Yanlış Anlaşılanlar: İznin Var mı, Yok mu?

Karakol avlusunda oturuyoruz. Bank gevrek. Ayaklarımı salladıkça çatır çutur sesler çıkarıyor. Yağmurda ıslanınca nasıl bir hâle büründüğünü merak ediyorum bu meretin. Gerçi bir çardak gibi de yapmaya çalışmışlar burayı ama… Metal ayakların üzerine konulmuş ahşap oturakları var. Bacaklarımı sallarken çarptıkça metalin soğukluğunu hissediyorum, içime bir ürperti doluyor. Sanki bir grup eskimodan dayak yiyorum! Lisanlarını da bilmiyorum ya, vurmayın diyeyim. Metal ayaklıklarla anlaşamıyoruz.

Hava dün tam bir Akdeniz havasıydı, bugün güz “yoldayım” demiş görünen o ki. Demiş demesine de, ben duymamışım (ya da kulağımı tıkamışım) gibi dünden kalan bir akılla hâlâ şort giyiyorum. Üstüne de tabii ki tişört. Bir erkeğin giyebileceği nadide kombin. Öyle eteğiydi; şuydu, buydu gibi geniş seçeneklerimiz yok ki bizim canım! Tüylerimin diken diken olmasıyla fark ettim bu tişörtü de. Bir poyraz esmiş olmalı bunları düşünürken. Çünkü düşündüğümde hep duyularımı geç algılarım. Amma modernist cümle kurdum ha! Vazgeçtim, güz yoldayım falan dememiş. Haber vermeden gelmiş işte…

Ezilmiş kuru bakliyat gibi büzülmüşüm. Üşüdükçe küçülüyor, mümkün olsa (ki ortam elverişli değil!) cenin pozisyonuna dönmek istiyorum. Hayır, korkmuyorum ama ensem bükük, sırtım kambur. Epey uzun zamandır duruş bozukluklarımı düzeltmeye çalışıyorum ancak şu anki durum benim kötü alışkanlıklarımdan kaynaklı değil, hava feci mavi!

Çok kendimden bahsettim, böyle olmaz. “Oturuyoruz” dedim ya, oradan devam edeyim: Said de yanımda oturuyor işte. Sağda. Çok bir devam edecek şey yokmuş. Onun da ahvali benden farklı değil. Fakat o bir tık dik oturuyor. Duruş bozuklukları yok ki, olsa… Bir de Said korkuyor, bunu görebiliyorum. Korkuyu oturuşunda görüyorum, duruşunda görüyorum. Susuşunda da! Said konuşsana yahu. “Kameramızı ne vakit alacağız, bizi ne zaman bırakacaksınız?” tarzı cümleler kursana. Bunları da mı ben söyleyeyim? Saim her şeyi yönetsin zaten, Saim hep önderlik etsin.

Bu şekilde alaycı bir dille konuştuğuma bakmayın, hâlimiz itten beter. Biraz daha gerçekçi bir dil kullansam melodrama dönecek. Bizim oralarda melodram çok sevilir; çekilir, izlenilir, eleştirilir, bir de yasaklanır! Tahmin edebilmişsinizdir memleketimizi… Burda da yasaklandık işte. Lakin burada çektiğimiz film değil, biz yasaklandık tahminimce. Biz, yani insan.

Bu fikirlere dalmışken karakol binasının kapısından bir memur el etmeye koyuldu bize. Hani görüş açınızda olmasına rağmen oraya bakmadığınız cisimleri bir şekilde fark edersiniz ya, o türlü gördüm adamı. Bıyıklı, uzun boylu, buralarda görmeye alıştığımız bir fenotip. Said’le birlikte ayağa kalktık; bir adım gidecektik ki, adam “Daha az esmer olan, sen kal!” dedi. Salt ben, çirkin ördek yavrusu gibi yanına vardım. “Senin elin kolun neden rahat durmuyor?” diye sordu bana. Anlamaz bir ifadeyle bakınca yanındaki devresine: 

   -Bu kaç saattir ayaklarını sallayıp durmuyor mu?

   -Öyle ya, ayaklarını sallıyordu.

   -Bak işte; ayaklarını sallıyormuşsun, neden öyle ineğin trene baktığı gibi baktın az önce?

Bu noktada bana söz hakkı doğduğunu hissettim. Üstelik araya bir takım deyimler de girmişti ki, bir dilde öğrenmekte en çok zorlandığım yapılar bunlardır:

   -Stre- aman! Sıkıntıdandır amirim. Uzun süre aynı yerde oturunca olur öyle bana.

   -Birincisi; ben amir değil, komiserim. İkincisi, sen bir elini uzat bakalım, eşeğimizi sağlam kazığa bağlayalım da biz. Değil mi devrem?

Daha az bıyıklı adam onaylar biçimde: “Tabii, tabii.” dedi. Pek oralı değil gibiydi öteki adamla iletişimi esnasında.

Memur belindeki kelepçenin bir ucunu kendi bileğine, öbür ucunu da benim bileğime taktı. Korkmadığımı belli etmek için takınabileceğim en cesur maskemi suratıma geçirdim. Neticede sanatçı, binbir yüzlü kahramandır efendim!

Bu dalavereyle aylaklık ederken içeriden yanımdaki memura seslendiler. Bir şeyler konuştular lakin ben korkusuzluğumu ispatlamakla meşguldüm, dinleyemedim. Meğer ifademizin alınma sıramız gelmiş. Tabii ki; önce ben, sonra Said. “Tamam.” dedik, memurun düştük arkasına. İçeriye girdiğimizle bir, sağdan ilk kapıya intikal ettik! Heyhat, bu mekân insanın kelime seçimlerini dahi başkalaştırıyor.

Masasında oturan (bu sefer amir olduğunu anladığım kişi) hayretle:

   “Siz neden birbirinize kelepçelisiniz oğlum?” dedi.

   “Şüpheli hareketler yapıyordu amirim, böyle…”

   “Nasıl şüpheli?”

   “Ayaklarını ileri geri sallıyordu!”

   “Çık evladım, çık… Kelepçeni çöz, öyle çık. Aklıevvel!”

Şimdi odada daha çok sinirli, yine de aklıselim bir ademle baş başa kalmıştık. Tavırları babacan, candan bir hissiyat uyandırsa da hemen kendinizi teslim edemeyeceğiniz kadar derin bir su gibiydi.

   -Adın ne senin oğlum?

   -Sami Nemetzade.

   -Sami… Nerelisiniz siz Sami? Yani, arkadaşınla.

   -Arkadaşım değil, kardeşim. İran vatandaşıyız biz.

   -İran’ın neresinden?

   -Tebriz.

   -Azerbaycan Türkü müsünüz?

   -Kökenliyiz denebilir.

   -Bir Azerbaycan Türkçesi konuşsana bana!

   -Kaç yaşın var?

   -Bu anlaşılır, başka?

   -Neçesen?

Amir odaya girdiğimden beri ilk defa gülümsüyordu.

   -Türkiye’ye ne için geldiniz? İş falan mı… kardeşinle?

   -Sayılır. Film çekiyoruz… Türkiye’de bir festivale katılmak istiyoruz, o nedenle buradayız.

   -Hah; Saim evladım, iyi dedin. Sizin şu film işi saatlerdir bu yerde bu şekilde bekletiyor sizi, biliyor musun? Haber veren olmadı mı hiç; nedir veya ne değildir?

   -Yok, paldır küldür getirildik. Ben de biraz onun için korkuy- kuşkulanıyordum açıkçası…

   -Yok oğlum, yok. Korkacak bir şey yok da… (bu da nereden çıkmıştı? anlayamadım!) Vahit, şu fotoğraf makinesinin içindeki görüntüleri bilgisayara aktaramadınız mı hâlâ be evladım?

Bana döndü. Ben halledeceğim tarzı bir el hareketinde bulundu. Halledersiniz fakat, dayanamadım: “Yalnız, fotoğraf makinesi değil o, kamera. Video kamerası.”.

Kaşları çatıldı. Herkesin bir bam noktası varmış demek ki. Kimisininki de işine karışılmasıymış: “Video kamerasınınmış Vahit, duydun mu oğlum?”.

Pot kırmanın verdiği huzursuzlukla odanın önünü arkasını kolaçan etmeye başladım. Sıradan bir ofis işte. Bu günlerde betimleyecek, tasvir edecek hiçbir nokta bulamıyorum. Kameram elimde olmadığı için anlatamıyorumdur belki de, ha?

   Gönlümü almak isterce:

   -Şimdi sizin bu kamera… video kamerası, film çektiğiniz alet mi?

   -Gibi.

   -E filmleri nerde bunun? Var ya, şerit şerit…

   -Yok, o devir bitti. Yani bitmedi fakat, daha az tercih edilir durumda. Bu dijital kamera. SD kartına kaydediyor çektiği görüntüleri. Hani az önce “görüntüleri bilgisayara aktaramadınız mı” diye sordunuz ya, o iş bu sayede yapılıyor işte.

   -Nice şey biliyormuşsunuz siz filmciler be Said kardeşim!

   -Saim.

   -Ben ne dedim?

Kaşlar seyiriyordu. Buradan çıkmanın yolunun uzlaşmak olduğuna kanaat getirdim: “Ben yanlış duymuşumdur efendim.”.

Ardından sustuk. Bir müddet daha odayı seyre daldım. Derken o laptop teşrif ettiler, nihayet! Amir ve adının Vahit olduğundan şüphe duyduğum (Vahit soruların hepsini cevapsız bırakmıştı, bu adamsa habire yanıtlıyor!) memur görüntüleri izlemeye başladılar. Laptop hoparlöründen dinlemekte zorlansam da, kulak asabildiğim kadarıyla şunları duydum: “Kapıdan uzak dur Said… Körüklerin oraya geç… Kamerayı insan boyunu aşmayacak bir yükseklikte sabitle… Hayır, ben söylemedikçe kamera hareket etmesin… Buyrun, anlamadım? Tamam, tamam… Evet, izin aldık hanımefendi… Değil, yok belgesel değil… Benzer ama, demesek daha iyi olur… Daha çok, deneysel… İşe giden insanları çekiyoruz… Kameralı Adam’ı izlediniz mi? İzlemediniz mi? İzleyin o zaman… Eksik olmayın… Televizyonda bulamazsınız… Belki festivalleri takip ediyorsanız… Etmiyor musunuz? Sağlık olsun… Bakarsınız internette yayımlarız, ha Said? Benim mikrofonum kapalı mı oğlum, Said?”

Video durduruldu. Amir parmağıyla ekranda bir noktayı işaret etti. Vahit? ile fısıldaştılar. Sonra Vahit? gitti. Amir ile ben tekrar kafa kafaya verdik bizi aklamak üzere. Pot kırmak için bir hakkım kalmıştı, eğer Allah’ın hakkı gerçekten de söyledikleri gibi üçse tabii…

   -Şimdi Saim kardeşim, sizlik bir durum yok. Aslında bizlik de yok. Nasıl desem, hayatta bazı talihsizlikler olur… Bahçevanın teki çıkar, yan bahçenin de otlarını yolmak ister, anlatabildim mi?

Aynı şekilde bakmamaya çalıştım. Yoksa bir daha “öküzün trene baktığı gibi” deyimiyle karşılaşıp dumur olacaktım. Bu hiç istediğim bir vaziyet değildi. Daha çok Kiyarüstemi bakışı atmaya çalıştım.

   -Saim, kaşını gözünü o hâllere sokmana gerek yok evladım. Kadın sizden şikayetçi değil, tamam mı? İçiniz ferah ols-

İşte o an gerekirse üçüncü pot da kırılsın dedim, veryansın ettim: “Ne kadını efendim? Ne demek kadın,,, ve şikayetçi? Aynı cümledeler,,, Biz sanat yapıyoruz burda,,, İznimiz de var, bakın girişte bıraktık güvenlikten sorumlu memura belgemizi,,, Biz kimseyi-”

Ben öyle şiddetli çıkışınca tartışmaya iki memur daha katıldı. Bıyıklarından ikisini de tespit edebildim! İyice öğreniyordum bu karakol jargonunu. Biri sağ koluma, öbürü sol koluma girdiler. Bir yere götürmediler. Öylece durduk sade.

   -Bırakın oğlum adamı, salın yahu! Ben sizi çağırdım mı ki? Elin adamına diyoruz, siz başkasının işine maydanoz oluyorsunuz. Yapamayacaksınız defterinizi, kitabınızı alın; mekteplerinize dönün evladım… Bak söylüyorum size, girin bir tur daha KPSS’ye ya. Cin gibi çocuklarsınız yemin ederim, bu sefer atanacaksınız!

Kollarımdaki baskı azalınca fark ettim adamların çoktan odadan çıkmış olduklarını. Yine düşünmeyle gecikmişti duyularım. Yerime oturacaktım ki, amir durdurdu:

   -Kardeşim sen de şuraya “Okudum, bilgi sahibi oldum” yaz, imzanı at… Sizin iş yanlış anlaşılma. Videodaki adamın biri senin tartıştığın kadını izinsiz çektiğinizi zannetmiş. Bakayım tekrar… Bunun gibi tırıvırı gevelemiş ifadesinde. Bir de sizi şey sanmış işte…

   -Ne sanmış?

   -Yabancı uyruklu… evet, böyle yazmışız. Sen bizim kusurumuza bakma, hadi…

Amir bıkkın, şüpheli (bu şahsım oluyor!) sıkkın. Prosedür neyse ona uyup vedalaştık. Odadan çıktım. Avluya geçecektim, Said’e “İkimizden birinin ifade vermesi yeterliymiş.” diyecektim ki bıyıklılardan daha uzunu: “Sen niye öyle yürüyorsun?” diye durdurdu. “Bu şekilde  mi?” diye sordum hayli bükülerek. Öbür bıyıklı, çok bıyıklının kulağına bir şeyler nakşetti, sustular. Bıyıklarla cengaverlik doğru orantılı artıyormuş demek ki…

Said’in yanında duraksayıp şu belimi kütlettirdim, daha iyi oldum. Dik yürümeye başlayabildim hiç yoktan. Korku da azalmıştı hafiften, böylece karakoldan çıkıp gittik.

Nisan 2024, İzmir

Yazarın Metne İlişkin Görüşü

“İşte o an gerekirse üçüncü pot da kırılsın dedim, veryansın ettim: “Ne kadını efendim? Ne demek kadın,,, ve şikayetçi? Aynı cümledeler,,, Biz sanat yapıyoruz burda,,, İznimiz de var, bakın girişte bıraktık güvenlikten sorumlu memura belgemizi,,, Biz kimseyi-” paragrafındaki üç virgül (,,,) noktalama işaretinde yazım yanlışı değil, bilinçli tercihimdir. Tıpkı Leyla Erbil’in “Üç Başlı Ejderha” kitabında yaptığı gibi aralarda verilecek eslerin süresini arttırmak için kullandığım bir tekniktir.