Geçtiğimiz günlerde Filistin İçin 1000 Genç Platformu’nun Türkiye’nin İsrail’le ticari ilişkilerini kesmesi talebiyle İstiklal Caddesi’nde gerçekleştirdiği protesto eylemi, polisin sert saldırısı ve çok sayıda gözaltıyla son buldu. Mesele AKP iktidarının “din kardeşliği” ve “ümmetçilik” gibi çeşitli kavramlar üzerinden türlü türlü duygu sömürüsüne başvurduğu Filistin’e dair olunca, bir de üstüne aynı tarihte bizzat Tel Aviv’de Filistin yanlısı bir eylem hiçbir sorun yaşanmaksızın gerçekleştirilince pek çok tartışmaya da kapı aralandı. Öyle ki sosyal medya trolleri; işi kimi eylemcileri MOSSAD ajanı olmakla itham etmeye dahi vardırdı. Her ne kadar bizzat iktidar yanlısı kesim bile yer yer polisin uyguladığı şiddeti doğru bulmadığını ifade etse de “Polisimin yanındayım/ devletimin yanındayım” naralarının yükselmesi fazla zaman almadı. “Kahraman polisim” çığlıklarıyla sahip çıkılan görüntülerde sivil polis kadınlardan birinin, kolları diğer polisler tarafından tutulan eylemci kadınlardan birini tokatladığını, bir başka polisin ise yere yatırılmış bir eylemcinin karnına ayağıyla bastığını hatırlatalım. Ancak sanıyorum ki uygulanan şiddetin boyutu ve vahşiliği, gözüne perde inmiş bir şekilde ne olursa olsun kolluk kuvvetlerinin ardında konumlanan bir kesim açısından hiçbir şey ifade etmiyor. Yaş aralığı itibariyle daha genç olan bu kesim Van’da iradesi alenen gasp edildiği için sokağa direnmeye çıkan halkı terörist olarak mimlemeye de dünden razı, daha 14’ünde polis kurşunuyla (gaz fişeği) öldürülen Berkin Elvan hakkında korkunç bir soğukkanlılıkla “Devlete taş atacak yaşa gelmişse öldürülecek yaşa gelmiştir.” demeye de. Peki, günün sonunda kolluk kuvvetlerinin müdahale yetkisi neleri kapsıyor, protesto hakkı ve ifade özgürlüğünün sınırları nereye uzanıyor?
Kadın polis amirinin eylemciye tokat atması en çok tepki toplayan görüntüler arasındaydı. Öyle ki kameralara takılan, hiç şüphesiz, devlet şiddetinin tüm çıplaklığıyla afişe olduğu anlardan biriydi. Ancak bu denli bir vahşete dahi kılıf uydurulması, yukarıda da belirttiğim gibi, fazla uzun sürmedi. X’te bir kullanıcı, bahsi geçen görüntülerde eylemcinin önce polise “Allah belanı versin” dediğini, ardından da polisin yüzüne tükürdüğünü iddia ediyordu. Yani, tokat yiyen eylemci de çok “masum” değildi ya da devletin keskin kılıcını bir tokat suretinde yanağında hissetmeyi hak etmişti belki de.
Sanıyorum şöyle başlamakta fayda var: Bahsi geçen görüntüler, eşler arasında yaşanan gündelik bir hırgür değil. Herhangi bir mahalle arasında karşılaşabileceğimiz basit bir adli vaka değil tanıklık ettiğimiz. Taraflardan biri devletin tüm zor aygıtlarını bünyesinde barındıran ve “toplumsal asayişi sağlayarak” kurulu düzeni muhafaza etmekle yükümlü kolluk güçleri. Burada düzeni muhafaza etmek diyerek işaret etmeye çalıştığım, bir baskı aygıtı olarak devletin varlığını sürdürmeye devam edebilmesinin koşullarını yaratmak. Dolayısıyla eylemcinin yüzüne patlayan tokat da, bir çocuğun başına isabet ettirilen gaz fişeği de, cezaevlerinde bir işkence aracı olarak kullanılan cop da günün sonunda tek bir yapının hanesine yazıyor: devletin. Ne miras kavgasında anlaşamayıp birbirini bıçaklayan uzak akrabalardan bahsediyoruz ne de “Sen bana yan baktın” gerekçesiyle başlayıp silahların patlamasıyla son bulan bir magandalıktan yani.
Tabii ki ne polis şiddeti ne de işkence Türkiye için yeni kavramlar değil. Gözaltına alırken adını bağırmak gibi bir önlem var mesela devrimci hafızanın pratiklerinde, izini kaybettirmemek için. Mamak, Metris, Diyarbakır… Memleketin zindanlarının tarihi esasen işkenceler tarihi. 90’lı yıllar, özellikle Kürt coğrafyası için asit kuyuları, beyaz Toroslar ve faili meçhuller demek. Sevgi Soysal, 12 Mart’ı işlediği “Şafak” romanında işkencenin sıkıyönetim koşullarında nasıl da mübah bir gerçeklik hâline geldiğini anlatıyor mesela. Sevgi Soysal’ın kısa ömrünün görmeye yetemediği, işkence ve baskının tüm sertliğiyle arz-ı endam edeceği 12 Eylül’ün gelmesine daha 20 yıl var oysa… Uzun lafın kısası, devlet şiddeti ve işkenceyle tanışıklığımız ne yazık ki yeni değil. Teknoloji çağı bu suçları kanıtlayabilmenin, gözler önüne sermenin, kamuoyu oluşturabilmenin yollarının önünü açtı sadece.
Uzun yıllara yayılan bu tanışıklık, toplum içinde bir kanıksamaya da yol açıyor elbet. Gençlerin eylemlerde tartaklanması, kadınların saçlarından tutularak yerlerde sürüklenmesi, işçilerin fabrika önlerinde dövülmesi kimse için şaşılacak görüntüler değil. Yüreklerde bir sızı, dillerde “Yahu etmeyin eylemeyin, hiç olacak iş mi?” tepkisi, belki birkaç göz dolması ortaya çıkıyor tüm bunların sonucunda. Oturmuş tepkiler olarak tarif edebileceğimiz bu sonuçlardan daha farklı bir yere denk düşen ve özellikle genç kesim içinde varlık gösteren tüm bu şiddeti haklı olarak tanımlayan bir damar açıldı işte bir de.
Kriz koşullarında kapitalizmin klasik taktiklerindendir hoşnutsuz halkı milliyetçiliğe yönlendirmek. Aziz ulus kavramı, yüce millet övgüleri, emperyalist saiklerle sınır ötesine düzenlenecek birkaç operasyon, yükselen tepkileri başka yöne yönlendirir çoğu zaman. Akan sular durur, gündem değişir, asıl “düşman” karşıdaki “terörist/vatan haini/anarşist” hâline gelir. Böyle yıllarda, bu koşullar altında milliyetçiliğin yükselmesi ve akabinde Özdağ gibi figürlerin kendine alan bulması ne yeni ne de Türkiye’ye özgü yani. Ancak bence esas ilginç olan, tarihte daima toplum içi konumu gereği ilericilik atfedilen gençlik kesimlerinin yer yer nine ve dedelerinden dahi geriye düşen çeşitli kodları savunur hâle gelmesi. Bir tweet atmanın dahi tutuklanma sebebi hâline gelebildiği, siyasi suçlar gerekçesiyle cezaevinde olan tutuklu sayısının zirveye ulaştığı, konu ne olursa olsun sokağa inmenin bu denli imkansızlaştırıldığı koşullarda gençlik kesimlerinin devasa bir öfkeyle radikalleşmek yerine bilinç düzeyinde fark edemeden tüm bu baskılara yedeklenir hâle gelişi hem üzücü hem de ilgi çekici. Böyle düşündüğümüzde tüm bu baskı ve sindirme çabalarının meyve verdiğini de söyleyebiliriz belki de. “Onlar da sokağa çıkmasaymış, eylem yapmasalarmış” cümleleri sık tekrarlanan bahaneler olmaya başladı zira.
İŞKENCESİZ BİR DÜNYA MÜMKÜN
Uzun lafın kısası, günümüz dünyasının en büyük örgütlenmesi olan devletin organize zor aygıtlarından biri olan polis teşkilatını oluşturan amirlerden biri ile herhangi bir hak ya da talep için sokağa çıkan herhangi bir eylemcinin eşit ilan edilmesi, devasa bir kavram karmaşasından öteye işaret etmiyor. Eylemcinin polise göstereceği herhangi bir sözlü ya da fiziksel tepki, polisten doğru eylemciye yöneltilecek bir müdahaleyle hiçbir koşulda denk düşmüyor. Tarihle sabit, zor kullanma yetkisini bizzat yurttaş/halk ile arasında olan hukuki sözleşmeden alan devlet yapılanmasının, ilgili hukuku hiçe sayarak hareket etmeye başlamasının derin bir kaos ve terör ortamı yaratmaktan öteye geçen bir sonucu da olmuyor, olamıyor. Nitekim Van’da beş sivil polis tarafından sokak ortasında dövülen 12 yaşındaki çocuk da bu kaos ortamının bir sonucu oluyor, memleketin en sembolik caddelerinin birinde polis tarafından tokatlanan eylemci de. İnsana ve insanlığa karşı işlenen tüm bu suçların karşısında, hepimizin payına da onurlu bir yaşamı savunmak düşüyor. Nitekim “Polis limon sat, onurlu yaşa” sloganı da haklılığını tam da buradan alıyor.
Bu yazı, başlığını geçtiğimiz Eylül’de Tarihsel Adalet için Bellek Müzesi’nde sergilenen 12 Eylül konulu “Geçmiş Bugündür” sergisinde gördüğüm bir sözden alıyor. 12 Eylül’de işkence gören mahkumlardan birinin, yaşananların ardından söylediği bir cümle bu: “Mazlumun affetmeme hakkı olduğunu düşünüyorum.”
Affetmeme hakkı olan mazluma hiç şüphesiz dünyanın en büyük ordularından birine taş ve sapanla direnmeye cüret eden Filistinli çocuklar da dahil, Van’da iradesini gasp ettirmemek için sokağa dökülen Kürt halkı da, her 8 Mart’ta saçlarından sürüklenen kadınlar da, fabrika önlerinde yaka paça gözaltına alınan işçiler de, son sözü “Vurmayın öldüm” olan 19’unda gençler de. Ben de bu yazıyı devlet şiddeti sonucu hayattan koparılan, sakat kalan, şu ya da bu biçimde yaşamını eskisi gibi sürdüremeyen, karanlık gecelerde kabuslarla kan ter içinde uyanan herkesi ve aileleri selamlayarak bitirirken yine aynı sergiye bir atıfta bulunmak istiyorum: “Hesaplaşmama, suç ortaklığının yaygınlığıyla da ilgilidir. İşkencesiz bir dünyanın mümkün olduğuna inanıyoruz.”