Muhafazakâr kesimle “laik atak geçiren” sekülerleri karşı karşıya getirme ve gündelik akışta gerçekleşen bu etkileşimden doğan “absürtlüğün” yansımalarını işleme furyası, televizyon dizilerinde Kızılcık Şerbeti’nden bu yana kendine yer buluyor. Tarikatların iç yüzünü, dolayısıyla kapalı kapılar ardında süren her türlü şiddet, istismar ve sömürüyü işleme iddiasıyla yayın hayatına başlayan ve ilk bölümlerinde RTÜK’ten sert cezalar alan Kızıl Goncalar da bu dizilerden biri. Geçtiğimiz hafta yayınlanan bölümdeki “Ramazan kim?” sahnesi de epeyce konuşuldu haliyle. Ancak zannediyorum ki Ramazan’ın kim olduğu aslında hepimizin malumu. Benim şahsen merak ettiğim, kim bu gündelik hayattan ve bu akışın içerisinde gerçekleşen en ufak sosyokültürel etkileşimden bu denli kopuk ve bu kopukluğu da yer yer marifet sayan sekülerler?
Kızıl Goncalar dizisini takip eden biri değilim, ancak zannediyorum ki ilgili sahnedeki durumu analiz edebilmek için de dizinin sıkı bir takipçisi olmak şart değil. Seküler kesimden olan liseli kızımız, genç tarikat müridine bir şeyler ısmarlamayı teklif ediyor, mürit “Ramazan…” cevabını verdiğinde ise durumu idrak edemeyerek “Ramazan kim?” diye soruyor. Müridin “Recep, Şaban…” diye devam etmesi ise işleri iyice kötüleştiriyor, zira modern lise öğrencisi Mira’nın müride cevabı “E onlara da mı ısmarlayayım?”
Her ne kadar bahsi geçen müridin çeşitli psikolojik rahatsızlıklardan mustarip olduğunu bilsek de yaşına rağmen son derece ağırbaşlı, erdem abidesi, görmüş geçirmiş, ulvi bir karakterle karşı karşıya kalıyoruz sahnede. Öte yandan liseli Mira laubali ve gamsız bir profil oluşturuyor, yolunun da çevresi aracılığıyla uyuşturucuyla kesiştiğini belirtmekte fayda var. Uyuşturucudan aldatmaya, dolandırıcılıktan birbirinin kuyusunu kazmaya kadar her türlü şerrin hayatlarında cirit attığı “yoldan çıkmış” sekülerler anlatısına Kızılcık Şerbeti’nden de aşinayız. Gündelik hayatlarında adeta bir kötülük havuzunda kulaç atan dolayısıyla da başlarını bir türlü beladan kurtaramayan bir laik-modern-seküler tiplemesi, sanki “doğru yolu” bir bulabilseler hidayete de erecekler de gariplerin ellerinden tutan yok… Bahsettiğim bu temsile yazının ilerleyen kısımlarında değineceğim, ancak oraya gelmeden sormak istediğim bir şey var: Ramazan’ı tanıyoruz tanımasına da, asıl bu hikâyelerini izlediğimiz sekülerler kim?
Bu soruyu biraz daha ilerletmek gerekirse, Hicri Takvim dolayısıyla tarihi de her sene değişen Ramazan ayının oruç tutmayan birinin kişisel ajandasında kendine yer bulamaması şüphesiz anlaşılabilir bir şey. Ramazan’ın ilk gününün hangi gün olduğunu, Müslümanların ilk kez ne zaman sahura kalktığını bilemeyebilir örneğin. Ancak liseye giden genç bir kızın, Ramazan ortasında, “Ramazan kim, Şaban’la Recep’e de mi ısmarlayayım yani?” düzeyinde bir afallama yaşaması AKP’nin “Yeni Türkiye”sinde mümkün mü gerçekten?
Neredeyse sokak başına cami düştüğü, Taksim Meydanı gibi şehir için sosyopolitik bir anlama sahip sembolik mekanlardan üniversite kampüslerinin içine kadar aklın alabileceği her yere cami inşatlarının yapıldığı, ana akım medyada Ramazan ve sahur programlarının ardı ardına verildiği, davulcuların gece üçte her mahallede tura çıktığı, her sene “Sokakta su içti, dayak yedi” haberlerinin geldiği bir ülkede Mira, Ramazan’a bu denli uzak olabilir mi? İktidarın devlet örgütlenmesinin bütün organlarını kendine bağlamış bir vaziyette gündelik hayata yönelik baskısını bu denli artırıp kendinden olmayan her yaşam biçimini şeytanlaştırarak yok etmeye çalıştığı koşullarda modern liseli kızın “yozlaşmış” yaşantısı mı hakim olarak hüküm sürmektedir mesela? Sanırım bu soruların cevabında hepimiz mutabıkız. İktidarın sahip olduğu her kanaldan mütedeyyin hayat biçimini empoze ettiği ve türlü türlü baskı politikalarıyla çemberin dışında kalan yaşam biçimlerini zapturapt altına almaya çabaladığı koşullarda liseli Mira’nın bu soruyu sorabilmesi oldukça eğreti durup gerçeklikten kopuk olarak nitelendiriliyorsa şayet, söyleyebiliriz ki cahil, yaşadığı toprakların kültüründen kopuk, şımarık ve terelelli bir seküler tiplemesiyle karşı karşıyayız, yine.
KADIN HİKAYELERİNE NE OLDU?
İslamcı-seküler çatışmasının ele alındığı dizilerimizde bir de öyle kadın hikayeleri var ki insan izlerken sinirden kendini yiyip bitirecek duruma geliyor. “Aşık” (ve elbette seküler) genç kızımız sevdası uğruna evli sevgilisiyle imam nikahı kıyıp başını kapatıyor, onun ablası diğer seküler kızımız muhafazakar kocası tarafından aldatılıyor, adamın evinde türlü türlü psikolojik şiddete maruz kalıyor, boşanınca bebeği elinden alınıyor ama yine de o da “sevda”sını kalbiden atamıyor ve adamın yeni bir izdivaca açılmasını engellemeye çalışıyor, bu iki kızımızın teyzesi zaten gidiyor yeğeninin kayınpederinden çocuk peydahlıyor… Oluyor da oluyor. Doğal olarak akla gelen ilk soru aşkın böyle bir şey olup olmadığı, ikincisi ise şöyle ya da böyle kendi hayatını kurmuş ya da kurmak için adım atmış pırıl pırıl kadınların bu dincilerde bu kadar ne bulduğu…
Aşkın mantığa ve akla çok tabi olduğunu şahsen ben düşünmüyorum, öte yandan asla hata yapmayan, daima doğru kararları alan, darbe alsa da hiçbir zaman yıkılmayan, düşmez kalkmaz bir güçlü kadın imgesinin gerçekçi olacağını da düşünmüyorum, hatta iyi bir kadın temsili de ortaya koyamayacağı kanaatindeyim. Fakat… Fakat az önce kabaca tarif ettiğim olaylar silsilesinin ardından bu kadının, hatta kadınların, neden hala bu adamlardan kopamadığını temellendiren bir karakter gelişimi asla ortaya konmuyor dizilerde . Dolayısıyla elde kalan da tutarsız hatta neredeyse başka bir insanmış gibi davranan sığ karakterler oluyor. Aşk da sevda da insana akılsızca şeyler yaptırır, dünyaları göze aldırır, dağları da deldirir ama mevcut iklimde bu siyasi alt metinle imam nikahı kıydırıp türbana girdirtiyorsa oraya bir şerh düşmek gerekir. Zira tüm bunların “aşk uğruna yapılacaklar” şeklinde servis edildiği ülke, günün sonunda, imam nikâhıyla evlendirilen kız çocuklarının, zorla kapatıldığı için evden çıktıktan sonra ilk sokak köşesinde başını açan genç kadınların, hâlâ daha “aşk kurşunu” manşetleriyle haberleştirilen kadın cinayetlerinin ülkesi.
Bu dizi sezonunda tüm seküler kadınlar birer birer yuva yıkadursun, İslamcıların da kendilerine özgü günahları yok değil elbet. Onlar da yuvasını yıkan kadının iş yerini kundaklıyorlar falan misal. Bu “kötülük” ahlak tartısında kaç tartar, siz karar verin. Oysa geçtiğimiz sezonda ne izlemiştik de Kızılcık Şerbeti adeta savunulması gerekilen bir mevzi haline gelmişti?
İslamcıların kızı Nursema’nın gerek namazı niyazı olmayan gerekse cebi delik cepkeni delik bir gençle aşk yaşadığı babası tarafından fark edilince aile kızlarını zorla evlendirmiş, evlenmek zorunda kaldığı adam da Nursema’yı gerdek gecesi birlikte olmak istemeyince camdan atmıştı. Sonrasında ise Nursema hayat mücadelesinden vazgeçmemiş, ne yapıp edip ailesinin karşısına geçmiş ve hesap sormuştu. Tüm bunlar olurken ona en büyük desteği verenler ise bu sezonda yuva yıkmakla meşgul seküler Doğa ve Alev olmuştu. Nursema’nın yaşananlardan sonra başörtüsünü dahi çıkaracağı ise dedikodular arasındaydı, hepimizi de heyecanlandırmıştı. Yıllarca türlü türlü kural ve vecizenin boyunduruğu altında yaşamış bir genç kadının hem ailesini hem de ailesinden doğru pratik etmek zorunda kaldığı tüm baskı aygıtlarından sıyırılıp kendi ayakları üstünde durmaya başlamasını izlemek ne de güzel olurdu. Ne var ki önümüze konulan aşık olup imam nikahıyla evli adama kuma giden Çimen, sosyal medyadaki popüler tabirle “Ebu Cehil’den farksız” kocasının dizinin dibinden ayrılamayan ve tek gayesi Ünal köşkünün hanımı olmak haline gelen Doğa, yasak aşk yaşadığı evli adamın evinde nikahlı karısıyla birlikte yaşamaya talip olan Alev oldu. Tüm kadınların dinci erkeklerin aşkından yanıp tutuştuğunu hatırlatmaya ise gerek bile yok.
İşleri bu raddeye getiren unsurlar, yüzeyde çeşitli RTÜK cezaları ve sansür olarak gözükse de şüphesiz tüm bu hikaye ve tiplemeler, 22 yıllık AKP iktidarının günden güne daha da gericileştirdiği bir Türkiye’nin televizyon dünyasındaki tezahürleri. Sosyal yaşamdaki kültürel değişim, kültür sanat camiasında da kendi dönüşümünü ortaya koyuyor haliyle. Geriye kalan da “Ramazan kim?” diye soran Miralar, tek gayesi evin hanımı olmak haline gelen Doğalar, kafa tutması bir türlü “rüştünü ispatlamaya” ulaşamayan Nursemalar oluyor. Yazar Halenur Çalışan’ın 13 Şubat tarihinde paylaştığı eleştirinin bir kısmıyla bitirmiş olayım: “… millî saftiriğimiz Doğa, yarın öbür gün bi boyfriendi olsa kendisine mağduriyetin tillahını yaşatacak olan kocası hakkında ‘Nafaka almam ben, zaten Fatih bizi mağdur etmez’ diyerek nafakanın gurursuzluk olduğu fikrini pompalamaya çalışan bazı politikalara çanak tutmakla meşgul. Tabii yalnız değil. Aynı senaristlerin diğer mahsulü Karsu da Adana’nın en zengini olan ve kendisini aldatan kocasından nafaka istemiyor. Çok gururlu ya. (…) Çocuğunu aldırma konusunda haftalardır fragmanlarda ağlayan Ömer’in Gamze’si olsun… Yılmaz Erdoğan’ın yaşlılık hezeyanıyla yazdığı herkes Yılmaz’a aşık konulu yeni dizisinde cazdan arabeske anında geçip havalarda uçuşan zengin Piraye olsun… Arkadaşlar, ne oluyor? Nerede 4 çocuğuyla sokağa atıldıktan sonra destan yazan Cemile? Nerede babasına kafa tutup o yoksullukta çiçek açan Yurdanur? Hep dik duran Azize hemşire, hanedan prensesiyken kenar mahalleye göçen Nisan, hatta küçük büyük herkesin dostu Perihan abla bile nerede? Ya bunların hepsi bir proje ya da biz toplum olarak kadın düşmanlığı konusunda iyice çamura batıyoruz.”