Geçen hafta İç Ses’te “Mutsuzluk Hakkı ” başlıklı bir yazı yazmıştım.
Özce, yazıda mutsuzluk hakkımızın olmayışından ve bu hakkın en çok çevremizdeki mutlu insanlardan tarafından sabote edildiğine, engellendiğine dikkat çekmiş; kötü huylu bir tümör gibi her yanımızı saran toksik pozitiflikten bahsetmiştim.
Okuyan herkeste farklı anlamlar yaratan, herkesin farklı açılardan değerlendirebileceği bir konuydu. Ama bir itiraz vardı ki çok şey düşündürdü.
Bir arkadaş “mutluluk hakkımız var mı ki mutsuzluk hakkımızı kovalayalım” gibi bir soru sordu. Sonra üzerine konuştuk, tartıştık ve çok farklı açılardan mutluluk hakkını sorguladık. Sohbet ettikçe bu itirazı çok haklı buldum ve bu hafta da mutluluk hakkımızı iç seslerimle kritik edeyim istedim.
Öncelikle şuradan başlayayım: “Mutsuzluk Hakkı” yazısına referansla cümleyi tersinden okursak, çevrenizdeki herkes mutsuzken sizin mutlu olmanız, mutlu görünmeniz de çok hoş karşılanmıyor. Mutlu insanların arasında mutsuz görünmenizin hoş karşılanmadığı gibi… Belki mutsuzluk hâline yöneltildiği gibi yüksek tonda bir itiraz yükselmiyor ya da açıkça bu hoşnutsuzluk dile getirilmiyor ama rahatsızlık yarattığı da herkesin bildiği bir sır, sadece cümle içinde kullanılmasını engelleyen şeyler var.
Dile getirildiğinde garip karşılanabiliyor.
Bir arkadaşım bu yüzden kız arkadaşından ayrılmıştı. (Buraya biraz kendi abartı baharatımdan ekliyorum. Bir gün arkadaşımın morali bozukken o sırada başka bir şehirde olan kız arkadaşı, önceden belirlenmiş bir plana dahil olmak suretiyle eğlenmeye gidiyor. Benim arkadaş da arıyor sevgiliyi, tadını kaçırıyor, eğlenmeye gitsin istemiyor. Olaydan sonra bunu bana anlatınca “neden böyle bir kabalık ettin” diye sormuştum, arkadaşım da bana “benim moralim bozukken çevremdeki insanların eğlenmesi hoşuma gitmiyor” türünden bir şeyler söylemişti.
O gün bu tuhaf refleksin, nevi şahsına münhasır arkadaşın garip huylarından biri olduğunu düşünerek çok üzerine düşünmemiştim. Ama şu günlerde mutsuzluk-mutluluk bahsi üzerine kafa yorunca arkadaşın söyledikleri tekrar aklıma geldi ve yeniden üzerine düşününce sadece onun “garip huyları” olmadığına karar verdim. Hepimizde olabilirdi bu, cümleye döküldüğünde garipsediğimiz, habis huylardan.
Biraz deşince neler çıkmıyor ki…
***
Mutluluk hakkının gasbına gelirsek…
Birincisi, çok güldüğümüzde başımıza kötü bir şey gelecek endişesi taşıyarak büyüdük hepimiz. Büyüdükçe bu endişe gerçek bir korkuya dönüştü ve bu korku, düşünmek istemesek de her eğlenceli anımızda kara bir gölge gibi varlığını hissettiriyor. Şahsen ben, çok mutlu anlarımda, çok eğlendiğimde, çok güldüğümde bu korkuyu hep hissederim. Bazen o kadar yoğun hissederim ki, gerçekten kötü şeyler olur. Sonra da bunun adı, kendini gerçekleştiren kehanet olur.
Kimileri de buna “Orta Doğululuk” diyor…
Ne kadar doğru bilemiyorum. Çünkü, acıların bitmediği bir coğrafyada, çok gülseler de gülmeseler de kötü bir iş geliyor, insanların başlarına…
Mutluluğun hep bir bedeli oluyor oralarda, buralarda…
Öte yandan, tam da acılara batmış bu hal nedeniyle, gerçek bir mutluluk mümkün olamıyor. Mutluluk hakkımıza gelene kadar bin türlü dert peşimizden sürükleniyor. Her gün başka bir mesele mutluluğumuza ket vuruyor, uykularımızı kaçırıyor.
Her mutluluğumuz kursağımızda, her gülüşümüz dudaklarımızda asılı kalıyor.
Bugün Twitter’da (Hala X diyemeyenlerdenim) mutluluk hakkının gasbına dair bir tweet yazsanız ve bu tweet bir anda patlasa, Trend Topic olsa, bu tweete cevap verenlerin çoğu, ülkedeki “gerçek” dertleri, sorunları, hak ihlallerini hatırlatmış olur, muhtemelen öfkeli ve müstehzi bir tonda…
Ve bu liste öyle uzar ki utanırsınız mutluluk talebinizden, arayışınızdan…
Ne şımarıklığınız kalır, ne de bencilliğiniz…
Üstelik bu “gerçek dert” hatırlatıcıları hep tetikte beklerler. Bir kutlama yaptınız diyelim ya da çok eğlendiğiniz, çok mutlu olduğunuz bir günün ardından sosyal medyada birkaç kare fotoğraf/video paylaşmak istediniz, ilk bu hatırlatıcıların önüne düşer paylaşımlarınız. Ondan sonra seyreyle şenliği…
Hâlbuki eğlencenizin ülkede yeni bir savaşın patlak verdiği ana denk gelmesini istemediğiniz için, paylaşmadan önce gündem taraması da yapmışsınızdır.
Ama günün sonunda “sorumsuz, düşüncesiz, dünyadan bir haber, apolitik” daha beteri “vatan haini” olmaktan kimse kurtaramaz sizi.
Mutluluğu kovalayan bir vatan haini, kulağa fena gelmedi…
***
Aklıma bu duygulara tercüman satırlar düştü yine…
Gazeteci-Yazar Nilay Örnek’in “Bütün İyiler Biraz Küskündür” kitabında, ağız dolusu bir kahkaha, içten bir kutlama, yürekten bir gülüş yerine payımıza neyin düştüğünü çok güzel anlatan bir pasaj vardı.
Hatta çok sonraları Kitap-Konuk-Kahve’de konuğum olduğunda, yazarların kitaplarından alıntı seçip okudukları kısımda, bu bölümü seçip okumuştu Nilay.
Şimdi izninizle, tam da yeri ve zamanı gelmişken, o satırlardan bir parça bırakıyorum buraya:
“…Oysa şimdi pek çoğumuzun yaş günü hatta yılbaşının kendisi bile ‘kutlama senin ne haddine’ diyen kötü olayların, faciaların, saldırıların yıldönümü ile çakışıyor. Ülke, insanı yaş gününü kutlarken bile utandırıyor. Şöyle doya doya ‘iyi ki doğdun’ ya da ‘iyi ki doğdum’ dedirtmiyor. Yirmi yaşındaki kızını bir saldırıda kaybeden annenin mektubunu okuyordum geçenlerde. ‘Temmuz aylarını hiç sevmem’ diyordu. Neler yaşıyoruz ki insanı Temmuz’a bile küstürüyor. Oysa insan Temmuz’a küser mi? Sanki bütün kötü dönemlerden ortaya karışık bir şey yapılmış da bize yaşatılıyor. Darbe teşebbüsü de görüyoruz, Lale Devri de. Ortaçağ aklını da yaşıyoruz, Orwell’in 1984’ünün içinden de geçiyoruz. ‘Bir çocuğun sorumluluğunu alabilir miyim’ diye on düşünüp bin tartarken kahretsin ‘onlarca çocuk bana emanetmiş gibi’ de hissedebiliyoruz. Bir gün zeytin ağaçlarına sahip çıkmak zorundayız, diğer gün bu ülkenin tecavüz edilen çocuklarına. Bir gün haksız yere cezaevinde olduğunu düşündüğümüz gazeteci arkadaşlarımız için orada olmak zorundayız, diğer gün şortla gezdiği için dayak yiyen bir genç kız için… İlerlemek bir yana, uyanık kalmazsak elimizdeki her şeyi kaybedecek gibiyiz. Peki napıcaz?
Çoğumuzun kalbi kırık ve bu bizi yavaşlatıyor…”
Çoğumuzun kalbi kırık ve bu bizi yavaşlatıyor…
Ne çok aklıma düşüyor, özellikle bu cümle.
Mutsuzluk, neşesizlik, kahkahasızlık bizi yoruyor, yavaşlatıyor, yaşlandırıyor…
Yorgun, huysuz, hasta ve yaşlı bir organizma olarak çoğalıyor, yaşamaktan korkarak yüreğimiz ağzımızda ölümü bekliyoruz…
***
Mutlu bir toplum olmamıza engel bir diğer şey, kültürel birtakım nedenlerle belki de, negatife daha meyilli olmamız. Çok mutlu ya da neşeli olduğumuzda “şimdi iyi günlerin büyüyünce görücem ben seni, iş hayatına atılınca görücem, evlenince görücem, çocuk doğurunca görücem…” türünden kesici aletlerle heves kırıcı, hayat emici, mutsuzluk katili tipler düşürüverir o gülüşü ağzımızdan.
Biraz bu negatife meylimiz, biraz da zaten bozuk olan ayarlarımızla iyice oynayan dijitalizm yüzünden, gerçeklik algımızın yerle yeksan olduğu bu simülasyon çağında, her şeyin sahte olduğuna karar vererek kafa karışıklığını gidermeye niyet etmiş bir popülasyon büyüyor. Her gülüşe “sahte” her neşeye “gösteriş” her mutluluğa “parayla satın alınmış” damgası vurarak işin içinden sıyrılıyorlar. Arada gerçek olanları da harcıyorlar. Bilirsiniz işte, bir kasa çürük elmanın içindeki çürük olmayan elmaların başına gelen şeylerden…
Bu gülüşleri, neşeyi, mutluluğu adına her ne derseniz işte, “sahte” algılamanın bir başka nedeni de o kişilerin mutluluğuna tahammül edemeyişimiz olabilir.
Mutsuzluk, mutluluğa yer bırakmayacak kadar çok yer kaplıyordur hayatımızda.
Belki de mutluluktan, onu tanıyamayacak kadar çok uzaklaşmışızdır.
Bilemiyorum! Parametreler çok, denklem karışık…
Herkesin kendi karanlık dehlizlerinde yüzmeyi öğrenmesi, içindeki şeytanlarla arada bir bu konuları kritik etmesi, nası’ derler “bi toplantı set etmesi” gerekiyor galiba…
Son söz niyetine;
Mutsuzluk vs. Mutluluk savaşında galibiyet, bir bu tarafa bir diğer tarafa geçiyor ama mutsuzluğun skorları hep daha yüksek oluyor bence…