₺0,00

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Şiddetin Sorgusu: Toplumsal Bir Sorunun İncelenmesi

Günümüzde şiddet, toplumların karşı karşıya olduğu en acil sorunlardan biri hâline geldi. Fiziksel, psikolojik, cinsel veya diğer formlarıyla şiddetin yaygınlığı, çeşitliliği ve etkisi giderek artıyor. Bu doğrultuda, şiddetin kökenleri, yayılımı ve çözüm yolları üzerine derinlemesine bir değerlendirme yapmak amacıyla farklı uzmanlardan görüşler aldık.

Öte yandan Türkiye’de de şiddet, toplumun en büyük endişe kaynaklarından biri hâline geldi. Kadına yönelik şiddetin artması, aile içi çatışmaların yaygınlaşması ve gençler arasında şiddetin normalleşmesi gibi durumlar, Türkiye’deki şiddet eğilimini derinden etkiliyor. 

Sürekli maruz kalma durumu, bir davranışın veya durumun zamanla normal veya kabul edilebilir hâle gelmesine yol açabilir. Zamanla, bir birey veya topluluk, sürekli maruz kaldıkları şiddetin norm hâline gelmesiyle, bu tür davranışların meşrulaştırılmasına eğilim gösterebilir. Bu, şiddetin, bireyler arasındaki ilişkilerde veya toplumsal dinamiklerde, olağan veya kabul edilebilir bir çözüm veya tepki olarak görülmesine yol açabilir. Toplumda sıklıkla şiddet içeren bir baskı veya taciz ortamı varsa, bu tür davranışlar zamanla normalleşebilir ve şiddetin bir tür çözüm veya ifade biçimi olarak meşrulaşmasına neden olabilir. Bu durum, aslında zararlı olan şiddetin, sosyal normlar veya bireyler arasındaki ilişkiler bağlamında kabul edilebilir hâle gelmesiyle ortaya çıkar.

Bu dosyada; Uzman Psikolog Deniz Karpat, toplumdaki şiddet eğiliminin temel faktörlerini ve şiddetin bulaşıcı doğasını incelerken, şiddetin farklı türlerinin birbiriyle nasıl ilişkili olduğunu ve toplumda şiddete tanık olmanın psikolojik etkilerini ele aldı. Şiddetsiz Toplum Derneği Başkanı Rıza Sümer, şiddetin farklı türlerinin bağımsızlığı, şiddetin bulaşıcı doğası ve şiddetin yok edilmesi veya azaltılması için toplumun ve hükümetlerin alabileceği önlemler hakkında görüşlerini paylaştı. Sinema yazarı Aslı Ildır ise, kültür endüstrisinin şiddet eğilimini besleyip beslemediğini, şiddeti işlerken seyirciyi nasıl etkilediğini ve sinema ve dizilerin şiddetle mücadelede potansiyel katkılarının neler olduğunu değerlendirdi. 

Bu uzman görüşlerinin ışığında, şiddetin kökenlerini anlamak ve toplumsal bir sorun olarak ele almak için bir adım atmış bulunmaktayız. Bakalım şiddetin alfabesine, uzmanlar ne diyor?

“RUH SAĞLIĞIMIZ BİZİMLE İLGİLİ GİBİ GÖRÜNSE DE TOPLUMDAN BAĞIMSIZ SAYILAMAZ”

Toplumda şiddetin artmasının en temel etkenini, içinde bulunduğumuz şiddeti körükleyen ‘sistem’ olarak tanımlayan Uzman Psikolog Deniz Karpat, insanın doğasında şiddet eğiliminin var olduğunu söyleyen araştırmalar, kuramlar olsa da bunların tüm insanlar için geçerli olmadığını hatırlatarak şunları söyledi:

“Gerçeğin sadece bir kısmını, yani işimize yarayan kısmını alıp ‘İnsanın doğasında şiddet var’ diyerek bunu bir şiddet kültürüne dönüştüren sistem, kendine bunun üzerinden kazanç sağlamakta ve bu kazançtan dolayı da bunu sürdürmek için şiddet kültürünü besleyerek şiddet uygulama eğilimini artırmaktadır. Bunun dışında; gelir eşitsizliği, işsizlik, toplumda ‘güçlü olanın haklı olduğu’ fikrinin yaygınlaşması, şiddetin normalleştirilmesi, medyada şiddetin yüceltilmesi- romantize edilmesi, eğitim seviyesinin düşüklüğü, toplumsal cinsiyet rollerindeki eşitsizlikler gibi birçok faktör de aslında temelde bir sistem sorununa işaret etmektedir.”

Öfke kontrolü eksikliği, düşük özsaygı, duygusal bozukluklar, travmatik deneyimler, sosyal izolasyon, stres, şiddete maruz kalma gibi psikolojik faktörlerin de şiddetin artmasında rol oynayabileceğini belirten Karpat, “Fakat bu faktörlerin hepsi birbiriyle ilişkilidir ki ruh sağlığımız bireysel olarak bizimle ilgili gibi görünse de aslında içinde yaşadığımız toplumun koşullarından etkilendiği için ondan bağımsız sayılamaz.” dedi.

PEKİ ŞİDDET BULAŞICI MI?

Karpat, bir kişinin şiddet içeren davranışlarının, çevresindeki diğer kişileri etkileyebileceğini ve benzer davranışları sergilemelerine yol açabileceğine dikkat çekti. Milgram’ın “Otoriteye İtaat: Deneysel Bir Bakış ve Zimbardo’nun Hapishane Deneyi” araştırma sorusu olarak başka konulara odaklansa da aynı zamanda şiddetin bulaşıcı olabileceğini de gösteriyor. Karpat bu örneklerden bahsederek sözlerine şu ifadelerle devam ediyor:

“Bir kişi, şiddet içeren davranışları olağan veya kabul edilebilir olarak görüyorsa bu davranışları kendisi de sergileyebilir. Bu durum özellikle çocuklar için geçerlidir; eğer çocuklar şiddeti evde veya çevrelerinde sık sık görüyorlarsa, bu davranışları taklit edebilirler. Aynı şekilde toplumda şiddetin olağan kabul edilmesi de şiddetin bulaşıcı olma ihtimalini artırır. Medyada şiddet içeren içeriklerin yaygınlaşması da insanların şiddet içeren davranışları taklit etmelerine yol açabilir. Özellikle, medyanın şiddeti normalleştirmesinin gençler üzerinde etkisi vardır ve bu da şiddetin bulaşıcı olmasına katkıda bulunabilir.

Fakat yine de burada kişisel farklılıkların altının çizilmesi oldukça önemlidir. Zaten bireysel farklılıklarımız olmasaydı, bu çağda şiddetten kaçınmamız oldukça zor olabilirdi. Bu açıdan bakıldığında da şiddet bulaşıcıdır ya da değildir diyemeyiz, bunu destekleyecek kesin kanıtlar bulmak oldukça zordur çünkü birçok faktör bu süreci etkiler ve her durum da birbirinden farklıdır.”

“TEMELDE HEPSİ BİR SİSTEM SORUNU”

Kendisine farklı şiddet türlerinin birbirinden bağımsız olup olmadığını sorduğumuz Karpat, birbirinden bağımsız olduğunun düşünülemeyeceğini dile getirirken, şiddetin bir sarmal hâlinde varoluşunu vurguladı:

“Bir sarmal şeklinde hepsi birbirini etkilemektedir. Erkek şiddeti, polis şiddeti, psikolojik şiddet, fiziksel şiddet, cinsel şiddet gibi farklı türler genellikle ortak sosyal, kültürel ve psikolojik dinamiklerden etkilenir. Fakat temelde bunların hepsi bir sistem sorunu olarak ele alınmalıdır.”

“ŞİDDETE TANIK OLMAK, BİR SARMAL OLUŞMASINA NEDEN OLABİLİR”

Karpat, anne karnındayken bile şiddete tanık olmanın psikolojik etkileri görülebileceğine değinirken, bu etkilerden şöyle söz etti:

“Şiddete tanık olmak Travma Sonrası Stres Bozukluğu, depresyon, anksiyete bozuklukları vb. neden olabilir. Uyku sorunları, zihinsel geri çekilme, umutsuzluk, enerji kaybı, aşırı endişe, panik atak, titreme, terleme, öfke, suçluluk, saldırganlık, madde kullanımı, bağlanma sorunları gibi birçok farklı şekilde kendini gösterebilir. 

Özellikle çocuklarda ise bunlara ek olarak öğrenme sorunları, hafıza problemleri, güven eksikliği, arkadaşlık ilişkilerinde sorunlar, okula uyumda zorluk yaşama, yeme bozuklukları gibi farklı şekillerde de kendini gösterebilir.”

“KAMUOYU OLUŞTURULMASINA DESTEK OLMAK ÖNEMLİ…”

Şiddete maruz kalan bir kişinin, bu deneyimlerin etkisiyle genellikle şiddeti tekrarlayan bir döngü içine girme eğiliminde olabileceğini, şiddeti içselleştirebileceğini, normalleştirebileceğini ve şiddeti aktarabileceğini ifade eden Karpat, kamuoyu oluşturulmasına destek olmak gerektiğine de dikkat çekti:

“Şiddete tanık olmak bir sarmal oluşmasına neden olabilir. Bu sarmal etki de şiddetin toplum içinde yayılmasına ve süregiden bir döngü oluşturmasına neden olabilir. Bu nedenle, önleyici tedbirlerin alınması ve şiddete maruz kalan kişilere destek sağlanması önemlidir. Bu destek, travma sonrası yardım, terapi, danışmanlık gibi hizmetleri içerebilir ve kişilere sağlıklı başa çıkma mekanizmalarını öğrenmeleri konusunda yardımcı olabilir. Önleyici tedbirlerin ise sadece kişisel olarak değil devlet eliyle de alınması gerekiyor. Bu konuda ise kamuoyu oluşturulmasına destek olmamız oldukça önemli…”

“ŞİDDETİN CİNSİYETİ, DİNİ VE IRKI YOK”

Şiddetsiz Toplum Derneği Başkanı Rıza Sümer, insanın uygar bir canlı hâline gelemediği/ getirilemediği durumlarda ve olumsuz bir duygu anında, canlı veya cansız varlıklara şiddetin bir çeşidini uyguladığını belirterek, “Şiddeti; erkek şiddeti, kadın şiddeti, kadın-erkek birlikte şiddet, psikolojik şiddet, ekonomik şiddet, fiziksel şiddet, cinsel şiddet, polis şiddeti, jandarma şiddeti, yargı şiddeti, medya şiddeti, anne şiddeti, baba şiddeti, akran şiddeti, sağlıkta şiddet… diye şiddet üreten insana veya etki alanlarına göre ifade edebiliriz. Bunlara ekleme yapabiliriz veya birkaç başlıkta toplayabiliriz. Şiddetin cinsiyeti, dini ve ırkı yok, kesinlikle. Önemli olan, türü ne olursa olsun, şiddetin hiçbir insana yakışmadığı.” dedi.

“SADECE KANUNLARLA ŞİDDET ÖNLENEMEZ”

Fikir Gazetesi’ne verdiği demeçte, “Bir yerde adalet yoksa orada şiddet vardır” ifadelerini kullanan Sümer, şiddet olaylarının birbirinden bağımsız olmadığını vurguladı. Sümer ayrıca şiddetin sorun çözen değil, çözüm kapılarını kilitleyen ve sorunları daha da artıran bir anahtar olduğunu dile getirerek şiddetin bulaşıcı olduğuna dikkat çekti ve şunları söyledi: 

“Şiddet, hava yolu ile değil, gözlerden, görerek bulaşıyor, öğreniliyor. Anneden, babadan,  aile bireylerinden görerek öğreniliyor. Zamanla bu öğrenme, toplumda başka örneklerle güçleniyor, kalıcı bir davranış bozukluğu hâline geliyor. Dünyanın ana sorunlarını, yüz yüze ve göz göze iletişim,  örgütlenme, demokrasi, adalet, sosyal güvenlik, can güvenliği ve eğitim başlıkları ile dilimleyebilirim. İnsan türü, insan soyu, iletişim ve demokrasiyi başarabilse, silahsız ve şiddetsiz yöntemle, sabırlı olarak iletişimi kurabilse, demokrasiyi sağlayabilse, şiddet önlenebilir, azalabilir. Sonra, sevgi, şefkat, saygı, hoşgörü, dostluk ve barış içinde bir Türkiye ve dünya sağlanabilir. Sadece kanunlarla şiddet önlenemez. Kanunlar elbette caydırıcı olabilir, oluyor da. Kanunlar, toplumsal uzlaşı ve partilerin ortak kararları ile çıkarılır, yine aynı şekilde uygulanırsa şiddet çok azalır. Belki de yok olur. Milyonlarca, milyarlarca yıl geçse bile şiddetin ortadan kaldırılacağına kesinlikle inanıyorum. Şiddet, görerek veya eğitimle öğretiliyor. O zaman, önlenebilir. Aileden başlayarak öğrenilebilir. O zaman şiddet değil sevgi,  saygı, dostluk ve barış bulaşıcı olur. Keşke birbirimize bunları bulaştırabilsek ve yüreğimize yerleştirebilsek.”

“SORUN İNSAN, ÇÖZÜM DE İNSAN”

Şiddetin toplumdan silinebileceğinin altını çizen Sümer; insana, hayvana ve doğaya yönelik tüm şiddet türlerinin önlenebileceğini belirtti. Şiddet türlerinin milyarlarca yıldır süren bir ayıp olduğunu aktaran Sümer, sözlerini şu ifadelerle sonlandırdı:

“İnsan üretiyor, insan ortadan kaldırabilir. Ürünlerin tümünün hammaddeleri var bilirsiniz. Şiddetin de var. Şiddetin hammaddelerinin yetiştiği yer toprak, su, hava, ürediği alan ise insan, canlı varlıklar. İnsanlar uygarlaştıkça, bize öğretilen melekler hâline geldikçe, silah veya zararlı madde üretimi, insan veya hayvan ticareti, kıyımı, savaşlar, çatışmalar, havadan, karadan veya denizden top ve bombalar olmayacak. Temel etken insan ve kendi yarattığı koşullar. Sorun insan, çözüm de insan.”

ELEŞTİRİ SANSÜRE/ OTOSANSÜRE HİZMET EDİYOR MU?

Kültür endüstrisinin her dalının, özellikle de görsel ağırlıklı dallarının (film, televizyon ve video oyunları gibi) tarihsel olarak sıkça şiddetle olan ilişkisi bakımından eleştirildiğini hatta kimi zaman yer yer muhafazakârlaşan bir tür ahlaki paniğe de yol açtığını ve sansüre/ otosansüre neden olduğunu aktaran sinema yazarı Aslı Ildır ise şiddet ve şiddet temsilinin çok daha karmaşık ve çok boyutlu bir yöntemle ele alınması gerektiğine dikkat çekti:

“Seyircinin ekrandaki kurmaca/ temsili şiddetle olan ilişkisi, tıpkı tüm sanat dallarında olduğu gibi oldukça karmaşık ve tek yönlü bir ‘etkilenme, örnek alma, maruz kalma’ dinamiği içinden ele alınamaz. Dolayısıyla ekrandaki şiddet temsilini eleştirirken, eleştirinin sansüre/ otosansüre hizmet edip etmediği konusu, mutlaka akılda tutulmalı. En önemlisi bu eleştiri, her daim bir bağlam içerisinde ele alınmalı. Tartışılan sanat eseri ya da popüler kültür ürünü, gösterdiği şiddeti nasıl çerçeveliyor ve ifade ediyor, seyirciye pornografik bir temsil mi sunuyor yoksa şiddetle olan ilişkisi üzerine düşünmesi adına bir alan açıyor mu, tüm bunlar hem anlatı hem de anlatım öğeleri göz önünde bulundurularak tartışılmalı. Ancak yine tarihsel olarak elbette toplumda artan şiddetle birlikte ekrandaki şiddet miktarının da dalgalandığını gözlemlemek mümkün. Burada bir neden-sonuç ilişkisi olduğunu söylememiz zor, iki taraflı bir etkilenme demek daha doğru olur – ancak çoğunlukla temsilin gerçeklikten etkilendiğini ve onu yansıttığını söylememiz mümkün.”

Türler ve mecralar arası bir ayrım da olduğuna dikkat çeken Ildır, bir haber kanalında gösterilen şiddet miktarı ve şekliyle, bir filmde, dizide ya da bilgisayar oyununda görülen şiddetin seyirci tarafından başka şekillerde algılandığını ifade etti ve ekledi:

“Bir yandan şiddetin yüceltildiği ve neredeyse estetize edildiği, dolayısıyla da normalleştiği popüler kültür anlatıları (savaş dizileri, tarihi dramlar, şovenist kahramanlık anlatıları, mafya dizileri) popüler kültür ürünleri oldukları için sıkı bir eleştirel bakışı ve yorumu gerektirirken, örneğin bilgisayar oyunları ile aksiyon ya da korku filmlerini yorumlarken temsilin başka mekanizmalarla birlikte ele alınması gerekiyor.”

 ‘ELEŞTİRMEK İÇİN GÖSTERMEK’ Mİ, ‘ÖZENDİRMEK’ Mİ?

Ildır, şiddeti toplumsal bir gerçeklik olarak eleştirel bir pencereden seyirciye göstermekle, ‘özendirmek’ arasında nasıl bir ayrım var meselesinin neredeyse sinema tarihinin en başından beri gündemde olan ve üzerine sayısız fikir üretilmiş bir mesele olduğunu belirtirken basitçe “eleştirmek için göstermek” ve “özendirmek” olarak ayrılan bu iki temsil biçimini birbirinden ayıran şeyin bağlam olduğunu vurguladı ve devam etti:

“Bu bağlam öncelikle spesifik bir medya türünün kendine özgü biçimsel/ ideolojik bağlamıdır. Örneğin bolca şiddet sahnesi olan bir korku ya da aksiyon filmi, belirli bir yaş sınırı ve şiddet uyarısıyla birlikte, isteyerek ve belirli bir ücret ödeyerek izlediğiniz bir filmdir. Ancak bir kamu spotunda, bir reklamda ya da haberlerde (hatta bazen dizilerde de) gördüğünüz şiddet için herhangi bir önden uyarı ya da onay mekanizması yoktur. Buradaki onay/ kontrol mekanizması çoğunlukla gösterim sonrasında gerçekleşen sansür/ ceza süreciyle (RTÜK) gerçekleşebilir ancak bu süreç oldukça keyfidir. Dolayısıyla burada mecralar arası (televizyon ve sinema) bir farkla karşı karşıyayız; bu, bağlamın birinci parçası. İkincisi ise biraz daha anlatı ve anlatım dili/ üslubu kurulan bağlam. Örneğin iki farklı aksiyon ya da korku filmi arasında anlatısal ve biçimsel olarak büyük farklar olabilir. Burada metinleri ve görselleri ideolojik ve biçimsel olarak okumak ve yorumlamak gerekir. Örneğin bir filmde hangi karakterin (örneğin karakterin cinsiyet kimliği, cinsel yönelimi, sınıfsal ve kültürel statüsü, etnik kökeni ya da dini nedir?), kimler tarafından, ne şekilde ve ne nedenle şiddete maruz kaldığı, gösterilen şiddetin anlamını tamamen değiştirecektir. İkincisi ise şiddetin gösterim şekli ve süresidir. Eleştirel de olsa, mevzubahis şiddet temsili, sorunlu olabilir. Örneğin anlatısal ve hikâyesel olarak kadına şiddeti eleştiren bir film/ dizi, biçimsel olarak kadına şiddeti yeniden üretiyor olabilir. Bu tip örneklere özellikle popüler televizyon dizilerinde rastlıyoruz. Kadına şiddeti eleştirmek amacıyla çekilen bir sahnede dakikalarca şiddet gören, hakarete, tacize ve tecavüze uğrayan kadınlar izliyoruz. Anlatılan hikâye ne olursa olsun, imajların kelimelerden bağımsız etkileri ve anlamları vardır. Sinema ve televizyonun diğer sanat dallarından, örneğin edebiyattan daha fazla şiddet temsili tartışması uyandırması, tam da imajların gücünden kaynaklanır. İmajlara doğrudan maruz kalırız, dolayısıyla bir kadına şiddet imgesinin ne tip etkileri olacağı, yapımcının ya da yazar-yönetmenin ‘niyetiyle’ ölçülüp tartışılamaz. Her tür şiddet temsilinin, toplumsal ve psikolojik olarak farklı katmanlarda bambaşka etkileri vardır. Dolayısıyla ikinci bağlam, daha estetik ve anlatısal bir bağlamdır.”

“SİNEMADA HER TÜRLÜ BİÇİMSEL İMKâN MÜMKÜN”

Ildır, son olarak şiddetin, sadece kurmacalar tarafından doğrudan özendirilemeyeceği gibi, aynı zamanda onlar tarafından engellenemeyeceğini de aktardı. Bu yaklaşımın zaman zaman okları kültür endüstrisine yöneltip güncel gerçekliği -yani temsil olmayan, gerçek şiddeti- görmezden gelmeye neden olabildiğinden söz eden Ildır, sözlerini şu ifadelerle sonlandırdı:

“Ancak elbette daha “olumlu” ya da şiddete dair eleştirel yaklaşımı yerinde örnekler olduğunu da söylemek mümkün. Bu anlamda son dönemden Jonathan Glazer’ın İlgi Alanı (The Zone of Interest) filmini örnek verebilirim. Film Auschwitz’deki toplama kampında geçiyor ancak kampın içini ve soykırım kurbanlarını göstermeyi tamamen reddediyor ve kampın yöneticisi olan Nazi subayı ve ailesine odaklanıyor. Kampın içinde yaşananların dehşetini, asla olanları doğrudan göstermeden, özellikle de ses vasıtasıyla aktarıyor. Elbette burada temsili mümkün olmayan bir şiddet ve soykırımdan bahsediyoruz ve bu tamamen ayrı bir tartışmanın konusu. Ancak bu örneği vererek, şiddeti imgesel olarak ‘göstermeden’ ya da ‘temsil etmeden’ de ‘anlatabileceğimizi’ ya da eleştirebileceğimizi, sinemada her türlü biçimsel imkânın mümkün olduğunu belirtmek istedim.”