Hoca Efendi’nin Sandukası

Rivayet ederler ki, okul bitip yaz tatili başladığında mahalle sakinlerinin evlatları, sübyan çocukları en yakın camiinin yolunu tutar, dinlerinin vacip ettiği eğitimi alırlarmış. 

Yine rivayet olur ki, bazı çocuklar zorunlu olmayan bu eğitime gitmez, aylaklık ederlermiş…

Remziye ablaların ve karşısındaki Huriye teyzelerin dut ağaçlarının tepesinde aylaklık ediyordum. Karadutlardan birkaçını ağzıma, çoğunu pantolonumun kemer ipine bağladığım poşete dolduruyordum. Remziye ablanın ufaklıkları Caner ve Soner, koşarak evden dışarı fırladılar. Ellerinde büyük bir çukur tabak, Caner küçücük elleriyle zar zor tutuyordu.

Bana seslendi:

“Efe abi.”

“Efendim.”

“Annem tabak gönderdi. Bize de toplar mısın?” dedi. Ağaç onların, hayır diyecek hâlim yoktu.

“Siz kursa gitmediniz mi?” dedim. Ağaçtan aşağıya iniyordum ki, Soner yapıştırdı cevabı:

“Biz küçüğüz.” dedi. Gülümsedim. Poşete doldurduğum dutları tabaklarına boşalttım.

“Güzelce yıkayın, biraz dolapta soğutup afiyetle yiyebilirsiniz,” dedim. Sonra içimden Remziye abla onlara yıkamadan verir mi diye geçirdim. Aslında oradaki önemli cümle biraz dolapta soğutup… 

Rivayet ederler ki, tam da o sırada kurs bitmiş, Efe bir maymun gibi ağacın tepesine doğru çıkarken Ali ile Mıstık mahallenin başından ona doğru koşarak gelmektedir.

“Kursa niye gelmedin?” dedi Ali. Ardından Mıstık atıldı.

“Hoca birkaç defa seni sordu?” dedi.

“Neden, kızdıracak kimseyi bulamadı?” dedim. Ali hemen hocayı koruyarak:

“Sana şaka yaptı, çok ciddiye aldın,” dedi.

“Benim kurs olayım bitmiştir. Hocaya, Efe bu sene okulda gördüğü Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitabından evde çalışacakmış dersiniz.” dedim.

Rivayet ederler ki, bu olayların hiçbiri gerçek değildir. Birçok kişi tarafından şehir efsanesi olduğu söylenmektedir. Bunların hepsi lakırdı, safsata hatta halkımızın uydurduğu tahayyülden de oluşuyor olabilir. 

Yalnız! Bir olay vardır ki, bugüne kadar kimse de çıkıp yalanlamamıştır. Hatta rivayet ederler ki, yurdun büyük alimleri bile duyduklarında tebessüm etmişler. Hasbelkader bir sahaf ve çaycının tanık olduğu hadise, yurdun tüm sahaf ve kitapçıları sayesinde kulaktan kulağa memlekete yayılmıştır. 

Rivayet ederler ki, Umberto Eco, Orhan Pamuk ve Emre Kongar güneşin henüz üstüne doğmadığı şehir Konstantiniyye’nin sokaklarında gezerken, yanında küçük bir çay ocağı olan sahaf görürler. Yine rivayet olur ki, Orhan Pamuk buraya sık sık gelir. Aslında yolları düşmemiş, bizzat o getirmiştir. Sahafın açılmasını beklerken bir yandan küçük tabureler üstünde çaylarını yudumlayıp kendi aralarında lakırdı ederlerken, ben diyeyim altmış, siz deyin yetmiş yaşında sabahın kör ayazında kan ter içinde, yaka bağır dağılmış, üzerindeki eski çaputlardan, ayağındaki büyük pabuçlardan varlıklı olmadığı anlaşılan ak kaşlı, ak başlı, temiz yüzlü bir adam elindeki koliyi sahafın önüne atmış. Umberto Eco ayağını bir refleksle çekmese ezkaza kolinin altında kalacakmış. Oturan herkes amcaya, bizim yazarlarsa koliye bakıyormuş. Biraz soluklanan adamın benzi beti yavaş yavaş kendine gelirken, tanışık olduğu anlaşılan çaycıya: 

“Yok mu bizim sahaf oğlan?” diye sordu. Çaycı hiç oralı olmadan:

“Karga bokunu yemedi daha, o bu saate gelmez,” dedi. Masaların üzerindeki boşları alıp içeriye girdi. Adam terini sildi. Sağa sola baktı.

“Bu koli kalsın, çok ağır, Mustafa emmi bıraktı dersin.” dedi. Kısa bir süre sonra çaycı içeriden seslendi:

“Eyi bırak, söylerim elbet,” dedi. Adam duymadı, oflaya puflaya çıktığı yokuştan çoktan aşağıya inmişti.

Bizim yazarlar durur mu? Hemen koliyi açıp içinde neler var diye bakmaya başladılar. Daha çok Osmanlıca metinlerin olduğu bu koli, üçünün de ilgisini çekmişti. Birer Osmanlıca metin alıp kolinin içine bolca akçe koyup oradan ayrıldılar.

Rivayet ederler ki, bu metinlerden yararlanarak Umberto Eco “Gülün Adı”, Orhan Pamuk “Beyaz Kale”, Emre Kongar “Hoca Efendi’nin Sandukası” kitabını yazmıştır.

Yine rivayet ederler ki, Emre Kongar kaleme aldığı “Hoca Efendi’nin Sandukası” kitabının önsözünde bu olayı bizzat kendisi anlatmıştır. 

Rivayet ederler ki, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitabının sayfası hiç açılmamış, yazın tüm ağaçların meyveleri dalından afiyetle yen miş, *çocukluğun gökyüzü gibi olduğu ve hiçbir yere gitmediği bu sayfalarda yeniden tescillenmiştir.

* “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk / Hiçbir yere gitmiyor.” Edip Cansever