Ya esinlenirken başka bir “ruh” koymayı deneyip becerememişler, ya okuduklarını anlamamışlar. Girişe çıkışa parçalanan büst koymakla, neoliberal dönemin bunalımlı ruhlarını sola yamamakla, “madde-ruh” tartışmalarını en ilkel yerden başlatmakla olsaydı keşke. Hele yeniden izleyelim bakalım “Kavanozdaki Adam” ne anlatıyor; yönetmeni Mesut Uçakan’ın dediği gibi “Tarihte bizim insanımıza yepyeni bir kimlik adapte edilmeye çalışılmıştır”ı mı; yarım asırdır topluma giydirilmek istenen deli gömleğini mi? Üzerine düşünmeye değer.
“Derken bir cam kavanoz içinde olduğunu fark ediyorsun, yıllarca bir cam kavanoz içinde boşu boşuna dolanıp durduğunu. Çaresiz hava bitecek ve nefes alamayacaksın. İşte o an öleceksin sanıyorsun, ölecek ve yok olacak. Rahata, ebedi rahata kavuşacaksın ama… Ama ölmeyeceğini fark ediyorsun Nazlı. Artık nefes almamanın ölmek demek olmadığını fark ediyorsun. Anlıyorsun değil mi kavanoz; sadece kavanoz parçalanıyor. O kadar!”
(Yazar Semih Şerifoğlu)
1980’lerde yaşanan epey “tuhaflık” içinde, öyle bir dizi var ki, bugün 45-55 yaş arasında olanların tümünde kalıcı izler bıraktığını sanıyorum. Eser toplumcu gerçekçi bir yazar Faik Baysal’ın, aynı adlı eserinden muhafazakar bir sinemacı senaryolaştırıp yönetmiş, TRT’ye sorsan “ilk bilimkurgu dizisi”, aslında “psikolojik gerilim”e daha yakın. Bir yanıyla 200 yıllık modernleşme tarihimizdeki kafa-gövde sorunsalına dair başka türlü bir bakış, en genel hâliyle madde ile ruh arasında yaşama ve ölüme dair varoluşsal bir tartışma…
“Kavanozdaki Adam” öyle bir dizi ki, “Aman canım Mesut Uçakan işi işte” deyip kenara atamıyorsunuz. Zaten “yaşam-ölüm”, “ruh-madde” ve “batı-doğu” gibi alt metinler arasında o da yolunu kaybetmiş gibi! Üstelik diziyi 1980’lerden alsan 2024 Türkiye’sine getirsen, baş kim, gövde kim; kim kime neyi dayatıyor, madde nerede maneviyat nerede, ulusun bünyesi neyi reddediyor, bunların hepsi birbirine girecek gibi…Bu 40 yıllık hikâyeye biraz daha yakından bakalım. Değil internet özel kanalların dahi olmadığı, sinemanın porno döneminin ardından iyice içine döndüğü, TRT’nin ikinci kanalına ve renkli yayına henüz başladığı dönemler. Cunta lideri hâlâ Cumhurbaşkanı! İşin popüler kültür tarafını bir kenara bırakalım, tüplü televizyonların üzerine dantel örtülen bir dönemdi, deyip geçelim. Hepi topu 5 bölümlük “Kavanozdaki Adam”ın konusu kısaca şöyle, ünlü yazar Semih Şerifoğlu oğlunu bir siyasi cinayete kurban vermiş, yas sürecini henüz tamamlayamadığı için zihninde sürekli ölümü düşünen biridir. Eşi ise oğlunun büstünü yapıp evin en görünür yerine koyarak tamamlamıştır bu süreci, şimdi de içine doğmuş gibi eşinin büstünü yapmaya girişmiştir.
Beynindeki tümör nedeniyle çok az ömrünün kaldığını öğrenir. Prof. Dr. Kenan Aksal, beyin nakli araştırmalarının sonuna gelmiş, hayvan deneylerinde başarılı olmuştur. Başta şiddetle itiraz etse de Şerifoğlu’na töre cinayetine kurban gitmiş köylü Mehmet’in beyni nakledilir. Ama işler istenildiği gibi gitmez, beyin kiminse beden onun olur. Entelektüel beynin bir biçimde galip geleceği ya da eğitilerek o kimliğe bürüneceği hesabı tutmamıştır.
“Anlamıyorsun. Nice yıllarımı beyin lobları arasında, o küçücük organın akılalmaz kıvrımlarında geçirdim ve bunca zamandır et ve kemik yığınlarından başka hiç bir şey göremedim. Hep yanlışları putlaştırmışız, hep yanlışları. Hâlâ da içimiz hep aynı putlarla dolu. İlk defa bunu bu kadar yakından hissediyorum.”
(Prof. Dr. Kenan Aksal)
Maddeye bakıp ruhu görmeme hâlini eleştiren bilim insanının dünyanın en önemli buluşu beyin naklini gerçekleştirdikten sonraki sözleri bunlar. O ana kadar pozitivizmin, bilimsel aklın simgesi gibi sunulmuş bir profesör bu. Yine de bilimsel aklın yanıt bulamadığı yerde ruha sarılması deyip geçebilirdik, eğer daha dizinin jeneriğinde siyah sonsuz fonda baltayla parçalanan bir büst görmemiş olsaydık. Sahi, defaatle “put” ve “büst” simgeleştirmesi yapan bir muhafazakâr bakış, aklınıza önce akla ne getirir? İlginçliklerden biri de bu, 1987’de pek akla gelmemiş bu.
Konumuza dönelim, muhafazakâr sinemanın simge ismi Mesut Uçakan’ın “ilk bilimkurgu dizi” diye sunulan işinin vardığı yer burası, yani “bu dünya fani” söylemi. Bir profesörün onlarca yıllık çalışmalarını “ölüm var hacı” basitliğiyle boşa çıkarmak! Bunu yaparken muhtemelen temel tezini yanlış anladığı Dr. Frankenstein’ı da yardıma çağırıyor.
Yiğidi öldür hakkını ver, henüz neoliberal dalga şimdiki kadar güçlü olmadığından ya da Türkiyeli siyasal İslamcılar henüz o gemiye güverte bileti bile zor bulduğundan dizi “ölümsüzlüğü” keşfettiğinin farkında değil. Hikâye şimdi Netflix dizisi olarak çekilse muhtemelen bir takım ultrazengin ve karanlık insanlar beyinlerini sağlıklı yoksul bedenlere naklettirme suretiyle ölümsüzlüğe kavuşma hülyalarına dalarlar, bunun şebekesi kurulur, yoksullar ortadan kaybolur. Sonuçta burjuvanın varlığının nişanesi emekçinin bedeni üzerinde tepinmesi değil mi? “Kavanozdaki Adam”da beyin nakli buluşunun zenginleri ölümsüzleştirecek bir distopya olarak ele alınmamasının zihinsel fakirlikten kaynaklanıyor olma ihtimali de yok değil. Beyin nakli gibi dev bir buluşu anlatırken bile “heykel sanatı”na düşmanlık yapmayı başka nasıl açıklarız? Orta sınıf, entelektüel bir faaliyet olarak “heykelleştirme yoluyla ölümsüzleştirme” simgesinin seçilmesi manidar. Profesöre “zihinsel putlar”dan söz açtırmak da.
Siyasal İslamın öteden beri evlerdeki biblolardan meydanlardaki anıtlara uzanan “heykel düşmanlığı” elbette politik ve biraz da travmatik. Bir başka heykel göndermesi de Rodin’in “Düşünen Adam”ına. Ahmet Mekin’in canlandırdığı yazar Semih Şerifoğlu karakteri ameliyattan sonraki hali ve “Düşünen Adam” oturuşuyla jenerikte yer alıyor. Belki de o yüzden, bir kuşağın aklına ne vakit “Düşünen Adam” heykeli görse Ahmet Mekin’in siyah fondaki hali geliyor.
“Hayır! Bir başkasının beyniyle nasıl yaşarım? Bunu hiç düşünmüyor musunuz? Sayısız hatıralarım, sevgilerim, fikirlerim ve sırlarım var. Bütün varlar bu beynimde. Onu da kaybettikten sonra yaşamanın ne anlamı kalır, söyler misiniz?”
(Yazar Semih Şerifoğlu)
Beyindi, büsttü, nakildi, 1980’lerin yolunu yitirmiş gençliğiydi, modern toplumun buhranlarıydı; dizide tüm bunların bağlandığı bir yer var elbette. Baştan sona tüm bölümlerde inşa edilen büstün baltalarla parçalanması da tesadüf değil. İşin ideolojik çerçevesini “Kavanozdaki Adam’la bazı tabuları yıktık” başlıklı gazete manşetinde bizzat senarist ve yönetmen olan Mesut Uçakan anlatıyor: “Biz orada bir kol, bir böbrek naklinden söz açmadık. İnsanın ve giderek cemiyetin hayatına hakim olabilecek, çok daha ürpertici neciler doğurabilecek bir hadise üzerinde durduk. Tarihte bizim insanımıza yepyeni bir kimlik adapte edilmeye çalışılmıştır. Oysa Doğu insanıyla, Müslüman prototiple Batının kefere insan tipi birbirine zıttır. Sinema edebiyata hakim duruma geçen sol zihniyetin eserlerini gündeme getirdiği için ve ticari kaygılarından sapık ideolojik kaygılardan sıyrılamadığı için, Türk insanının inancını, düşüncesini gündeme getirmiyor.”
Muhafazakâr sanat adına ne kadar arı, duru, sade bir anlatım! Türk insanının inancını, düşüncesini “töre cinayeti peşinde bilgisiz bir köylünün beyni” sanmasa ikna olabilirdim belki! Neyse beyin nakli ile Cumhuriyet fikrini özdeşleştiren, en basit hâliyle “Bu beyin bu gövdeye uymadı, uymaz, uymayacak” diyor Uçakan. “Batı ve Doğu”yu, “madde ve ruh”, “ölüm ve yaşam”, “bilim ile iman” gibi zıtlıkları vurgulayacak biçimde bir çatışma nesnesi olarak tasarlıyor ve anlatıyor. Bunu yaparken 1980’lerin buhranlı yıllarını, dönemin popüler tartışması kuşak çatışması ve kayıp gençlik vurgularını da diziye yediriyor. Her türlü melanet Batı’dan geliyor ve “kefere insan tipi”ni milliyetçi, mukaddesatçı bir yaklaşımla reddetmek elzem!
Öyle mi sahiden? Siyasal İslamcılığın Türkiye’deki propagandif söylemlerini bir kenara koyalım, konumuz “Kavanozdaki Adam”. Dizi ile ilgisiz gibi görünse de Necip Fazıl ile devam edelim, malum siyasal İslamcılar pek sever, üstelik “Kavanozdaki Adam”ı onun yazdığı sanılmış bir süre.
“Allah’ım ben yok olamam! Her şey olurum yok olamam. Parça parça doğranabilirim. Nokta nokta lekelere dönebilirim. Tütün gibi kurutulabilir, ince ince kıyılır, bir çubuğa doldurulur, içilir, havaya savrulabilirim. Fakat yok olamam. Madem ki bu kadar korkuyorum yok olamam. Eczahane camekanlarında ispirto dolu bir kavanoz içinde düşürülmüş bir çocuk ölüsü gibi, yumruk kadar bir et parçasına inebilir, bir şişeye hapsedilebilirim. Fakat şişenin camından yine dışarıyı seyreder, önümden geçenleri görür, kendimi bilir ve duyar, kendimi ve Allah’ımı düşünebilirim. Razı değilim Allah’ım! Yok olmaya, kalmamaya, gelmemiş olmaya, mevcut olmamaya razı değilim. (…) Her şey benim olsun, vereyim, gökler, yıldızlar, gökteki Samanyolu, ay, dünya vereyim. Fakat aklım bana kalsın! (Acı acı ulur) aklım bana kalsın! Aklım!..”
(Bir Adam Yaratmak, Necip Fazıl)
Sanat bazen insan zihnine tuhaf oyunlar oynayabiliyor. Uçakan’ın aklındaki ve dilindeki vurgular ile “Kavanozdaki Adam”ın anlattığı aynı şey olmayabilir çünkü. Toplumcu gerçekçi yazar Faik Baysal’ın eserini alırken, Necip Fazıl’ın oyunu “Bir Adam Yaratmak”ı ile karıştırmış olabilir pekala. Ya da Faik Baysal’ın anlattığı hikâyenin olay örgüsüne, yani gövdesine, Necip Fazıl’ın ruhunu bir “beyin” olarak yerleştirmeye çalışmış olabilir.
Ne ilginç bir ironi bu! “Kavanozdaki Adam”daki trajedi de aşağı yukarı böyle bir şey değil miydi? Necip Fazıl’ın yazdığı gibi “Bir karakter oluşturmak beyin nakletmekten daha zor” çünkü. “Kavanozdaki Adam”da entelektüel bir yazarın beyin nakli sonrası cahil bir köylüye dönüşmesindeki trajedi tam olarak bu değil mi? Gövdesine ait olmayan bir beyin!
Karmaşık geliyor olabilir; basitleştirelim. Kavanozdaki Adam’da gövde entelektüel, beyin cahil. Ünlü bir yazarın gövdesi, töre için baltayla cinayet işleyen bir ilkelliğe teslim oluyor. Cahil beyni entelektüel gövdeye uyumlu hâle getirmeye dair tüm çabalar karşılıksız kalıyor ve “Nice yıllarımı beyin lobları arasında geçirdim…” diyen profesörün yanılgısı açığa çıkıyor. Baltayla doğranan insanların kanları arasında acı bir yüzleşme yaşıyor herkes!
Hayda! Ne oldu şimdi?
“Tarihte bizim insanımıza yepyeni bir kimlik adapte edilmeye çalışılmıştır.” denilen Cumhuriyet aydınlaması ile bu olay örgüsünün ne ilgisi var? Tam tersi olmadı mı orada? Yorgun, yaşlı ve cahil bir gövdeye yeni ve aydınlık bir beyin getirilmedi mi, hatta eleştiri bunun biraz “tepeden inme yapılıyor” olması değil miydi?
Kafam karıştı! Belki Mesut Uçakan o cümleleri etmese, put vurguları yapılarak heykeller baltayla parçalanmasa ilginç bir “ölüm-yaşam” tartışması, varoluşsal bir arayış olarak görür geçerdik. Ama öyle değil işte. Ne diyordu Uçakan, “Tarihte bizim insanımıza yepyeni bir kimlik adapte edilmeye çalışılmıştır. Oysa Doğu insanıyla, Müslüman prototiple Batının kefere insan tipi birbirine zıttır.”
Madem sanat dönemiyle sınırlı değil, her dönem yeniden anlaşılmaya muktedir, tartışalım bunu. Son 22 yılımıza, hatta 12 Eylül 1980’den bu yana yarım asra yaklaşan yakın tarihimize baksak, “gövde-beyin” paradoksunu bir de oradan okusak, ne olur? Belki asıl “Kavanozdaki Adam” farklı bir akıl yürütme ile bambaşka sonuçlara varıyordur? Daha doğru ifade edelim; belki de bugünün Türkiyesinde diziyi yeniden izleyenler “Batılı gövde, Ortadoğulu beyin” denkleminin siyasal okumasını bambaşka yapacaktır.
Karıncayı bile incitmeyen bir aydının, beyin nakli sonrası baltalı bir katile dönüşmesinin ironisi bugüne dair ne söyler? “Kefere Batı”nın zıttı olan değerler bütünü baltayla kan dökmek midir? Bu mudur övülen!
Çok şükür bir beynimiz var, o beyin bize ait ve epeydir insanın et ve kemik yığınından fazlası olduğunu hep bildik, hep söyledik. İnsanlar gibi toplumlar da öyle. Anlattık, yine anlatalım esinlenmeyle kavranabilecek işler değil bunlar.
TRT’nin Youtube kanalı TRT Arşiv’e geçen ay kaliteli bir kopyası yüklendi, TRT’nin ücretsiz dijital platformu Tabii’de tüm bölümler var.
İzleyelim hele, sonra düşünelim: Gövde kim, baş kim, maddiyat ne, maneviyat ne? 37 yıl sonra muhafazakar sanat bize ne söylüyor (ya da söyleyemiyor), biz ne anlıyoruz? Hele kim değişti, kim özünü buldu? Kim bu topluma ona ait olmayan bir deli gömleğini zorun gücüyle giydirmeye çalışıyor? Toplum nasıl bu zorlamaya her hücresiyle nasıl direniyor?
Hele o baltayı bırakın da, konuşalım bunu.
(Genç izleyiciye not: İzlerken viskinin, rakının buzlandığını göreceksiniz. Aldanmayın 1987’de devletin birinci kanalında yayınlanan dizide hepsi berraktı. 2024’te özgür internet platformlarında hepsi buzlu. İbretlik temaşadır!)