Türkiye’nin yerleşim planlaması, göç ve demografik yapısına göre en fazla ‘arka mahalle’ye ve gecekonduya (acele ile yapılıvermiş, derme çatma yapı, kondu) sahip ili olan İzmir’de, yoksulluk artık sıklet bir hâle dönüştü. Öyle ki çalışanından çalışmayanına, kadınından erkeğine, büyüğünden küçüğüne, ayırt ediciliğin zemin seviyesine indiği bir kolik buhranla karşı karşıyayız. Metropolde esen yokluk rüzgârı varoşlara, yani ‘sur dışına’ ilerledikçe sert bir fırtınaya dönüşüyor. Bu fırtına ise gecekondu pencerelerinden içeri girdikçe hortuma dönüşüp hane fertlerini içine çekiyor. Ve bu hane fertleri, hortumun çemberleri arasında, derin bir girdabın içinde öylece bir kısır döngüde debeleniyor. Pencerenin önünden geçenler bu hortumun şiddetine oracıkta şahit olabilirler..
Arka mahalledeki prekaryalar, güvencesizler, sirkülasyon hâlinde bir vagondan diğerine mahkum edilen yeni yarı göçebeler (kiracılar), meyus bir hayatın en acımasız noktasında konuşlanıyor. Bu arka mahallelerin ‘cadı saati’ durmuş vaziyette. Susmayan bir yoksulluk, ağlayan bir yoksulluk, karnında gazı olan bir yoksulluk, karnı acıkan bir yoksulluk; sabah gözleri açıldığı andan itibaren gece gözleri kapanana kadar peşinde bir dedektif gibi gölgeyi takip eden yoksulluk.
Ne yazık ki bu yoksulluk, beraberinde birçok menfi durum getiriyor. Travmalar, depresyonlar, çatışmalar, B planı yaratmak zorunda kalanlar, okulu bırakmak zorunda kalanlar, yoğurdun ve sütün tadını unutan çocuklar, şekerli suyla beslenmek zorunda kalan çocuklar, askıda ekmek sırasında bekleyerek günlerini dolduranlar, şemsiye alacak parası olmadığı için yağmurlu havada kemoterapiyi erteleyenler, evine pencere taktıracak maddi imkânı olmadığı için sokaklardan topladığı plastik çiçeklerden ve oyuncaklardan suni pencere yapanlar, ev sahibi kiraya iki kat zam yapınca evi ateşe veren kiracılar. Hepsi ve daha fazlası birkaç kilometre ötemizde yaşanan mütenevvi hikayeler… Yoksulluğun, alev topu gibi kümülatif bir hâlde arka mahallelere yayılmasının sonuçları elbette ağır. Sosyal medyadan ana akım medyaya ahval olan haberlerde, intihar haberlerini her gün görür, duyar olduk. Hatta, sorumlu olduğu veya bakmakla yükümlü olduğu kişinin hayatına son veren toplu kıyımlar ‘sıradan’ haberlere dönüşmeye başladı. Bunlar kadar bilmediklerimiz, görmediklerimiz var.
Bu bilmediklerimiz arasında muhtemelen en şaşıracağımız hikâyelerden biri ise inşaatta çalışırken düşerek hayatının geri kalanını yatağa mahkum geçirecek olan A’nın hikâyesi. İşçi A, Nazım Hikmet şiirleri okuyan orta yaşlarda bir hemşeri. İnşaatta geçirdiği o gün, belki de hayatında son kez keyif alarak yaşayacağı gün. Vücudunun uzuvları artık kısmen tutmayan, tekerlekli sandalye ve yatak arasında süzülen bir hayat. Dört duvar arasında, yatağının hemen sağ tarafında daktilosu olan A, ilham aldığında şiirlerini oracıkta daktiloya döktürüyor. Eşi E döküyor daktiloya. E, eşini, varlığını sonsuz adayacak kadar çok seviyor. Bir ömrü daha olsa, bir ömür daha bakacak kadar çok seviyor. Ancak hayat şartları, yoksulluk, ev kirası, geçim derdi ekleniyor var olan durumun üzerine. Yoksulluk hep zordur. Ömür boyu yoksul olacağını bilmek ise yüktür. Bu yük, öyle herhangi bir durakta biraz soluklanıp tekrar omuza alınacak bir yük değildir. Tüm bu zorlukların üzerine bir de somatik ağrılar, çözümü olmayan sonsuz sancılar binince hayat bir noktada tıkanır hâle gelebiliyor. A, somatik ağrılar bir tarafa dursun, o gün bugündür hayatına son vermek isteyen biri. Özünde bol ahenk biri diye geçiriyorum içimden. Ne çare, yaşamak istemiyor artık. Bedeninin çoğunluğu, kendisi için bir anlam ifade etmiyor, hareketsiz bir madde gibi algılıyor. İntihar edecek, ancak mevcut koşullar uygun değil. Bir başkasından da rica edilmez ya. İntihar. Çareyi mahkemede bulan hemşerimiz A, ülkemizde yasal olmadığının farkında olarak ötanazi talebiyle mahkemeye müracaat ediyor.
‘Her şeyden önce kendime, daha sonra aileme ve nihayetinde ülkeme bir faydamın olmayacağı artık aşikâr, doğumum kadar normal olan ölümümün, sizler tarafından kabul edilip gerçekleştirilmesi hususunda gereğini arz ederim.’