İsrail-İran gerilimi: Türkiye işin neresinde? 

Tarihin her döneminde bir bölgesinde aralıksız bir şekilde kan akıtılan bir bölge olarak Müslüman coğrafyası, siyasetin, dinin ve savaşın sürekli iç içe yaşandığı bir coğrafya olageldi. Ve tabii ki dini bayramların… 

Ramazan ayı ve bitişindeki bayram da, Ortadoğu’da Gazze başta olmak üzere devam eden emperyalist saldırganlığın gölgesinde yaşandı. 

Geçen yılın 7 Ekim tarihinden bu yana gündemde olan İsrail saldırganlığıysa, 1 Nisan tarihinde Suriye’deki İran konsolosluğuna yapılan saldırının ardından, savaşın İsrail-Filistin hattından taşıp bölgesel bir nitelik kazanma tehlikesinin önemli dönüm noktalarından biri oldu. 

Savaşın devam ettiği coğrafyalarda her şeyin ana teması savaş olur. 

Şam’daki İran konsolosluğuna düzenlenen ve ikisi general rütbesinde 7 İranlı askeri yetkilinin öldürüldüğü saldırı da, aynı şekilde İran’daki bayrama savaş rengini veren bir sonuca ulaştı. 

Bölgesel gelişmeler açısından, bu bayramda gözler İran’da, İran lideri Ayetullah Ali Hamaney’in başkent Tahran’daki Büyük Musalla Camii’nde kıldırdığı namazın hutbesindeki konuşmasındaydı. 

İsrail’in Şam’daki İran konsolosluğuna saldırısının ülkesinin topraklarına saldırı anlamına geldiğini belirten ve “Kötü rejim bir hata yaptı, cezalandırılmalı ve cezalandırılacak.” diyen Hamaney’in konuşmasını, İsrail’in ‘bir saldırı gelirse misilleme yapılacağı’ açıklaması takip etti. 

Hamaney’in “Batılı hükümetler uzun yıllar boyunca gaspçı rejimi destekledi ve uluslararası çevrelerde ona her türlü yardımı sağladılar. Elbette bazıları sözlü olarak Gazze’deki halka destek veren bir şeyler söyledi ancak pratikte sadece (saldırıları) engellememekle kalmadılar, birçoğu da yardımcı oldu. Özellikle ABD ve İngiltere’nin kibirli ve zalim hükümetleri” ifadeleriyle Batı’yı eleştirmesi bekleniyordu ancak Hamaney’in ‘müslüman ülkelere’ de bir çift sözü vardı ve sosyal medya hesabından şu paylaşımı yaptı: 

“Filistin meselesinin Londra’nın, Paris’in, Washington’un en önemli meselesi hâline gelmesi azımsanacak bir mesele değil. Bu daha önce görülmemiş bir şey. İslam dünyasında yeni bir değişimin yaşandığı aşikâr. 

Bazı Müslüman hükümetlerin Filistin’deki çatışmanın ortasında Siyonist rejime yardım etmesi üzücü. Siyonistler bir ülkede yer edinirken kendi çıkarları için o ülkenin kanını emerler. Siyonist rejime yardım edenler, kendi yıkımlarına yardım ediyorlar. 

Müslüman hükümetler Siyonist rejimle ekonomik ve siyasi ilişkilerini en azından geçici olarak kesmeli. İlişkiler kesilmeli ve bu suçları işlediği sürece kimse onlara yardım etmemeli.”

İran liderinin bu mesajı, elbette tüm Müslüman ülkelere yapılan bir çağrıydı ancak bu açıklamayla birlikte, başta Türkiye kamuoyunda, İsrail’le en iyi ilişkilere sahip olduğu bilinen bir ülke öne çıktı: Türkiye. 

Mevcut tarihsel problemlerin sıcak çatışmaya dönüştüğü her dönem, aynı zamanda tarafların her biriyle iyi ilişkiler sürdürmeye çalışan ‘denge ülkelerinin’ zorlandığı dönemlerdir. Türkiye’yi de bu ülkelerden sayabiliriz. 

Bugüne kadar hem Rusya hem Ukrayna, hem Çin hem ABD, hem İsrail hem Filistin’le iyi ilişkiler kurmaya çalışan ve tüm taraflarla ticari ilişkilere de sahip olan Türkiye, uzun süredir dış politika alanında bir ‘denge oyunu’ oynuyor. 

Bu denge oyunu, taraflar arasında arabuluculuk veya ‘mesaj iletme’ işleviyle Türkiye’yi belirli bir yere kadar getirdi. Ancak Türkiye’nin özellikle İsrail’le ilişkiler konusunda ikna etmesi gereken çok önemli bir kesim bulunuyor: Türkiye’deki, önemli bir kısmı kendi seçmeni olan İsrail karşıtı milliyetçi/muhafazakar kesim. 

Bu ‘rıza inşası’ hükümete yakın medya eliyle ve üst düzey hükümet yetkililerin İsrail karşıtı sert açıklamalarıyla uzun süredir, “One minute” döneminden beri başarıyla sağlanıyor. Ancak özellikle Aksa Tufanı’ndan sonra hükümet muhalifi gazeteciler başta olmak üzere, İsrail’le ticari ilişkiler gündeme geldikçe, Türkiye iç politika alanında da zorlanmaya başladı. 

Sonunda Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın duyurduğu, Ticaret Bakanlığının detaylarını açıkladığı ‘ihracat kısıtlamaları’ devreye girdi. 

Ticaret Bakanlığının İsrail’e yönelik açıkladığı ihracat kısıtlaması listesinin 50. maddesinde, ‘Uçak benzini ve jet yakıtı’ dikkat çekiyordu. 

Ticaret Bakanlığına ait bu listeye göre, Türkiye’nin İsrail uçakları için yakıt ihraç ettiği doğrulanmıştı. 

İletişim Başkanlığına bağlı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi ise, söz konusu iddiaları hızla yalanladı ve infial yaratan 50. maddeyle ilgili “Türkiye topraklarındaki havalimanlarında İsrail’e ait sivil uçaklar için satın alınan, jet yakıtıdır. Yakıt alan uçakların tamamı yolcu uçağıdır.” ifadelerini kullandı. 

İster jet yakıtı olsun, ister basit bir ihracat kalemi… Siyonist saldırganlığın bu derece pervasızlaştığı bir ortamda yapılması gereken, İsrail’le ihracatın değil, diplomatik ilişkilerin kesilmesiydi. Hangi ihracat kalemi ne işe yarıyor, ihraç malları aslında Filistin’e mi gönderiliyor, saldırgan bir devlete ihraç edilen mallar arasında ‘masum’ olanlar var mıdır… 

Bütün bunlar güncel siyasetin tartışma konuları ancak çelişkileri en genel hatlarıyla alt alta dizmeye çalışalım: 

1- Ortadoğu’daki asıl çatışma İsrail (ABD) ile İran arasında. 

2- İsrail, Suriye’ye yönelik emperyalist saldırganlık da dâhil olmak üzere hem İran’a, hem İran’a yakın güçlere karşı uzun süredir kanlı bir savaş yürütüyor. 

3- İsrail, Azerbaycan üzerinden de İran’ı uzun süredir çevrelemeye çalışıyor.

4- Azerbaycan ise İsrail’le ticari ve siyasi ilişkileri en iyi seyreden ülkelerden biri ve Türkiye’nin Güney Kafkasya’daki en büyük müttefiki. 

5- Aksa Tufanı, bölgedeki uzun süreli işgal karşıtı mücadeleyi yeni bir evreye taşıdı, doğrudan ana aktörler arasında (İsrail-İran) sıcak çatışma bekleniyor. 

6- İran’ın bölgedeki en büyük dostu, İsrail’le çatışma geçmişi ve tecrübesine sahip Suriye, İran’ın da kritik desteğiyle emperyalist saldırganlığı alt etme evresinde, Türkiye’nin sınırları içindeki askeri varlığını ise ‘işgal’ olarak tanımlıyor. 

Bütün bu tabloda, 

Türkiye’nin hem iç kamuoyunu ikna etmek, hem bölgesel denge oyununda ana aktörlerden biri hâline gelmek, hem de NATO üyeliğinin taktığı prangaları çok da zorlamamak, ‘tamamen duygusal’ nedenlerle ABD’yle gerilimini dengede tutmak gibi çoklu bir görevi bulunuyor. 

İsrail, tarihinin en gerici koalisyonuyla, ateşe bile isteye benzin dökmeye devam ediyor. Savaş, Netanyahu başta olmak üzere İsrail iktidarının siyasi ömrünü uzatmasının tek yolu. 

Filistin direnişi, Hamas’ın pratikteki liderliği etrafında birleşmiş durumda. Mahmud Abbas’ın gücü ve etkisi günden güne azalıyor. 

İran, her dönemeçte önemli isimlerini suikastlara kurban veriyor. Bazıları Tahran’ı ‘onca kaybın üzerine hâlâ yalnızca konuşmakla’ eleştirse de, Suriye’de ABD üslerine yollanan füzelerde, işgalin çitlerini yıkıp geçen Filistinlilerde, Lübnan’dan İsrail ordusuna yapılan her atışta İran’ın da imzası olduğu biliniyor. 

İran uzun süredir diş gösteriyor. Gerçek bir karşı saldırıyı beklettiğini mi, yoksa gücünün mü yetmediğini yalnızca askeri istihbaratçılar bilebilir. 

Son olarak, ABD ve İsrail, İran’dan gelebilecek olası saldırı raporları üzerine silahlı kuvvetlerini yüksek alarma geçirdi. 

İran basınında da, Tahran’ın İsrail’i vurabilecek 9 füze türüne sahip olduğuna ilişkin haberler servis ediliyor. 

İsrail’le yoğun ticari ilişkiler, Suriye’yle barışa ayak diretilmesi, Azerbaycan’ın İsrail’le ticaretinin lojistiğinin sağlanması… Eğer beklenen olur ve İran ile İsrail arasında doğrudan bir çatışma çıkarsa, Türkiye, İsrail ile ilişkileri ve Ortadoğu’daki konumu düşünüldüğünde ‘gerçek bir taraf olmak’ zorunda kalacağı günlere geliyor olabilir. 

Mevcut çıkar tablosuna göre dış politikamız şimdilik -ve her şeye rağmen- İsrail/ABD tarafında seyrediyor.