Zor zamanların içinden geçerken her şey daha mı zorlaşır yoksa “Bir gün bitecek.” hissine sımsıkı tutunur muyuz? İkisi de çok mümkünken seçim zor elbette. Aslında bu bir seçim mi, bundan da emin değilim. Yaşadığımız zorluklar bin bir çeşit ve hepsinin yarattığı etki, yaşattığı his, bıraktığı iz bambaşka. Hayat en beklemediğimiz zamanlarda, en ummadığımız yerlerde hiç acımadan karşımızda bir duvar olabiliyorken bazen geçip gideceğimiz yolu görebilmek mümkünken de öylece durmayı seçebiliriz. İşte bu bir seçim mi, yine emin olmamakla birlikte.
Bunca şeyi aynı anda düşündürüp, çıktığım tatilde beni rahat bırakmayan; bir kitaptan başkası değildi. Melikşah Altuntaş’ın Holden Kitap etiketiyle okura sunulan ilk kitabı Arkada Yaylılar Çalıyor; hayatın kötü sürprizlerine, ‘seçmek bunun neresinde’ diye hayıflandığım çetrefilli kararlara, yasın sıkıp sıkıp bıraktığı kalplere, bolca hüzne ve çok daha fazlasının yanı sıra inatçı umutlara çıkardı yollarımı. Çok garip bir zamana denk geldi kişisel hayatımda bu kitap. Kitaba başlamadan hemen önce “All Of Us Strangers”ı izlemiş ve etkisinden çıkamamıştım. Filmi zihnimin içinde döndürmeye devam ederken kitaba başladım. İyi mi ettim, kötü mü… Gerçekten bilmiyorum. Farklı içerikler olsa da film devam ediyordu sanki kitabı okurken. İnceliklerle örülü bu iki işe art arda denk gelmek güzel tesadüf ama duygularımın peşine öyle bir düştüm ki sayelerinde kalbim elimde dolaşıyorum bu ara.
Melikşah’ın ekranla gelen tanınırlığı, hakkında fikir sahibi olduğumuzu düşündürüyor hâliyle ama kitap, bu tahminleri boşa çıkardı bende. Öte yandan birini daha çok kahkahalarıyla tanımak, o kahkahaların ardını hep merak etmeme sebep olmuştur. Melikşah’ın hassas kalbiyle Arkada Yaylılar Çalıyor vesilesiyle tanıştığım için şanslıyım çünkü yazarların kişisel hayatlarından çok yazdıklarını önemsiyorum. Bu yazıda Melikşah Altuntaş’la ilgili bir magazin içeriği yer almayacak bu sebeple.
Zor zamanların içindeyken yazarak, yazarak, daha çok yazarak güçlendiğini söyleyen Altuntaş’ın öyküleri, bir iyileşme sürecinin yansıması gibi. Anlatıcı, yaşadığı kayıpları art arda sıralıyor. Bu kayıpların tümü ölüm kaynaklı değil ancak öykülerde “ölüm” ağırlığını hissettiriyor. Hatta öyle ki sona doğru bayağı sıkıştım kendi içimde. Nefesimi, kalp atışlarımı kontrol ettiğim bile oldu. Yas duygusuyla çok ilgilenmekle birlikte yasa dair bir şeyler okumaktan hep çekiniyordum. Sayfaları çevirdikçe, gündelik hayat hızla akarken dahi zihnimi kurcalayıp duran o duygunun içine balıklama atladığımı fark ettim. Anlayacağınız gafil avlandım. Anlatıcı, yaşadığı yastan bahsettikçe sormadan edemiyoruz: “Ben yası nasıl ağırlarım ya da nasıl ağırladım?” Anlatıcının yasında öfke ve utanç var. Gidenin ardından duyduğu öfkenin daha yoğun olduğunu düşünmüştüm önce ama geride “kalan” olduğu için duyduğu utancın da hatırı sayılır bir ağırlığı olduğunu fark ettim sonra. Altuntaş’ın anlatıcısı kalmanın başarıdan sayılmadığına inanıyor hatta bu utançla ne yapacağını bilemiyor. Geride “kalabildiği” için çok utanıyor. Birileri gidip birileri kalırken hayat devam edebildiği için isyan ediyor. Zamanı durduramadığı için hayretler içinde anlatıcı.
“Seni orada, o kızgın toprağın altında bırakıp döndüğümüz gerçeğini atlatamadım. Sen orada yatarken yazıyorum bunları. Doğru kelimeler filan seçmeye çalışıyorum. Sana yaptığımız şey doğruymuş gibi. Seni çırılçıplak şekilde orada bırakıp gidebildikten sonra kelimelerin üstüne bir sürü anlam giydirip birilerinin önüne doğru itebilmeyi nasıl becereceğim? Neden becereceğim? Bununla nasıl yaşayacağım?”
Yukarıdaki paragrafın sonundaki soru Melikşah’ın kitap yazma sürecini de çok iyi yansıtıyor bence. “Bununla nasıl yaşayacağım, nasıl yaşanır?” diye sorarken bir yandan da yazmaya devam etmesi, yanıtın kendisinde gizli olduğunun ibaresi. Yazma eylemi biraz böyledir ya hani… O zorlayıcı duygunun içinden çıkmak isteriz, iyileşmek için yazarız ama her zaman hemen iyi olmayız. Hatta yazdıkça derinleri, dipleri kazdığımız için daha kötü hissettiğimiz bile olur. Yazıya yüklediğimiz misyon, bizi iyileştirmesi değildir temelde ama her şeyin sonunda derinden bir “Oh!” çekmeden edemeyiz. Melikşah’ın da anlattığı üzere o, hayatının farklı dönemlerinde kendini bir köşede hep yazarken bulmuş ve sonunda bunlardan kurtulmaya karar vermiş. Konuşarak anlatmasa da içindekileri, kalem oynattıkça iyileşmeye doğru evrilmiş yolu. Yazdıklarını paylaşarak hem bu süreci tamamlıyor hem de yazdıklarında kendinden bir parça bulanların yollarına tüm nezaketiyle eşlik ediyor.
Kitaptaki on beş öyküden birkaçında karakterler ortak. Birbirini kesen, devam ettiren, açan öyküler bunlar. Kaldığımız yerden devam ediyoruz o karaktere kulak vermeye. Başka bir öyküye geçtiğimizde kısa bir ara vermiş oluyoruz sadece. Bir de tekrarı dikkat çeken bir baba ve duygusal manipülasyon meselesi var. İkisi ayrı ayrı çok kıymetli bu kitap özelinde. Giden, yok olan, yokluğu sorgulanmayan biri baba. Baba sadece bu kitapta değil, kanamaya devam eden bir yara olarak ülkemizde böyle maalesef. Bozuk, eksik, şiddet içerikli erkeklik algısı, baba meselesinin baş belası. Çocuğun babayla kurduğu ilişki hep mesafeli, hep tabuların yamacında ve o yamaçtan aşağı tabular değil de babalar tarafından çocuklar itiliyor. Altuntaş’ın öyküleri, ebeveyn-çocuk ilişkisinde güven ve şeffaflık arıyor. Her an o yamaçtan aşağı düşebileceğini biliyor olmak o çocuğun babasını tüm babalar arasında daha iyi yapmıyor maalesef. Anlatıcı baba ilişkisine değinirken sadece görüneni değil görünenin ardını da sorgulamak durumundayız.
Öykülerde bir başka önemli meselenin de duygusal manipülasyon olduğundan bahsetmiştim. İlişkide olunan kişiye hissettirilen değersizlik, yerle bir edilen özgüvenler, bencilliğin itiraf edilememesi ve sürdürülmesi gibi etkilerle anlatılan manipülasyon belli ki çok can yakmış. Canı çok yanan anlatıcı, iyileşme sürecini çekinmeden paylaşıyor okurla. Özellikle bu kısmın çok önemli olduğunu düşünüyorum çünkü türlü güçlüklerin içinden geçerek kendine saygısını yeniden kazanan bir karakterin umut dolu, inat dolu cümlelerine ihtiyacı var okurun. Tersi olsaydı, yani salt melankolik bir anlatı olduğunu düşünseydim, bu kadar etkilenmezdim Altuntaş’ın kaleminden. Kalbinin derinlerindeki sızıyı kalplerimize bırakırken kalplerimizi yerinden etmiyor; “Her kalbin onarılması mümkün.” diye fısıldıyor.
“Ben burada, bu şekilde, bu hâliyle bitiriyorum. Başka bir şeye dönüşmüş şekilde, başka bir yerde karşıma yeniden gelirse, bu yüzümü yırtan gülümsememi bulup çıkaracağım içimden bir yerden, biliyorum.”
Kendinden kopan parçaların bıraktığı boşluklar kendi kendini doldurabilsin diye kendinden asla vazgeçmeyen bir anlatıcının zihniyleyiz Arkada Yaylılar Çalıyor‘da. Bu zihin, kendinden başkasına hesap vermeyen fakat sadece kendini de önemsemeyen, kendini kabulde cesur ve bu yolda öğrenmeye hep çok meraklı bir zihin. Özeleştiri yapmanın zayıflık addedildiği bazı dünyalara çok yabancı bir zihin. Melihşah’ın zihnine daha önce bu kadar yakından bakmış olmasam da nezaketini, yüreğinin hassasiyet yükünü sezebiliyordum. Şimdiyse bu yük, okurlarına emanet. Ağır geliyor mu? Evet, ağır değildi diyemem ama bir meselesi olan hüznü taşıması kesinlikle daha kolay. Kalemine sağlık Melikşah!