öğretmen Sendikasının görüşleri dikkate alınmalı. Bu anlamda daha omuz omuza durulması gerekiyor. Bunun veli ayağı da bu işin içerisinde.
Türkiye’nin problemlerinin en temelinde duran bir konumdasınız hem devletle hem veliyle hem patronla muhatapsınız. Ve kurulduğunuzdan beri gösterdiğiniz enerji, toplumda çok büyük bir ilgiyle karşılandı. Buradaki konumunuzu nasıl görüyorsunuz ve sonraki süreç için öngörüleriniz neler? Burada özellikle ortak bir mücadele alanı olduğunu düşünüyor musunuz?
Bizim açımızdan sendikanın kuruluş süreci, özel sektör öğretmenlerinin varlık sorununun bir karşılığı, bir varlık mücadelesiydi. Bir işçi sendikası olmasına rağmen 10 No’lu iş kolunun içinden kendisini daraltan, ben de eğitim emekçilerinin bir parçasıyım diyen ve bunu kararlılıkla kabul ettiren bir sendikayız. Yani bugün sendikamızı eğitim emekçilerinin bir parçası olarak gören bir kitle varsa bu bizim açımızdan başarıdır. Çünkü buradan çıkmak gerçekten zor bir şeydi. Bu örgütsüz olan, konformist bir alandan gelen, emekçi karakterini zayıf biçimde taşıyan bir kitleden emek hareketi yaratmak zordu. Üçüncüsü de aslında genel olarak klasik sendikal anlayışın dışında kendi içindeki bu bütün özgünlükleri de hesaba katan ve belli bazı deneyimlerden de yararlanan mesela taban örgütlenmesinde ısrar eden, katılımcılığı esas alan, sadece üyeliğin değil sendikayı yönetebilecek bir pozisyona ulaşabilmesi için o üyenin önünü açan, unvanlara, kademelere, ast üst ilişkisine önem vermeyen, yani kendi meclislerini kuran, kendi temsilcilerini seçen bir dinamizm; bu iki buçuk sene içerisindeki hızlı gelişimi, sendikanın büyümesini sağladı. Sadece çok doğruları söylemekle oluşabilecek bir şey değildi bu. Nihayetinde fiili mücadele hattı oluşturuyorsunuz ve bu hat insanlarla veriliyor. Yani o insanlar çok kaygılı bir ortamdan geliyorlar, korkuların egemen olduğu bir ortamdan geliyorlar. İşsizlik tehdidinin olduğu bir yerden geliyorlar ve bu insanlar baktığımızda bütün mücadeleyi omuzlarken aslında sizin bakış açınızı, sendikanın bakış açısını, kampanyalarını, politik hedeflerini de sahiplenerek bu işin içine giriyorlar. Ve bu da bizce son dönemde sendikal hareket içindeki atıllık, girişken olmayan, statükocu bir anlayışın eleştirisi üzerinden de algılanabiliyor. Ki biz bunu anlamlı buluyoruz. Biz bir hakkın alınabilmesi için ne yapılması gerekiyor dersek bunun aslında bir örneğini vermiş oluyoruz.
Mücadele tarzınızın bu toplumdaki örgütlenememe, hak arayamama hâlini, yani statükoyu kırdığını ifade edebilir miyiz?
Edebiliriz ama tabii bunu, aşmamız gereken engelleri, zorlukları de görerek söylememiz gerekir. Eksiklerimizi de ifade ederek… Burada yine mütevazı davranmak gerekiyor. Bir taraftan da biz sonuçta omzumuzun değdiği emek örgütleriyle, dostlarla konuştuğumuzda çok takdir edildiğimizi görüyoruz. Ama bu takdir aslında bir yönteme dayanıyor. Yani stratejik anlamda, sendika kurulduğunda aslında eski sendikal anlayışın genel bir eleştirisi üzerinden tartışma yürüttük.
Biraz daha açabilir misiniz?
Bu sendika mesela siyasal partilerin bir parçası olmayacak. Bu sendika grupçu olmayacak. Bu sendikada politik doğruculuk egemen olmayacak. Bu sendika ikameci olmayacak. Yani şunu demek istiyoruz. “Bir sendikal mücadele ancak şöyle verilir” diyen ezberci, şematik bir anlayışa teslim olmayacak. Bu sendika kendi özgür alanında, kendi özgün örgütlenme modeliyle birlikte çok doğrudan, net bir bakış açısıyla aslında geçmişin deneyimi olan fiili mücadele hattını sahiplenecek, aynı zamanda bunun en güncel örneklerini yaratacak. Bunu yaratırken de kendi içerisinden genç sendikal kadrolar çıkartacak ve bu da aslında sendikanın ilkeleri doğrultusunda, sadece kendi özlük sorunlarına, mesleki sorunlarına sıkışmayan, toplumsal sorunlarla ilgilenmeyi de önüne koyan bir hatta ilerleyecek. Belki de sendikanın bu kendi özlük haklarına sıkışmayan mücadelesindeki verimliliği, aslında kendi sorunuyla doğrudan ve çok ayrıntılı ilgilenmesiyle ilgili bir şey. Yani ülkede bizce sendikal mücadele veren özneler, herhangi bir konuyu çok suni gündemler üzerinden siyasallaştırmaya çalışıyorlar. Kendi emek kitlesinin siyasallaşmasını değil, ülkede tartışılan yapay bir mesele üzerinden bir siyasallaşmaya doğru gittiği için kendi kitlesine yabancılaşan, onu da dönüştürmeyen bir yerden bunu sağlamaya çalışıyorlar ve bu da verimli bir sonuca ulaşmıyor. Bizim amacımız, şu an hem konfederasyonların içerisinde hem konfederasyonlara üye olmayan son dönemin yeni işçileşen, yeni proleterleşen nüfus katmanları açısından, yeni meslek gruplarıyla, mücadele iş sendikalarıyla birlikte ortak bir mücadele hattı örülmesine katkıda bulunmak ve bunun parçası olmak. Bu anlamıyla hem kendi içimizdeki tartışmalar olumlu devam ediyor hem de bu sendikalarla dirsek teması kurmaya çalışıyoruz. Onların bize yönelik çağrıları var, bunları anlamaya çalışıyoruz ama bir yönteme de dayandığımız için bu ortak mücadele hattının da kendi yöntemimizle oluşması gerektiğini düşünüyoruz. Yani grupçu olmayacak, bir siyasal partinin arka bahçesi gibi davranmayacak, politik doğruculuk üzerinden Türkiye’deki siyasal verilerle argümanlarla ‘bu doğru’ diye kendi bulunduğu alana onu baskılamayacak, bulunduğu alanın önünü açıp kitlesini dönüştürerek genel siyasal mücadelenin parçası hâline getirecek bir yöntemi doğru buluyoruz. O açıdan belki de Özel Sektör Öğretmenleri Sendikasının çok yönlü, çok farklı siyasal görüşlere dayanan ama ne söylemek istediği ve nereye doğru söylemek istediği net olan anlayışı; bir il’e, bir bölgeye sıkışmadan bütün bir memleketin sendikası olma noktasında adımlar atılmasını sağladı.
Ocak ayının sonunda Ankara’da gerçekleştirdiğiniz bir eyleminiz vardı. Bir yandan taleplerinizi dile getirdiniz, bir yandan bürokrasiyle bu süreci ilerlettiniz. Orada Batman’dan gelen bir öğretmenle İzmir’den gelen öğretmen sendikanın bayrağı altında birleşti, sorunlarını, duygularını paylaşabildi. Yarattığınız bu duygudaşlık ortamında öğretmenler nasıl katılıyor sendikaya, ne kadar sorumluluk alıyor? Henüz üye olmamış özel sektör öğretmenleri için pratik açılardan bunları açar mısınız?
İsteyenler zaten sendikamıza E-devlet üzerinden üye oluyorlar. Mesai arkadaşı yönlendiriyor ya da kendisi karar veriyor, üye olmaya. Bizim her ilde tabanın demokratik biçimde seçtiği ya da bulunduğu il meclisinin seçtiği temsilci arkadaşlarımız var. Bu temsilci arkadaşlarımız, üye olanları arıyorlar. Tanışıyorlar, il’e göre zaten ayrılıyor. Çalıştığı kurum netleşiyor, ona göre İşyeri Temsilciler Meclisine yönlendiriliyor. Bu şekilde arkadaşlarımız bu örgütlenme çalışmasına dâhil oluyor. Sonra tabii ki İşyeri Meclisimiz ve Genel İl Meclisimiz var.
En temel örgütlenmeniz değil mi ?
En temelde İşyeri Meclisimiz ve İl Meclisimiz var. Çalışmaya katkı sağlamak isteyen, zaman ayırabilecek olan, hem düşünsel anlamda hem pratikte bu çalışmada yer almak isteyen arkadaşlarımızı biz İl Meclisinde konumlandırıyoruz. İl Meclisi içerisinden de o ildeki çalışmayı organize etmek açısından, ilin yoğunluğuna yani nüfusuna göre farklı sayıda -1 olabilir, 3 olabilir ya da 7 olabilir- temsilci seçiliyor. Türkiye’yi 10 bölgeye ayırmış durumdayız. Bu 10 bölgenin içinde farklı farklı illerde bulunan temsilciler de kendi bölge temsilcisini seçiyor. Bölge temsilcileri de kendi aralarında toplanıyorlar. Türkiye Temsilciler Meclisi olarak örgütlenmemiz var, orada alınan kararlar raporlanarak ya da aktarılarak genel çalışmayı, karar alma süreçlerini şekillendiriyor. Ve o kampanyaların süreci örgütleniyor. Bizim 29 Ocak buluşmamız da daha önceki buluşmalarımız da aslında tüm eylemliklerimiz de bu temsilciler meclisinde aldığımız kararlara dayanıyor. Onun için sadece sınırlı sayıda bir kişi ya da grubun aldığı kararlar değil bunlar. Yani bir otobüsün ayarlanmasından, bir ildeki katılımın tasarlanmasına, ihtiyaçların veya bir eylem komitesinin belirlenmesine kadar kararlar bu temsilciler meclisinde hayata geçiyor. Bizim en büyük artımız hem yaş olarak birbirimize yakın olmamız hem de merkez yönetim kurulundan işte bahsettiğimiz meclise kadar herkesin bu emek alanında çalışıyor olması. Benzer sorunlarla baş başa kalmış, arkadaşını tanıyor, onun ne kadar yapabileceğini, sınırlarını biliyor. O sınırın daha ötesinde bir şey yaparken dikkat edilmesi gerekenleri, bir mücadele biçimi belirlenirken aynı zamanda meşruiyeti korumayı, bir eylemi gerçekleştirirken mekân belirlemek tek başına yeterli mi, oraya gittiğimiz zaman kitleyi daha dinamize edecek, politik olarak orada bulunmasının doğruluğunu sürekli hâle getirebilecek argümanları tartışıp kararlaştırıyoruz. Bir meclisin önüne gidiyorsun mesela, meclis önünde seni doğrudan muhatabın kim? Seni, devamlılık anlamında o meclisin önünde tutabilecek olan şey ne? O kişilerin belirlenmesi, bunun politik altyapısının netleşmesi, temsilciler meclisinde aktarılması önemli noktalar. Ve bu yöntem sonucunda şöyle oluyor: Ya evet biz bunların hepsini konuşmuştuk. Biz hiçbir şeyi şansa bırakmadık. Tabii ki doğaçlama bir şeyler oldu ama sendika bunların hepsini oraya gelenlere sundu. Tartıştırdı ve tam da sendikanın dediği gibi oldu. Ve işte bu, sendikaya dair güveni artırıyor. Bir eylem anında, en somut kazanım olmasa dahi kazanıma yaklaştıracak adımları sunuyor. Ve nihayetinde ortaya bir tablo çıkıyor. Tablo çıktığında da çok büyük çabalar sarf etmeden insanlar sendikaya dâhil olduğunu görüyor. Bu da motivasyonu artırıyor.
“Karşısında bu kadar güçsüz olduğum okul patronu sendikaya üye olduğumu öğrenip bana zarar verebilir mi?” diyen öğretmenler oluyor mu? Böyle bir durum oluşursa siz ne yapıyorsunuz?
Öğretmenin kendisi istemeden, yani kendisi bu şekilde tanıtılmasını istemeden hiçbir şekilde sendika onun bir sendika üyesi olduğunu açığa çıkarmıyor ya da kimseyle paylaşmıyor. Ülkedeki şartlarından ve işverenlerin tahammülsüzlüğünden kaynaklı iş yerindeki örgütlenmeler de çoğu zaman sabırlı ve aslında alttan alta yürümek zorunda kalıyor. Çoğu iş yerlerinde sendikalı olmasa da özlük hakları için ya da ekonomik hakları için öğretmenler işverenlerden talepte bulunuyorlar. Ve işverenler bu talep karşısında öğretmenleri işten çıkarma tehdidiyle ya da başka yaptırımlarla biraz daha etkisiz hâle getirmeye çalışıyorlar. Burada sendika hukuki anlamda da bir güç çünkü sendikal faaliyetin engellenmesi, doğal bir talebin engellenmesi bir suç. Ve biz hukuki anlamda attığımız adımların çoğunda, hemen hepsinde diyebiliriz, sonuç alıyor durumdayız. Yani öğretmenin haklı fesih yapması mesela. Çünkü süreli sözleşmelerin çoğu usulsüz şu an. Ya eğitim ödeneği ödenmiyor ya ek ders ücreti ödenmiyor, girdiği ders saatiyle aldığı maaş uyuşmuyor, sözleşme asıl sözleşme değil çekmece sözleşme gibi haklı fesih yaratacak sorunları, sendika öğretmene fark ettiriyor. Sendika yokken öğretmenlerin çoğu istifa ediyordu mesela. Yani haklarını bırakarak gidiyorlardı. İstifa ettiklerini bilmiyorlardı. “Geriye dönük herhangi bir hakkım yoktur” ibareli bir kağıda imza atıyorlardı ve istifa ettiklerini bilmeden kurumdan ayrılıyorlardı. Şu an sendika aracılığıyla, bir öğretmenin haklı fesih yapma bilinci gelişti. Bu bile bizim açımızdan önemli bir adım. Yani bu, elden maaş alan bir kitle. Çoğunlukla öğretmen olmasının artılarını patron baskısı altında yansıtamıyor. Bir daha iş bulamayacağım diye bu tür kaygılarla en geri koşulları kabul etmek zorunda kalıyor. Biz bu kitleyle yan yana çalışıyoruz. Ama sendikanın pratik işleyişi, bu noktada deneyim de yaratıyor ve biz birçok iş yerinde artık öğretmen karakterinin, emekçi profilinin geliştiğini de görüyoruz. Patron tarafından usulsüz ve keyfi bir şekilde bir öğretmen işten çıkartıldığı anda biz sendika olarak o işverenin karşısına dikiliyoruz. Hem hukuki anlamda, hem de meşru anlamda, eylemsel olarak. Bu da zaten bir güven yaratıyor eş zamanlı. Ama şunu da eklemek gerek. Mücadelede her zaman garanti başarılar yok. Mücadelede bazen darbeler de bizi aldatabiliyor. İşte ben örneğin, sendika başkanı olarak işten çıkartıldım.
Siz işten çıkarıldığınızda sendikanız yanınızda oldu mu?
Tabii oldu. En basiti çok geniş bir kamuoyu gündemi yaratıldı. Sendikalar açıklamalar yaptılar. Arkadaşlarımız çalıştığım iş yerinin önünde eylem örgütledi. Veliler kendi çocuklarını okula göndermediler. Bir günlük ders yapılmadı okulda. Bunların hepsi sendika sayesinde oldu. Ve ben sendika başkanı olduğum için kanunen işe iade davası açabildim. Yani özel sektöre çalışan öğretmenin süreli sözleşmeden kaynaklı işe iade davası açma hakkı yok. Benim işten çıkartılmam sendika yöneticisi olmamdan kaynaklı, emsal bir sürece doğru meseleyi götürmemize yol açtı. Şimdi bakınca sendika olmasa böyle olmayacaktı. Eğer işe iade davası lehimize sonuçlanırsa bu emsal olacak ve şu tartışmaya dönüşecek: Bir sendika yöneticisine ait olan bir hak, neden özel sektöre çalışan öğretmenlerin hakkı olmasın? Yani bizim alanımız bu anlamıyla, en dipte olan koşulların ya da güvencesizliğin yeni haklarla tanışabileceği bir alan. Önemli olan bunun işlenmesi, burası çok kilit nokta. Yani ülkedeki akademisyenlerin, iş hukuku üzerine dürüst bir şekilde çalışanların, aklı emekten yana olan herkesin enerjisinin bir kısmını Özel Sektör Öğretmenleri Sendikasına vermesi gerekiyor şu anda. Örneğin akademisyenler, belli süreli sözleşmenin yarattığı sonuçlar üzerine çalışacak, iş hukukçusu işe iade davalarında belli süreli sözleşmenin yarattığı handikaplar üzerine ya da bu iş nasıl olumlu noktaya evrilebilir diye çalışacak… Çok değerli ve verimli bir alan, toprak diye düşünüyoruz. Biz bu toprağı iki buçuk senedir eşiyoruz ve ortaya çok iyi şeyler çıkıyor, bu eşen sayısı arttıkça, her anlamda, unvanıyla aklıyla, tutumuyla, yeteneğiyle arttıkça değerli oluyor. Bizim her bir arkadaşımızın yeteneği var, bu sendikanın içerinde dolaştığınız görüyorsunuz, herhangi bir branşta yetkinliğini sendikaya örgütlü mücadeleye aktarabilen bir toplam aynı zamanda bu. Bu toplam neden genel emek hareketi için saba sarf etmesin. Yani 1 Mayıs 1977’nin o büyük pankartını hazırlayan da nihayetinde bir işçi değildi ama o bıraktığı iz, bütün emek hareketinin, işçi sınıfının bir sembolü hâline geldi. Şimdi buraları bizim doğru değerlendirmemiz gerekiyor. Bu kesişmeleri de o açıdan kavramamız lazım. Muhakkak kavramayan var ama buralardan umutlanan, yani mücadeleye daha da tutunan bir kesim de var. Bu kesimi bizim yan yana getirmemiz gerekiyor.
Peki durum veliler açısından nasıl? Kendi yasal, meşru haklarını savunabilen öğretmenler tarafından çocuklarının eğitilmesi tercih edilecek bir şeydir, dolayısıyla velilerle aranız nasıl?
Şimdi şöyle değerlendirmek gerekiyor. Veliler aslında şimdiye kadar özel öğretim kurumlarında çalışan öğretmenlerin sorunlarının bu denli büyük olduğunu bilmiyorlardı. Bir maske vardı, perde vardı. Biz o perdeyi kaldırmış olduk ve nihayetinde eğitimin bu alanı rekabetin yoğun olduğu bir alan. Öğrenciyi o yarışa hazırlıyor ve bunu yapan kişi de öğretmen ve öğretmenin bu pazarlama içinde müşteri kitlesini ikna etme sürecinde bir eşya gibi kullanıldığını görüyoruz. Bir robot olarak kullanılıyor. Gece geç saatlere kadar, beklentinin o şekilde pazarlandığı sektörün içinde işte gece saat 1’de, 2’de yazmalar, öğretmelerin bu mesajlara dönmek zorunda kalmaları, öğretmenin mesleki tanımı dışında, müfredatın dışında iş beklemeler, aynı zamanda bir kültürel sorun olarak da bir bilinç sorunu olarak da özel öğretim kurumlarında var olan velilerin taşıdığı temel sorunlardan bir tanesi ama ikincisi de biz tabii ki mücadelenin içinde sendikalı öğretmene saygı gösteren, saygı duyan çok ciddi bir veli kitlesi de görüyoruz.
Peki Veliler sizi nasıl destekliyorlar? Ya da ne yapabilirler?
Sonuçta eğitimde süreklilik esas, bunu sağlayan şey de ders. Dersin niteliği, verimliliği. Öğretmenin ekonomik şartlarının iyi olması, kafasının rahat olması demek o dersin de sürekliliğinin doğru bir temelde ilerlemesi demek. Bu anlamıyla öğrencilerini bir okula kayıt ettirirken velilerin sorması gereken ilk sorulardan biri şu: Buradaki öğretmen hakları ve koşulları ne durumda? İkincisi artık sendikal örgütlenmeyi birçok iş kolunda olduğu gibi burada da çok meşru ve doğal bir noktaya, konuma çekmek gerekir. Bizce veliler “Bu okulda sendika var mı?” diye sormalı. Bu önemli bir soru. Çünkü sendikanın olduğu yerde bir denetim olur. Sadece çalışanların ekonomik haklarıyla ilgili değil öğrencilerin sosyal ortamı, o ortamın daha nitelikli olması, ilişkinin daha da gelişmesi ve objektif bir dönütünün olması açısından da önemli. Yani sendikayı bu anlamıyla gerekli görebilirler ve ancak hakkını savunan bir öğretmen ‘hak nasıl alınır ve savunulur’u öğretebilir. Şimdi öğretmenin kendisinin hakkını savunamadığı bir ortamda öğrenciye katacağı ne olabilir ki? Toplumsal dönüşüm içinde eski öğretmen rolünün kitaplarda filmlerde yansımasını görüyoruz. Emek hareketi içinde de böyle. 70’lerde öğretmenlerin kendi mesleğini dahi bırakarak ya da mesleği içinde kasabalarda köylerde taşralarda edindiği rolün böyle anlatısını okuyoruz. Ya da büyüklerimizden dinliyoruz. Şimdi bu öğretmen hem hakkını savunmayacak hem kendi düşüncesini çalıştığı yere katamayacak. Orada dönüşümün bir parçası olamayacak. Sadece derse girip çıkacak, beklentiyi karşılayacak. O zaman öğretmenin bir rol oynayabileceğinden bahsedemeyiz. Öğretmenin kendi rolünü oynayabileceği bir alan olması lazım. Açıkçası burada bir öğretmen; korkularıyla, işsizlik tehdidiyle, borcunu, kirasını ödeyememek kaygılarıyla, patron baskısı altında çalışırsa özel öğretim yaşayamaz. Sadece patronların yetkinliğiyle sorumluluğuyla şu anda hiçbir şekilde eğitimden bahsedemeyiz. Çünkü patronlar dönemin ortasında kurum devrediyor, başkasına kaçıyor gidiyor. Başka bir yere parasını yatırmış, eğitim sektöründe batıyor, öğretmenin maaşını ödemiyor.
Şimdi İzmir’de şubenizi açıyorsunuz ve bu şube aynı zamanda öğrencilerle velilerle de temas kurabilen, çeşitli etkinliklerin olduğu, öğretmenlerin çeşitli uzmanlık alanlarıyla toplumsal işler de yapabileceği bir konsepte sahip. Türkiye’de bir dönem toplumsal eğitimin sosyalleşmenin en temel kurumlarından biri olan halkevleri gibi bir niteliği var. Toplumla doğrudan ilişki içinde olan bir toplumsal çekirdek alan gibi. Bu konuda ne dersiniz? İzmir’de sanırım 1500 üyeniz var ve giderek de artıyor. İzmir’deki örgütlenme açısından bu kadar büyük bir örgüte sahip olan, şube açan ve toplumsal fonksiyonu olan bu girişimi siz nasıl değerlendirirsiniz?
Buralar üretim ve paylaşım alanları nihayetinde. Buranın üretimde devamlılığını sağlayacak olan şey, bizim ne yaptığımız, nasıl bir çalışma planladığımızla ilgili. Buralarda atölye çalışmalarının kendini tekrarlamadan ilerlemesi gerekiyor. Arkadaşlarımızın zaten hazırlıkları var bu yönde. Yetkinlikleri de var. Kendi kitlesinin beklentilerini de gözeten, onların yeteneklerini kendi alanına özgü ortak bir çalışmada değerlendiren atölye çalışmaları da olacak.
Hem öğretmen hem veli hem de öğrencilere ilgili kapsamlı etkinlikler bunlar sanırım.
Dönemsel olarak olabilir, ihtiyaca göre şekillenebilir. Yani sonuçta bir satranç atölyesi olduğunda öğrenciler de faydalanabilir. Bir dans atölyesi olduğu zaman daha genele de yayılabilir. Bir eğitim çalışması olduğunda, sadece öğretmeni ilgilendirir sendikal eğitim çalışması. O açıdan İzmir’deki çalışmalarımız çok yönlü bir atölye çalışmalarını da içeriyor. Hem öğretmen hem öğrencileri hem velileri bekliyoruz.