Hepimiz marangoz Rüstem’in kapısının önünde kuyruğa girdik. Bahar geldi sevgili okur. Bizde ritüeller bozulmaz. Yaz gelince iki kapımız var: Birincisi, gazoz kapağı için Kahveci Veysi ve Seyfettin Bakkal’ın, ikincisi kapakları düzgün vurmak için ihtiyacımız olan mermeri almak üzere yaz ayının başlarında, okulun kapandığı cuma günü karneler elimizde, soluğu mermerci Murat abinin dükkânı önünde alırdık. İlk giden, en güzellerini seçer. Sona kalan, bulduğu kırık dökük mermeri yere sürterek, uçlarından kırarak (Bu son derece tehlikelidir, ortadan ikiye ayırabilirsiniz) düzeltmeye çalışır.
Neyse, yaza daha çok var. Şimdi ilkbaharın ritüellerinde sıra. Hepimiz marangoz Rüstem abiden üç tane düzgün çıta almak için bekliyoruz. Eskiden bedava veriyordu. Şimdi parayla satıyor. Çocuklar olarak kendisine çok öfkeliyiz, bir haftalık harçlığımızı ona veriyoruz. Çıta piyasasını çok bilmiyoruz ama bizi kazıkladığını düşünüyoruz. Ona kızgınlığımızdan, oğlu Rasim’i hiçbir oyuna almıyoruz. Daha çocuğuz sayın okur, kimsenin gözünün yaşına bakmayız… O kadar yani…
Rüstem abi o kadar para almasına rağmen karşılığında hiçbir hizmet vermiyor. Çıtaları, artık ağaç ve kalasların içinden kendimiz buluyoruz. Elimize batan kıymıkları, üzerimize düşen tahta parçalarını hesaba katmıyorum. Üç tane güzel çıta buldum.
“Rüstem abi, iki liram eksik.” dedim.
“Tamam.” dedi. Küçük avuçlarımdaki dört lirayı toynak gibi elleriyle alıp talaş içindeki önlüğünün cebine koydu. Leş gibi tutkal kokuyordu. Kendimi sokağa zor attım. Mıstık ile Ali ortalarda yoktu. Kırtasiyeye gidip Aycan abladan bant, ip, kap kâğıdı alıp Nihat amcanın kapısındaki sıraya geçtim. Bir de ne göreyim, sıranın en önünde Mıstık ile Ali bana el işareti yapıp yanlarına çağırıyorlar.
“Sabahtan beri sizi arıyorum, nerelerdesiniz?” dedim. Ali;
“Biz de seni göremeyince buradasın diye düşündük. Nasıl olsa gelirsin diye sıraya girip bekledik.” dedi. Mıstık hemen ekledi:
“Fena mı yaptık?” biraz düşününce mantıklı buldum.
“İyi yapmışsınız, aferin,” dedim. İkisi de bir gururlandı. Sanki bana suyun kaldırma kuvvetini buldular.
“Daha çok kişi var mı?” dedim.
“Nihat amca kasnaklıları bu sene çok hızlı yapıyor. Fakat küçük bir sorun var.” dedi.
“Nedir? Sakın para istiyor deme.” dedim. Ali:
“Yok, akşam bir araba briket gelecekmiş onu taşımaya yardım edeceğiz,” dedi. Nihat amca, evlenecek oğlu için kaçak ikinci katı çıkıyordu. Hiç düşünmeden,
“Seve seve…” dedim. Mıstık lafa girdi:
“Bir gün bizim de yeni çıkan Süpermen ve kartal baskılı uçurtmalarımız olur mu?” Kızdım, ensesine vurdum.
“Konuyu dağıtma.” dedim. Nihat amca uçurtmalarımızı yapıncaya kadar hiç konuşmadık. Sanırım hepimizin aklında kırtasiyede gördüğümüz o yeni uçurtmalar vardı…
Hakan, elinde resim öğretmeni babasının çizdiği bir uçurtmayla çıkıp geldi. Çok ilginç bir görseldi. Her gelen ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
“Hakan, uçurtmanın üstündeki kişi kim?” dedim.
“Erlik Han.” dedi.
“Erik Han mı?” dedim.
“Siz cahiller bilmezsiniz, bu Türk Mitolojisinde geçen Karanlıklar Diyarının Efendisi Erlik Han.” dedi. Mıstık yanıma geldi.
“Karanlıkların efendisi He-Man değil mi?” dedi. Ali lafa girdi.
“O gölgelerin efendisi.” dedi. Mermerci Rüstem’in oğlu Rasim:
“Hayır, He-Man Kâinatın Hâkimi.” dedi. Ortalık iyice karıştı. Ali ve Mıstık’ı alıp ufak ufak oradan uzaklaştık…
O zamanlar Türk Mitolojisi hakkında hiç bilgimiz yoktu. Bir gün Bartu Bölükbaşı’nın kendi illüstrasyonlarıyla hazırladığı ve Prestij yayınlarından çıkan ‘Türk Mitoloji Atlası’ kitabı elime geçti. En iyi illüstrasyon ödülü alan bu kitap; kalitesi, içeriği ve görselleriyle tam bir şölendi…
Babaannemin bana ve kız kardeşime sürekli sarf ettiği “Çorlar götürsün sizi” cümlesindeki Çor’un kötü bir varlık, en yakın arkadaşım Perihan’ınsa aslında Türk Mitolojisinde doğaüstü varlıklarla savaşan bir kadın büyücü olduğunu öğrenmiş oldum.
Ne diyelim Çorlar uzak, Perihanlar hep yanınızda olsun.
Benim uçurtmam tellere, Ali’nin ağaca, Mıstık’ınki bir evin çatısındaki TV antenine takıldı. O zamanlar çanak antenler yok. T harfi şeklinde neredeyse iki metre uzunluğunda telli antenler vardı. Hey gidi günler hey…
Hepimiz üzgün, çıtalar gibi kırılmış hâlde eve doğru giderken gözümüz Rasim’e takıldı. Hâlâ kasnaklısı gökyüzünde süzülüyordu. Bağırarak.
“Rasim, seni Çorlar götürsün!” dedim. Gülümseyerek:
“Sağ ol.” dedi.