Günlük yaşamın kısa ve hızlı anlarında karşılaştığım insanlar; mesela alışveriş yaparken kasada birkaç saniye sohbet edebildiğim kasiyerler de, ürün seçerken konuştuğum raf düzenleyen emekçiler de, evde küçük bir tadilat için birkaç parça ahşap almak için uğradığım ahşap deposundaki işçiler de hemen her gün yayına hazırlanmak ya da birkaç kelime yazmak için oturduğum herhangi bir kafedeki garson da olan biten her şeyi kürsünün arkasındakinden, klavyenin başındakinden daha çok biliyor olabilir.
İddia ederim ki, güçlü olanın medyalarında ‘uzman’ adıyla dinlediklerinizden çok daha fazlasını da biliyor olabilirler. Toplumsal ve yaşamsal içgüdü sizi ‘bilmek’ ve ‘anlamak’ zorunda bırakır çünkü. Güçlünün medyasında ‘uzman’ olmak; özellikle baskı zamanlarında ‘bilmek’ ile değil, ‘güçlünün yanında olmak’la ilişkilidir genellikle. Güç aktarımı ile yaygınlaştırılmış medyada ‘uzman’ları dinlerken daha ilk anda sizden daha az bildiğini anlasanız da ‘ne yaşadığınızı’ bilmeyenleri seyretmeniz biraz da bundandır.
Bilmenin değil, her hâlükarda güçlü olmaya devam etmenin gerekliliğinin söylendiğini bilirsiniz.
Mesela Gazze’ye yapılan gıda yardımı ABD uçaklarından atılırken ona doğru koşan -artık bedenleri de kedere dönmüş- binlerce Filisitinliyi görüyorken, aslında ne olduğunu, ne gördüğümüzü çok iyi biliyoruz. Bildiğimizi görüyoruz: Aç bırakan da onlardı, bunu da biliyoruz… Aç bırakanların verdiği yemeğe koşuyor diye kimi suçlayabilirsiniz kendinizden gayrı?
Tüm bu katliamlara rağmen, İsrail hükümeti ile ticari işbirliğinin sürdüğünü bildiğinizde verilen tepkisizlik de, iktidarı mazur gösteren, anlamamız gerektiğine dair izahatların sarsıcı bir etki yaratmaması da bundandır. Aynı iktidarın sanki tersini yapıyormuş gibi konuşması da yine bundandır. Sisi ile önce köprüleri atıp zorlanınca hiçbir şey olmamış gibi sarılmak ve BAE’ye ‘darbeci’ ve Suudi Arabistan’a ‘enayi miyim?’ derken Suriye’de Esad ile de cihatçıları savaştırıp hiçbir şey olmamış gibi kucaklaşmaya çalışmak da aynı nedenlerledir…
Ve tabii İsrail’de tam şu anda “Savaşa Hayır” demenin ne kadar zor olduğunu bilip Türkiye’den daha çok savaş karşıtı eylem yapıldığını gördüğümüzde, “Savaşa Hayır” diyen Yahudileri de görmezden gelip herkesi düşman ilan etmek de yine aynı nedenlerledir.
Daha da çok söylerim ama şimdilik durayım burada. Ama izin verin, son olarak şunu da yazmalıyım: 80 darbesi sonrası vatandaşlıktan çıkarılan, Avrupa’ya sürgüne gitmek zorunda kalan, ‘vatan haini’ ilan edilenlerin, acıyla ve tırnaklarıyla tutundukları Avrupa’da, -ola ki başarı kazandığında- ‘Muhteşem Türk!’ ilan edilerek manşetlere taşındığını da okudunuz…
Seyredebildiğim kadarıyla, çoğu Batı filmi, hakikati aramak üzerine kurulu; gerçekler açığa çıktığında bitmiş sayılıp son buluyor. Filmin bitmiş kabul edildiği o anın öncesinde süren bilme ve bildirme mücadelesi ise aslında söylenmek istenmeyen bir kısmın üzerinden atlıyor. Bilmek ve bildirmek, artık o yönde yapmaya ya da açığa çıkan gerçeğe uygun yaşanabileceği anlamına gelmiyor ki.
Mesela siyasi bir cinayeti kimin işlediği ilan edilse de, davaya bakan hakim sürekli değiştiriliyorsa yaşanan sessizlik nasıl izah edilir? Mesela adaletin şimdi olmadığı bir yerde geçmişte hiç olmadığını da pekala söyleyebiliriz. Aynı zamanda adaletin hep olduğunu da yine aynı kişilerden duyarız.
Mesela bir kasabadaki bir kız çocuğuna onlarca erkeğin yıllarca uyguladığı cinsel istismarı orada yaşayanların hiç bilmiyormuş gibi yaptığını ancak o haber, günlerden bir gün biri gerçeği söylemeye cesaret edip de habere dönüşünce biliyoruz.
İnsanlık tarihi, ‘bilmeye çalışma’ ve ‘bildiğini bildirme’ tarihidir bir yandan. Biliyoruz ve bildiriyoruz… İyi ama insanlar gerçekten bilmiyorlar mı yani?
Mesela eski bir Özel Harekatçı, gerçekleştirdiği katliamları yıllar sonra açıkladığında, zaten ‘bilmiş olduğumuzu’ bir de yapandan duyduğumuz hâlde ne oluyor?
Bildiğin ile yapman gereken arasındaki büyük mesafe nasıl kapanır?
Oysa insan, hangi fikirden olursa olsun, durumu da ne yaşadığını da pekala biliyor. Bildiği hâlde tersi yönde tavır alması, bilmekle değil güçle ilgili. Yoksulluğun arttığı zamanlarda bilinenin aksine, bilmek değil yaşamını sürdürmek için güçlü olanla olmak gerektiği başka bir ‘bilme’ hâli…
Yapmak, bilmenin ötesindedir bu yüzden, yaptığın bilgini de değiştirir…
Ve fakat bilmek, yapmaya değil bazen yapmamaya giden yolu döşer. Yaptığında başına gelecekleri bilmek yapmamaya giden yolu açsa da bu defa yapmadıkların bilgini belirler. Değiştirmeyen bilgi ise anlamsızlaşır zamanla. Artık bilmek değersiz hâle gelir. Güçlünün onayladığını bilmek üzere eğitim alırsın!
Herkes biliyor Ayasofya bir kilise olarak inşa edildi.
Herkes biliyor toprağı her deştiğinde karşına çıkan Bizans, Ermeni, Yunan, Pontus, Kürt ile kurulan ‘küfür’ ilişkisi, onun toprağın derininde olduğunu bildiğindendir.
Kürtlerin var olduğu bilinmiyor muydu ki yıllarca ‘yoklar’ dendi. Ki ‘yoklar’ diyen de bilirdi ki olmayan bir halk için yok denmez. Düşünsenize hiç olmamış bir halkın adını yazsam ‘X halkı yok’ desem ne manasız olurdu… Ama ‘X dilde konuştu’ yazılıyor Meclis tutanaklarında.
Almanca konuşulsa Almanca olduğu yazılıyor.
İngilizce konuşulsa İngilizce olduğu yazılıyor.
Fransızca konuşulsa Fransızca olduğu yazılıyor.
Kürtçe konuşulunca ‘X dil’ deniyorsa bu onun Kürtçe olduğu bilindiğindendir.
Bildikleri, yapmaya değil yazmaya bile yetmiyor işte…
Olmayan için yok denemez. Siyasi olarak ‘olan’ için denebilir. Seni biliyorum ama tanımıyorum! Fakat olanların da bir kısmı elbette insanın kendi yarattığı kavramsal, kültürel biçimlerdir ama o konu ayrı, karışmasın şimdi yazı. Detaya boğulmak bazen kaybolmaya giden yoldur. Şimdilik kaybolmasam daha iyi. Henüz ilk yazı Fikir Gazetesi’nde…
Bazen kendinizi yetersiz, güçsüz hissedip mevcut iktidarlar için ‘’Vardır bir bildikleri!’’ diye düşünüyor olabilirsiniz ama bilmeden yapıyorlar diye iddia ederim ben de. Öyle olduğu için politikaları da bir öyle bir böyle oluyor.
Seçim zamanı yine.
Şimdi kayyum atanacağını bile bile, daha önce olduğu gibi yine de iradelerine oy verecek Kürtler ve hiç kimse Kürt illerinde kim kazanacak diye pek tartışmıyor bunu bildiğinden.
İşte ‘bilmek’ ile ‘bildiğin gibi yapmak’ arasındaki en güçlü ilişki bu sanırım. Kayyum atayan da bildiğini yapıyor: Kazanamayacağını bilerek yine ve yine kayyum atıyor.
Galileo’nun dediğini bir tek o mu biliyordu yoksa daha önce bunu bildiği hâlde söyleyememiş miydi hiç kimse?
Mırıldanarak da olsa güç karşısında söylemek, bildiğini söylemek; yapmaya yetmese de yollarının taşıdır… Bunu bilmeli…