Çağdaş felsefeci Otfried Höffe Felsefe’nin Kısa Tarihi (İnkılap, 2008) kitabında “Fetihler, baskı ve sömürüler, kölelik, sömürgecilik ve emperyalizm, Nazi vahşeti, sosyal devrimler adına sayısız insanın kurban edilmesi gibi büyük şiddet eylemlerine ilişkin hatıralardan bir eleştirel dünya hafızası çıkabilir. Bunun ön şartı, hafızanın seçici olmaması, daha çok bir hatırlama adaletini esas almasıdır” der.
Alman filozof Nietzsche “Unutan iyileşir” der ama Nietzsche’nin kastı ister kişisel, ister toplumsal/tarihsel bir olay olsun,sağlıklı hatırlama süreci ve sağaltıcı adaletin sağlanmasından sonraki “unutma”nın iyileşmeye yardımcı olmasıdır. Bence de geçmişin kötü olayları insanlığın sırtında ağır bir yüktür. Ancak bu yükten unutarak değil, sağlıklı bir hatırlama ve bunu takip eden “onarıcı adalet”le kurtulabiliriz.
Geçmişteki vahşetleri hatırda tutmak, bunların gelecekte tekrarını önlemek için de gereklidir. Hatırlamanın “özgürleştirici etkisi”, sadece “kurban/mağdur toplulukları” için değil, “fail toplulukları” için de geçerlidir. Hatırlamak, özür dilemek ve onarmak, faile de iyi gelir.
Bugün tarihimizdeki utanç verici olaylardan biri olan 6-7 Eylül yağmasının 69. yıldönümü. O günlerde yaşananları anlamak için, elbette genelde Osmanlı/Türk-Yunan ilişkilerinin, özelde Kıbrıs’ın tarihine aşina olmak gerekir. Bir yazıda anlatması çok zor olan bu uzun tarihçeyi çok kısaltarak aktarmaya çalışacağım.
15 Mayıs 1919’da Yunan askerlerinin İzmir’e çıkışıyla başlayan Milli Mücadele döneminde, Yunan ordusu muzaffer biçimde Anadolu içlerinde ilerlerken, 1 Kasım 1920’de beklenmedik şekilde iktidarı kaybettikten sonra Paris’e yerleşen Elefterios Venizelos, talihin bir cilvesi olarak, 9 Eylül 1922’de İzmir’in geri alınışı ile savaş biterken iktidarda değildi. Böylece en ateşli savunucusu olduğu Megali İdea’nın hezimetinin yükünden kurtulmuştu. Megali İdea, kelime anlamıyla “Büyük Mefkure/Büyük Ülkü” anlamına geliyor ve siyasi açıdan 1844’ten itibaren, başkenti “Konstantinopolis” olan Büyük Yunanistan’ı hedefliyordu. Yine de 20 Kasım 1922’de başlayan Lozan Barış Görüşmelerinde Yunan heyetinin başına geçmesi için ülkesi tarafından göreve davet edilmişti. Görüşmeler sırasında Türkiye’ye yeniden savaş açmayacağının teminatını veren ve savaş tazminatları dışında büyük zorluk çıkarmayan Venizelos, 1927’de memleketi Girit-Hanya’ya yerleşti. 1928’de seçimleri kazanıp yeniden Yunanistan Başbakanı olduktan 11 gün sonra, 30 Ağustos 1930 günü Türkiye Başbakanı İsmet (İnönü) Bey’e yazdığı mektupla başlayan temasların sonucu iki ülke arasında beklenmedik bir bahar havası doğdu. Bu tarihten sonra ikili arasında o kadar yoğun bir diplomatik trafik yaşandı ki, hepsini buraya aktarmak başlı başına bir yazı yazmak anlamına gelir. Bu yüzden ilgili yazımın linkini vererek devam ediyorum…
BALAYI BİTİYOR
İkili ilişkiler 12 Ocak 1934’te Venizelos’un Mustafa Kemal’i Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesi ile taçlanmış, 1934’te Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında Balkan Antantı, 1938’de Türkiye ile Yunanistan arasında yeni bir ‘tarafsızlık’ antlaşmasının imzalanmasıyla çoklu ilişkilere dönmüş, İkinci Dünya Savaşı sırasında 1941’de Türkiye, Kurtuluş gemisi aracılığıyla, savaş dolayısıyla Yunanistan’da hüküm süren korkunç açlığa merhem olmaya çalışmıştı. 1952’de Yunan Kral ve Kraliçesi Türkiye’yi ziyaret ettiğinde her şey yolunda görünüyordu. Ancak, 1954’te Balkan Antantı’nın yenilenmesinin ardından Yunanistan’ın Kıbrıs Meselesi’ni BM’ye taşıması balayına son verdi.
KIBRIS’IN KAYBININ KISA TARİHİ
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan Rumeli’yi kaybederek ve büyük tazminatlar ödeyerek çıkan II. Abdülhami’in Kars, Ardahan ve Batum’a giren Rus ordularının geri çekilmesi karşılığında, Kıbrıs’ı İngilizlere kiralamasıyla fiilen Osmanlı İmparatorluğu’nun toprağı olmaktan çıkan Kıbrıs I. Dünya Savaşı’nın başında Britanya tarafından ilhak edildi. Kıbrıs Ocak 1920’de Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda kabul edilen ünlü ‘Misak-ı Milli’ belgesinde yer almamıştı. 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nın 21. Maddesi, “Türkiye, Britanya hükümeti tarafından Kıbrıs’ın 5 Teşrinisani 1914’te ilan olunan ilhakını tanır” derken, tek olumlu adım, Kıbrıslı Türklere, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ile İngiliz vatandaşlığı arasında tercih yapma hakkının (Hakk-ı Hıyar) verilmesiydi. O dönemde, Türkiye’nin Kıbrıs’taki Türk varlığını korumaya yönelik bir politikasının olmadığı, Kıbrıslı Türklerin Türkiye’ye göç etmesi için teşvikler yapılmasından belliydi. 1923-1930 arasında 21. Madde uyarınca 5-6 bin kadar Kıbrıslı Türk Türkiye’ye göç etti. Ancak Türkiye’de ciddi sorunlarla karşılaştılar. Hem yöneticiler, hem yerli halk nezdinde istenmeyen unsur durumuna düştüler. İlginçtir, Türklerin adadan ayrılmasına karşı çıkan taraf, Türkleri Rumlara karşı bir denge unsuru olarak gören İngilizlerdi! Rumların 1931’den itibaren açıkça dillendirmeye başladıkları Enosis talebini sürekli püskürten de onlar oldu.
1950’de Rumlar, II. Dünya Savaşı’ndan sonra pek çok ülkeye tanınan, “kendi kaderini tayin”hakkı uyarınca bir plebisit yaparak Britanya’dan ayrılıp Yunanistan’a bağlanmak istediğinde, Türkiye hâlâ eski tavrını sürdürüyordu. Hatta 1949’da CHP’nin Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, 1950’de ise DP’nin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, “Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs diye bir sorun yoktur” diyerek, Yunanlıların ve Rumların elini epeyce güçlendirmişlerdi. Aslında bunda şaşılacak bir şey yoktu; çünkü o yıllarda hem CHP’nin hem DP’nin en önemli hedefi, Batı bloğuna ve NATO’ya kabul edilmekti. Aynı arzu Yunanistan’da da olduğu için, taraflar suyu bulandırmak istemiyorlardı.
MAKARİOS VE KKT HAKKI
Bu durumdan yararlanan Rum toplum lideri Başpiskopos Makarios’un zorlamasıyla, 1954’te Kıbrıs’ın “kendi kaderini tayin hakkı” BM’nin gündemine alındı. Bu kararın alınmasında Britanya’nın Kıbrıs’taki egemenliğini sınırlamak isteyen Sovyetler Birliği ve onun çevresinde kümelenen ülkeler kilit rol oynamıştı. Makarios’un başvurusu kabul kabul edilmeyip de, Georgios Grivas liderliğindeki EOKA Kıbrıs’ta İngilizlere karşı terör eylemlerini başlattığında, Britanya, Türkiye ve Yunanistan’ı Doğu Akdeniz’i etkileyen siyasal savunmaya ilişkin sorunları görüşmek üzere Londra’da toplanacak üçlü bir konferansa davet etmişti. Türkiye daveti hemen kabul ederken, Yunanistan biraz nazlanmıştı ama sonunda taraflar 29 Ağustos 1955’te Londra’da buluşmak için sözleşmişlerdi. Konferansın [I. Londra Konferansı] 7 Eylül’e kadar sürmesi planlanmıştı.
Özetle söylersem, Rumlar bağımsızlık istiyorlardı. Türkiye’nin tercihi ise mevcut statünün korunmasıydı. Ama eğer Britanya Ada’dan çekilirse, Kıbrıs’ın Türkiye’ye verilmesini istiyorlardı. Kıbrıs’ın neden kendilerine verilmesi gerektiğini mantıklı biçimde açıklayamayan Türkiye, İngiltere’nin Kıbrıs’a muhtariyet vermeye razı olduğunu görünce birazdan ayrıntılarıyla anlatacağım pogrom planlandı.
MAH MENSUPLARI İŞ BAŞINDA
Aslında aylar önce, iktidardaki DP ile muhalefetteki CHP ve Osman Bölükbaşı’nın Cumhuriyetçi Millet Partisi’ne mensup milletvekilleri, Rum aleyhtarlığını kışkırtacak önergelerini vermeye başlamışlardı. Siyasilerin en büyük yardımcısı ise Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) ile Kıbrıs Türktür Cemiyeti (KTC) idi. KTC Başkanı, Hürriyet gazetesi yazarı ve Avukat Hikmet Bil, 1952’de Adnan Menderes ve Fuad Köprülü’nün Atina ziyaretinde resmî heyete davet edilecek kadar iktidara yakın biriydi. Yönetim kurulu üyelerinden Kâmil Önal ise günümüzün Milli İstihbarat Teşkilatı/MİT’in öncülü MAH’ın (açılımı Milli Amal Hareketi) üyesi olan bir başka gazeteciydi. Cemiyetin diğer önemli isimleri Dr. Hüsamettin Canöztürk, Orhan Birgit, Ahmet Emin Yalman, Dr. Ziya Somer, Nevzat Karagil gibi CHP’ye yakın isimlerdi. Devletin maddi yardımda bulunduğu bu örgütlerle hem DP teşkilatlarının hem de tekstil, şişe-cam, motorlu taşıtlar, deri-kundura, tütün-içki, gemi, su gibi çeşitli işkollarında faaliyet gösteren sendikaların ilginç ilişkileri vardı.
Başta İstanbul’da yayımlanan Cumhuriyet, Tercüman, Hürriyet, Yeni Sabah ile İzmir’de yayımlanan Gece Postası olmak üzere tüm gazetelerde, hemen her gün Kıbrıs’la ilgili bir haber çıkıyordu. Örneğin 14-15 Aralık 1953’te DP’nin çıkardığı kanunla CHP’nin tüm varlıklarıyla birlikte kapatılan ve 10 Haziran 1955’de tekrar yayımlanmaya başlayan Ulus gazetesinde, başyazar Hüseyin Cahit Yalçın, DP’nin Kıbrıs politikasına paralel yazılar yazıyor, CHP Genel Sekreteri Kasım Gülek, 3 Temmuz 1955 günü Adana CHP İl Kongresi’nde Kıbrıs’a en yakın uzaklıktan seslendiğini, Kıbrıs’ın anavatanın ayrılmaz bir parçası olduğunu, üç beş kışkırtıcı ile Kıbrıs’ın elden çıkma olasılığının olduğunu, ancak, hükümetin vereceği kararlarla Kıbrıs’ın Anavatan sınırları içerisine kısa zamanda alınacağına inandığını belirtiyordu. Tercüman gazetesinde Yaşar Nabi tarihi, coğrafi, stratejik bütün şartların da bunu gerektirdiğini belirterek, Kıbrıs’ın mutlaka Türkiye’ye iade edilmesi gereğini savunuyordu. CHP lideri İnönü de farklı düşünmüyordu: “Kıbrıs’taki kardeşlerimizin can ve mallarını tehlikeden kurtarmak için, hükümeti gayretlerinde destekleyeceğiz!”
Gazetelerin boy hedefinde ise elbette Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi ve Patrik Athenagoras vardı. Siyasetle ilgilenmesi devletçe yasaklanan ve ekümenikliği reddedilen Patrikhane, “Fener, tüm Ortodoks dünyasını temsil eden ekümenik patriklik olduğu halde sessiz kalarak, Kıbrıslı Rumlar’ın lideri Makarios’u desteklemekle” suçlanıyordu. Ayrıca gazeteler, Patrikhane’nin, topladığı bağışları gizlice Kıbrıs’a yolladığını ve “tehdişçi” EOKA örgütünü desteklediğini iddia ediyorlardı. Muhtemelen perde arkasından gelen baskılar yüzünden ve bir gün sıranın kendilerine geleceğine dair tarihsel tecrübeye dayanarak, Ermeni Patriği Karikin Haçaturyan, Musevi toplumu lideri Hahambaşı Rafael Saban ve Türk Ortodoks Patriği Papa Eftim, Fener Rum Patrikliği’nin tutumu kınayan bildiriler yayınladılar. İstanbul’da MTTB Lokalini ziyaret eden Türk Ortodoks Kiliseleri Başkanı Papa Eftim bununla da kalmadı, gençlere yaptığı ajitatif konuşmada (hiç yetkisi olmadığı halde) Makarios’u afaroz ettiğini ilan etti.
Yunanistan basını da boş durmuyordu elbette. Ethnikos Kiriks’te çıkan Atatürk hakkındaki ağır yazı, Türkiye’de büyük tepkiye neden olmuştu. Ağustos ayının ortalarında Yunanlıların yayımladığı “Beyaz Kitap”ta Doğu Trakya, İmroz ve Bozcaada üzerinde hak iddia edilmesi kamuoyunu iyice köpürttü.
“ERKEKÇE SES VERELİM!”
16 Ağustos’ta KTC Başkanı Hikmet Bil, Kıbrıslı Türklerin lideri Dr. Fazıl Küçük’ün “adadaki Yunanlıların Türk azınlığa karşı katliam hazırlığı içinde olduğuna dair” mektubunu tüm şubelerine göndererek, üyelerinden “Londra ve Atina’nın korkacağı erkekçe bir ses çıkarmaya” davet edince basındaki yaylım ateşi hızlandı. Öyle ki 24 Ağustos’ta Demokrat İzmir’de başlık şöyleydi: “Kıbrıs’taki Palikaryalar Türklere karşı büyük bir katliam yapacaklar!’’ Aynı gün Adnan Menderes, Liman Lokantası’ndaki yemekte, Yunanistan ve Kıbrıs aleyhine gayet sert bir nutuk atarak “perşembenin gelişini” müjdeledi. Menderes’e göre “Kıbrıs Anadolu’nun devamından ibaretti!”
28 Ağustos 1955 tarihli Hürriyet gazetesi “bayrak” ajitasyonu ile koroya katıldı: ‘‘Yeşilköy havalimanında bir Yunan pilotu gelirken Türk bayrağını resmen çekmedi!” Birileri ise Batı Trakya’da yaşayan 600 Türk’ün bir camiye toplatılarak yakıldıklarını fısıldıyordu kulaklara. Bu atmosferde İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği, Yunan pasaportlu Rumların mallarının müsadere edilip, yurtdışına çıkarılmalarını talep ederken, gazetelerden Kıbrıslı Türklerin zor durumda olduğunu okuyan vatandaşlar, Kıbrıs’a gitmek için TMTF’ye kitlesel başvurular yapmaya başladılar. İddialara göre İskenderun şubesine 23 bin, Adana şubesine 15 bin başvuru yapılmıştı. Artık iş barut fıçısını patlatacak kıvılcımı çakmaya gelmişti.
Aynı gün, Londra’da Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun başbakana gönderdiği şifreli telgrafın son cümlesi şuydu: “Tarafı devletlerinden bu husustaki ilgililere verilecek emirlerin pek faideli olacağını saygılarımla arzederiz.” Bu cümle ileriki yıllarda adeta 6/7 Eylül pogromunun “şifresi” sayıldı.
5 Eylül’de Menderes’le bir akşam yemeği yiyen Hikmet Bil’in iddiasına göre Menderes kendisine “Biraz önce [Londra’daki] Zorlu’dan bir mesaj aldım. Çok zor durumda imiş. Yardım istiyor. Bir demarş yapmak istiyorum” demişti. Hikmet Bil de “seferberlik emrini”(!) almıştı.
Aynı gün gazetelerde üç Rum casususun yakalandığı haberi çıktı. Bir grup genç Taksim’de gövde gösterisi yaparak, üzerinde “Kıbrıs Türk’tür’” yazılı bir pankartı Patrikhane’ye bıraktı. Ayrıca Türk bayrağına dil uzattığı iddia edilen bir Rum genci dövüldü ve bazı Rum gazeteleri yakıldı. O gün otomobillerle şehrin en ücra köşelerine kadar 22 bin pankart dağıtıldı. O günkü gazetelerde Nişantaşı’nda Stavro adındaki bir dükkân sahibi dövülerek dükkân camları kırıldığı haberi okundu.
İSTANBUL EKSPRESS’İN ROLÜ
Bazı Rumların Türk komşuları tarafından yarım ağızla da olsa “o gün pek dışarı çıkmamaları, çocuklarına ve karılarına gözkulak olmaları” yolunda uyarıldıkları o meşum 6 Eylül 1955 günü Abdullah Efendi Lokantasında Cumhurbaşkanı Bayar, İstanbul Valisi ve diğer davetliler ile birlikte yemekte olan Menderes’e, Selanik’teki Türk Konsolosluğunun bombalandığı haberi ulaşmıştı. İlginçtir, o gece saat 24.07’de yazıldığı belirtilen, Selanik Başkonsolosluğu’nun olaya dair şifreli telgrafın ikinci sayfasına eklenen kâğıdın üstünde Osmanlıca “Cevap verilmeyecek” notu düşülmüştü. (Menderes’e Yassıada’da bu not sorulduğunda, “Kim yazmış, malûm değil” diyecekti.) Başbakan saat 12:30’da haberin radyodan verilmesini onaylayınca İstanbul Radyosu, devletin resmî ajansı Anadolu Ajansı’na dayanarak, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bombalı saldırı yapıldığı haberini verdi.
Haberi İstanbul’a aktaran Anadolu Ajansı’nın Atina muhabiri Cemile Sara Korle, yaşamının son günlerinde Hürriyet gazetesine verdiği bir röportajda şöyle demişti:
Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba atıldı haberini veren bendim. Atina’da iken yardımcı olarak Yunan birini tutmuştum. Rumca bilmediğim için bazı konuları o takip ediyordu. Bir gün bana geldi ve ‘Selanik’teki Atatürk Evi’nde bomba patladı’ diye haber verdi. Patlayan bomba değildi. Benim de verdiğim haber, gazete kâğıdına sarılmış iki adet dinamit lokumuydu. Kocaman bomba değil. O zamanlar bilmiyordum, her nedense bazı gazeteler büyük manşetle verdi. O zaman 6/7 Eylül olayları çıktı. Kıyametler koptu, yaktılar yıktılar.”
Korle’nin dediği gibi “her nedense” öğleden sonra İstanbul Ekspres adlı 20-30 bin tirajlı gazete, haberi iki ayrı baskıyla kamuoyuna duyurmuştu. İstanbul Ekspres’in birinci baskıda attığı başlık şöyleydi: “Atamızın Evi Bomba ile Hasara Uğradı.” Haber başlığı dev harflerle basılıp altı çizilmiş ve altında verilen Atatürk’ün arka planında Türk süvarilerinin bulunduğu fotoğrafı yine büyük bir ok ile işaret edilmişti. İkinci baskıda KTC Genel Sekreteri Kâmil Önal’ın demeci yine büyük bir başlıkla “Mukaddesata El Uzatanlara Bunu Çok Pahalı Ödeteceğiz!” diye verilmişti.
Gazetenin, bazı kaynaklara göre 300 bin, bazı kaynaklara göre 230 bin baskı yapması, kȃğıt sıkıntısının olduğu bir dönemde şüphe çekiciydi. DP döneminin Münakalat (Ulaştırma) Bakanı Arif Demirer’in oğlu Mehmet Arif Demirer’e göre İstanbul Ekspres’in Yazı İşleri Müdürü Gökşin Sipahioğlu, saat 13.30’da gazetenin sahibi Mithat Perin’i telefonla aramış ve ikinci baskı yapmak istediğini, 300 bin basacağını ve kȃğıt almak için nakit para istediğini bildirmişti. Perin, daha sonraki yıllarda Demirer’e, Sipahioğlu’nun o gün çok ısrar ettiğini, büyük bir gazetecilik başarısı olacağını söylediğini açıklamıştı.
Mithat Perin o tarihte DP İl Yönetim Kurulu üyesi idi. (Ardından DP milletvekili olacak ve Yassıada’da yargılanacaktı.) Perin anılarında haberin baskı olayını şöyle anlatacaktı: “O gün öğleden sonra 13:30 gibi Merkez Han’da (Cağaloğlu) odamda çalışıyordum. Gazeteden Yazı İşleri Müdürü Gökşin Sipahioğlu aradı. İkinci baskı yapalım diye önerdi. Ben satar mı, yoksa elimizde mi kalır diye tereddüt ettim ve kerhen kabul ettim… Saat 16:30’da matbaaya gittim. Kıyamet kopuyor. Dağıtımcılar aldıkları gazeteleri satıp, geri geliyor ve bir miktar daha alıp koşuyorlar. O ana kadar 150 bin adet satılmış. Etrafta muazzam bir heyecan var. Ben, derhal, basımı durdurdum. ‘Bu iş kötü, ortalığı karıştırabilir’ diye düşündüm ve matbaadan ayrıldım.”
BİNDİRİLMİŞ KITALAR İŞ BAŞINDA
Gerçekten de gazetenin ikinci baskısından sonra İstiklal Caddesi’nde toplanan güruh, gayrimüslimlere ait işyerlerini taşlamaya başlamıştı. Saat 18.00-20.00 arasında üniversite öğrencileri Taksim’e doğru yürüdüler. Saat 20.00-22.00 arasında ağırlıklı olarak Cibali Sigara Fabrikası işçileri ve işsiz gençler Beyoğlu’nda dükkânları tahrip ettiler. Daha sonra Kocaeli, Sakarya, Eskişehir, Ankara gibi illerden “haberleri duyan” halkın otobüslere binip İstanbul’a geldiği öğrenilecekti. Olaylar kısa sürede Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı gibi gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yayıldı, ardından Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutluk, Bebek, Kadıköy, Moda, Kuzguncuk, Çengelköy gibi uzak bölgelere sıçradı. Saldırganlar halkı tahrik etmek için “Makarios’a ölüm!”, “Kıbrıs Türktür!” diye haykırıyor, ellerindeki Atatürk ve Bayar resimlerini, KTC rozetlerini karşılaştıkları Türklerin ellerine tutuşturuyorlardı. Daha sonra pek çok tanık, 20-30 kişilik mangaların başında KTC’den öğrencilerin olduğunu, hemen her semtte yağmacıların kullandığı sopaların aynı tornadan çıkmışçasına eşit büyüklükte ve kalınlıkta olduğunu, Rumlara ait ev ve iş yerlerinin önceden tespit edildiğini, hatta kimi yerlerde bu ev ve işyerlerinin bir gece önce tebeşirle ya da soba boyası ile işaretlendiğini, polislerin ise saldırganları izlemekle yetindiğini anlatacaklardı. Sonradan, emniyetten karakollara yangın ve hırsızlık dışındaki olaylara karışmaması talimatı verildiği ortaya çıkacaktı. Bazı Türkler komşularını kurtarmak için çaba göstermişler, bazıları sadece tanıdıklarını korurken, tanımadıkları gayrimüslimlere saldırmaktan geri durmamışlardı.
TANIKLAR NE DİYOR?
Bu konuda doktora çalışması yapan Dilek Güven’in aktardığı bazı tanıklıklar şöyleydi:
“Bir Rum arkadaşımın dükkânının önünde elimde bir Türk bayrağı ile nöbet tutuyordum. Ellerinde bir listeyle geldiler. Onlara bu dükkânın bir Türk’e ait olduğunu söyledim. O bunun imkânsız olduğunu, çünkü ismin listede olduğunu belirti. Ben de ‘O zaman listede bir hata olmuştur’ dedim. Ellerindeki listelerde tüm cadde isimleri ve ev numaralan vardı. Kendi aralarında sürekli birbirlerine talimat veriyorlardı. ‘Bu ev bir Rum’un, şu Ermeni’nin, bu dükkânı yağmalayın, şu eve girin’ vs.”
“Yüksekkaldırım’da bir Yahudi, o kargaşada kendi levhasını bir Türk dükkânının tabelasıyla değiştirdi. Yahudi’nin dükkânına hiçbir şey olmadı amaTürk’ünki yağmalanmıştı. Sonra komşusuna dedi ki ‘Ne yapalım, senin insanların bunu yaptılar.’ Ama garip hatalar da oluyordu. Benim bir profesör arkadaşım vardı. Muayenehanesinin üzerinde Doçent Dr. diye bir levha yazılmıştı. Doçent kelimesini gayrimüslim bir isim zannedip muayenehanesini tahrip etmişler.”
“Tünel’de Cevat Bey’e ait bir kumaş dükkânı vardı. Adam Türk’tü, ama onun da işyerini yağmalamaya başladılar. Adam hemen pantolonunu aşağı indirdi ve sünnetli olduğunu gösterdi. O da bu şekilde adamları durdurmaya çalıştı.”
“Bizim evimiz, Beyoğlu’ndaki Kalyoncu Sokak’taydı. Şiddet olayları patlak verdiğinde, kapıcı Mehmet, anneme ‘Korkmayın Madam, bizim evde saklanabilirsiniz’ dedi. Eline bir Türk bayrağı aldı, dış kapıyı kilitledi ve binanın önünde durdu. İlk saldırganlar geldiğinde, onlara burada Rum oturmadığını söyledi ve adamlar gerçekten de evimizi yağmalamadan gittiler. 2. kattaki Madam Katina’yı, 3. kattaki Maria’yı ve 4. kattaki Anton’u korumuş olan Mehmet, binadan çıktı. Türk bayrağını bıraktı, eline bir odun parçası aldı ve caddenin karşısındaki gayrimüslimlere ait dükkân ve evlere saldırmaya başladı. Ben onu evimizin penceresinden izleyebiliyordum.”
“Yayamın (annemin) evindeyken orada gördüklerime inanamadım. Kapılar ve pencereler artık yoktu. Buzdolapları, dolaplar, aynalar parçalanmış ve evinin önüne yığılmıştı. Yataklar, yorganlar kesilmiş, yünler her tarafa dağıtılmıştı. Elbiseler, ayakkabılar, örtüler, halılar lime lime edilmiş, yığınlar halinde tabak çanak binlerce parçaya bölünmüştü. Somya parçalanmış, avizeler, vitrinler, masalar, sandalyeler ve koltuklar baltayla kesilmişti. Yerde odun, kömür ve gaz, tuz ve şeker, yağ ve yumurtalardan bir birikinti oluşmuştu. Soba da tahrip edilmiş, bazı valizlerin içindekiler dahi makasla kesilerek kullanılamaz hale getirilmişti.”
İSTANBUL DIŞINDA NELER OLDU?
Benzer olaylar İzmir’de de yaşanmıştı. 6/7 Eylül 1955 pogromu sırasında İzmir Fuarı’nda olup yağmaya tanık olan gazeteci Kâmil Bulut yıllar sonra (5 Eylül 2019 tarihli İz Gazete’ye) şöyle anlatmıştı yaşananları:
“Fuar 20 Ağustos-20 Eylül tarihleri arasında açılıyordu…. 6 Eylül 1955 günü dinlenmek için Gültepe’deki evimizden yürüyerek Fuar’a gitmiştim. Göl Gazinosu’nu geçince, büyük bir insan kalabalığı gördüm. Bağıranlar, çağıranlar vardı. Bu insanlar fuarı gezen insanlara benzemiyorlardı. Merak ettim! ‘Acaba ne var burada? Neden toplanıyor insanlar burada?’ diyerek kalabalığa arkadan yaklaştım. “Ey Millet! Duydunuz mu? Palikaryalar, Rumlar Selanik’te Atamızın evini bombalamışlar! Bu Rumlar var ya bu Rumlar Atamızın evini yakmışlar!” Bir anda ortalık karıştı! Yunan Pavyonu’nun camları parçalandı. Ellerindeki meşaleleri içeri attılar! Pavyon yanmaya başladı!… Yangını görenler merakla geliyorlardı. Binlerce insan toplandı. Yunan pavyonu yandı, kül oldu! Yunan Pavyonu ile İngiliz Pavyonu yan yana idi. Onu da yaktılar! İngiliz pavyonunun yanında Amerikan pavyonu vardı. Onu da yaktılar. Yangınları görmeye gelenler geri dönüp gitmiyordu. Kalabalık arttıkça arttı Pavyonlar yakıldıktan sonra öndeki adamlar kalabalığın önüne düştüler. Kalabalığı ikiye ayırdılar. Fuar’dan çıkış için, bir grup Montrö Kapısı’na, bir grup da 26 Ağustos Kapısı’na yöneldi. Ben kendimi 26 Ağustos Kapısı’na giden kalabalığın içinde buldum. İnsanlar azgın sel gibi akıyordu. Alsancak’ta bulunan kiliselere bir anda saldırdılar. Camları pencereleri yerle bir ettiler. Fakat kiliseleri yakmadılar. Kordon’a vardık. Baktım binalar yanıyor. Yanan binaların bayrakları duruyordu. Yunan bayraklı bina alevler içindeydi. Daha ileride NATO Karargâhı vardı. Kalabalık oraya yöneldi. Fakat nöbetçi askerler silahları kalabalığa çevirdiler. Kimseyi karargâha yaklaştırmadılar. Biraz ortalık sakinleşir gibi oldu. Hemen ara sokaklara daldım. Acaba Montrö Kapısı’ndan çıkanlar nereye gitti diye merak ettim. Gördüm ki onlar Çankaya Yolu’ndan girmişler, Hisar Camisi’nin önünden geçmişler, Bir kısmı da Havra Sokak’tan geçip Kemeraltı’na varmışlar. Kemeraltı’nda ne kadar Rumlara, Yahudilere ait kuyumcu dükkânı, iş yeri varsa yağmalamışlar, kepenkleri, demir kapıları parçalamışlar, dükkânların içinde ne varsa sokağa atmışlar! Sokaklar parçalanmış eşyalarla doluydu…”
Saldırganlar Yunan Konsolosluğu’nu ateşe vermişler, altı Yunan NATO subayının evini yağmalamışlar, İngiliz Kültür Enstitüsü’ne saldırmışlar, limanda demirli bulunan iki İngiliz gemisinin mürettebatına, mazota bulanıp tutuşturulmuş taşlar veya kumaşa sarılmış teneke kutularla saldırmışlardı. İzmir Valisi Kemal Hadımlı ise, olayları göstericilerin omuzlarında izlemişti. (O sırada Fuar’da sahneye çıkan Müzeyyen Senar’ın İlham Gencer’i dinlemek üzere Mogambo Gece Kulübü’nü basılması üzerine verdiği “marşlı tepki” günümüzde “Müzeyyen Senar, İstanbul’da yağmaya katıldı” şekline dönüşecekti. (Bu konudaki yazımın linki: https://www.avrupademokrat3.com/6-7-eylul-1955-pogromunda-muzeyyen-senar-ne-yapiyordu-ayse-hur/)
Ayrıca Bursa’da, Samsun’da 6 Eylül gecesi yapılan nümayişe karşı şehirde yaşayan az sayıda Rum, otellere yerleştirilmiş ve otel koruma altına alınmıştı. Ankara ve Adana’da büyük gösteriler yapılmış, azınlıkların yaşadığı yerlerde ufak tefek çatışmalar olmuştu. İskenderun’da Aziz Nikola Kilisesi’nin kapısı kimliği bilinmeyen kişilerce dinamitlenmişti. Urfa, Mardin ve Midyat’ta Süryanilere, Çanakkale’de Yahudilere yönelik taciz olayları yaşanmıştı.
MİLLİ İSYAN MI, MİLLİ AYIP MI?
Ancak olayların kalbi elbette İstanbul’da “atmıştı”. Pogromun zirveye ulaştığı sırada Ankara’dan İstanbul Valiliği’ni arayan Devlet Bakanı Mükerrem Sarol’la İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay arasında şu konuşma geçmişti:
“-Vali Beyefendi’ dedim, ciddiyetini anlasın diye, ‘İstanbul yakılıp yıkılırken nasıl gönlünüz razı oluyor da orada polislerin size sağladığı emniyet içinde oturuyorsunuz’ dedim. ‘Ayıp değil mi’ dedim. ‘Bu büyük bir felaket. Milli bir felaket.’ ‘Yanımda Dahiliye Vekili var, onu veriyorum’ dedi. Telefonu Namık’a [Gedik] verdi. Namık dedi ki, ‘Öyle milli felaket filan değil’ ‘Bu milli bir isyan. Gençliğin milli kıyamı.’ ‘Namık’ dedim, ‘Bunu senden duyduğuma çok üzüldüm. Bu gerçekten milli bir felaket. İstanbul’da devlet yok, emniyet yok, can güvenliği yok. Beyoğlu’nda mağazaları yağma ediyorlar ve sen buna ‘Milli gençlik kıyamı’ diyorsun.”
İstanbul Emniyet Müdürü, bir yazı ile Birinci Ordu’dan 19 bin asker istemişti. Yazıda askerlerin saat 20.00’da belirlenmiş adreslerde bulunmaları isteniyordu. Askerler nedense dört saat gecikme ile, tam geceyarısı geldi ve duruma hȃkim oldular. Ardından örfi idare (sıkıyönetim) ilan edildi. Olaylar İstanbul’da 7 Eylül’de yavaşlayarak da olsa devam ederken, İskenderun, İzmir, Çanakkale’de küçük çaplı saldırılar yaşanacaktı.
Olayların biraz öncesinde veya olaylar sırasında İstanbul’da Uluslararası Karşılaştırmalı Hukuk Bilimleri Kongresi, Bizans Tarihçileri Kongresi, Uluslararası Üniversite Dernekleri Kongresi ve Uluslararası Kriminologlar ve Polisler Kongresi’nin olduğunu unutmak, bu olayı tezgâhlayanların işlediği en büyük hataydı. Çünkü, o sırada hükümet ciddi ekonomik sorunlarını çözmek için Dünya Bankası’na ve uluslararası para piyasalarına bel bağlamış durumdaydı ve uluslararası kamuoyunun saygın temsilcileri ve onları izleyen yabancı basın, Türkiye’deki vandallığa bizzat şahit olmuşlardı. Yani evdeki hesap çarşıya uymamıştı.
Yunanistan’da yayımlanan Vradini gazetesinin 9 Eylül 1955 tarihli nüshasındaki şu ifadeler iç acıtıcıydı: “Zaman geçer fakat insanlar değişmez. Büyük Kemal; köylü vatandaşlarını medeni insanlar haline sokmak istedi. Fakat bunda muvaffak olamadı. Onlar yine barbar olarak kalmıştır. Kilise yakmak, ev yağma etmek onların milli endüstrisi olarak kalmıştır.”
YAĞMANIN BİLANÇOSU
Türk basınına göre 11 kişi ölmüştü, ancak sadece üç kişinin adları verilmişti. Bazı Yunan kaynaklarına göre 15 ölü vardı, ancak daha sonra öldüğü iddia edilen bazı kişilerin Yunanistan’da yaşadığı anlaşılmıştı. Yaralı sayısı resmî rakamlara göre 30, gayriresmî kaynaklara göre 300’dü. Sadece Balıklı Hastanesi’nde 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştü. Tecavüze uğrayanların 200’ü aştığı sanılıyordu. Resmî rakamlara göre 5.300’ü aşkın, gayriresmî kaynaklara göre 7 bine yakın bina saldırıya uğramıştı. En büyük tahribat nüfusun yüzde 15’inden fazlasını Rumların oluşturduğu Beyoğlu’nda yaşanmıştı. Bunu Eminönü, Fatih, Şişli, Beşiktaş, Sarıyer, Kadıköy, Adalar, Üsküdar, Bakırköy izlemişti.
ABD İstanbul Başkonsolosluğu’na göre saldırıya uğrayan işyerlerinin yüzde 59’u Rumlara, yüzde 17’si Ermenilere, yüzde 12’si Musevilere, yüzde 10’u Müslümanlara; evlerin yüzde 80’i Rumlara, yüzde 9’u Ermenilere, yüzde 5’i Müslümanlara, yüzde 3’ü Musevilere aitti. Ayrıca İsveç Büyükelçiliği binası ile Fransız, İtalyan, Avusturyalılara ve Almanlara ait işyerleri ile Ermeni ve İngiliz mezarlıkları da saldırılardan nasibini almıştı. Hasarın mali portresi konusundaki en düşük tahmin o günün değerleriyle 150 milyon lira, en yüksek tahmin 1 milyar liraydı.
“GALİBA DOZU KAÇIRDIK NAMIK…”
200 bin kişilik güruhun katıldığı tahmin edilen bu yağmada, ölüm olaylarının az olması ve saldırganların en ufak bir direnişte geri çekilerek başka hedeflere yönelmesi, hükümetin bir katliam planlamadığını, amacın başta Rumlar olmak üzere gayrimüslimleri ekonomik olarak güçten düşürmek, sonra da korkutarak ülkeden kaçırtmak olduğunu düşündürüyordu. Nitekim iddialara göre, Celal Bayar, İstiklal Caddesi’ndeki hasarı görünce, etrafındakilerin duyacağı bir sesle İçişleri Bakanı Namık Gedik’e “Galiba dozu kaçırdık” demişti.
8 Eylül’de hükümet yaşananlardan üzüntü duyduğunu ve özür dilediğini belirten bir açıklama ile zararların tazmin edileceği sözünü verdi. 9 Eylül’de Maliye Bakanlığı mağdurlara vergi kolaylığı, ucuz inşaat malzemesine erişim olanağı, cam ithalatı, banka borcu olanlara geri ödeme ve banka kredisi alma kolaylığı sağlanacağını açıkladı. 10 Eylül’de Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın himayesinde, Kızılay Başkanı Rıza Çerçel, Borsa ve Sanayi ve Ticaret Odaları Başkanı Üzeyir Avunduk, Yapı Kredi Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Kazım Taşkent ve Sanayi Odası Başkanı İbrahim Esi’den oluşan bir komite kuruldu. 9 Ekim 1955’e kadar komiteye bağış yapan 94 gerçek ve tüzel kişiden 42’sinin Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı kuruluşlar ya da Rum, Ermeni ve Yahudilere ait firmalar olması, devletin bizzat örgütlediği bu yağmanın faturasının en az yarısını mağdurlara yüklemeyi başardığını gösteriyordu. Sonuçta mağdurlara ödenen tazminat, bağışlanan 9 milyon lira ile hükümetin tahsis ettiği 60 milyon liradan ibaret kaldı. Zararların küçük bir miktarı da olsa tazmin edilmesi memnuniyet vericiydi ancak devlet bugüne dek resmen özür dilemedi.
OLAĞAN ŞÜPHELİLER
Buraya kadar anlattığım olaylar DP’nin, Kıbrıs Türktür Cemiyeti’nin ve MAH’ın rolüne dair kuşku bırakmadığı gibi İstanbul’daki Alman ve İngiliz Başkonsoloslukları raporlarına göre hükümet tarafından en azından Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, İçişleri Bakanı Namık Gedik, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay, saldırıların hazırlanmasına katılmışlardı. Amaç Londra Konferansı üzerinde baskı oluşturmak ve dikkatleri iç politikadaki sorunlardan uzaklaştırmaktı. Fakat olayların vardığı boyutun hükümet üyelerinin kendileri için de büyük bir sürpriz olmuştu. Ayrıca olaylarda “bindirilmiş işçi kıtaları”nın asli fail olarak “görev yapması”, merkezi iktidar onları organize etmeden mümkün görünmüyordu.
Nitekim 12 Eylül 1955 günü TBMM’nde 6/7 Eylül olayları hakkında yapılan görüşmelerde hükümet adına konuşan Başbakan Yardımcısı Fuad Köprülü, hükümetin böyle bir olayın meydana geleceğinden haberinin olduğunu, fakat gününün ve saatinin belirlenmesinde yanıldıklarını, bir baskına uğradıklarını söylemişti. Bu konuşma muhalefet milletvekilleri tarafından büyük tepki ile karşılaşınca, söz alan Başbakan Menderes durumu düzeltmeye çalışmıştı. Aynı gün DP Meclis Grubu’ndaki görüşmelerde, olaylardan sonra görevinden çekilen İç İşleri Bakanı Namık Gedik’e sert eleştiriler yapılmıştı.
Buna rağmen hükümetin üzüntü beyanından sonraki ilk tepkisi yağmanın sorumluluğunu komünistlere yıkmak olmuştu. 7 Eylül 1955’te 45 “tescilli” komünist adliyeye getirildi, bunlardan 19’u tutuklandı. Tutuklananlar arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Nihat Sargın, Müeyyet ve Can Boratav, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo, İlhan Berktay, Aslan Kaynardağ gibi ünlü isimler vardı. Aralık ayına gelindiğinde, hükümet bu saçma suçlamadan vazgeçmek ve tutukluları salıvermek zorunda kalacaktı.
Olaylarla ilgili olarak Beyazıt, Beyoğlu ve Kadıköy’de oluşturulan sıkıyönetim mahkemelerinde 5,104, Ankara’da 171, İzmir’de 424 kişi yargılandı. CHP lideri İnönü’nün hükümete sert eleştiriler yapması üzerine, sanıkların büyük çoğunluğu peyderpey salıverildi. Mahkeme TMFT’nin, KTC’nin, MAH’ın ve elbette adı gündeme bile getirilmeyen Seferberlik Tetkik Kurulu (1965’te adı Özel Harp Dairesi oldu) üzerine gitmedi veya gidemedi. Daha sonra, KTC yöneticisi Kâmil Önal’ın adamlarının, polisin mühürlemiş olduğu KTC binasına girerek MAH’a ait evrakları imha ettikleri söylenecekti.
Karar, 1956 yılının Aralık ayı sonunda açıklandı. Sadece 228 kişi suçlu bulunmuştu. Bunların arasında gerçek failler yoktu, geri kalanların da cezaları çok değildi. İstanbul Ekspres gazetesinin sahibi Mithat Perin ve yazı işleri müdürü Gökşin Sipahioğlu da beraat ettiler. Selanik’teki Konsolos Yardımcısı dokunulmazlık zırhıyla kurtulmuş, Atatürk’ün evini bombaladığı iddia edilen hukuk fakültesi öğrencisi Oktay Engin’e üç yıl altı ay, Konsolosluk kavası Hasan Uçar’a ise iki yıl hapis cezası verilmişti. Dokuz ay Selanik Cezaevi’nde hücrede yatan Oktay Engin, tahliye edildikten sonra Gümilcine Konsolosluğu’muz tarafından Türkiye’ye getirilmişti. (Yassıada’da yargılanıp beraat eden, 1970’li yıllarda Emniyet Genel Müdür Yardımcısı ve Nevşehir Valisi olarak görev yapan Oktay Engin’in olayları kendi açısından anlattığı röportajın linki: https://bianet.org/haber/oktay-engin-devletin-sorumlulugu-var-4458)
Bunlara rağmen, 1957 seçimlerinde DP listelerinden iki Rum milletvekili seçildi. 1959 yılında Zürih ve Londra Antlaşmaları imzalandı ve Ada’ya barış ve bu antlaşmalara göre, 16 Ağustos 1960’ta Türk bayrak ve askeri geldi. Bu tarihte Zorlu ve Menderes Yassıada’daydı.
YASSIADA YARGILAMALARI
27 Mayıs rejimi, Fuat Köprülü’nün 9 Haziran 1960 tarihli Yeni Sabah’ta yayımlanan “Olayları Zorlu istedi, Menderes onayladı, Gedik tertipledi” başlıklı haberi ihbar kabul etti ve 11 sanık aleyhine dava açtı. Sanıklar arasında Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Kemal Hadımlı, Mithat Perin ve Gökşin Sipahioğlu da vardı. 5 Ocak 1961 tarihinde sanıklardan yedisine beraat ve zamanaşımı nedeniyle davanın ortadan kalkması kararı verilirken, Menderes ve Zorlu’ya 6 yıl, tarihteki İzmir Valisi Kemal Hadımlı’ya da 4,5 ay hapis cezası verildi. Böylece “devlet” adlı dokunulmaz varlık, tüm suçu siyasetçilerin üstüne yıkarak kendini yine temize çıkardı.
Köprülü’nün damadı Coşkun Kırca’nın, kayınpederini teyit eden tanık ifadesi, mahkeme kararının dayanağıydı. Karardan bir gün sonra, yağma sırasında DP İstanbul İl Başkanı olan Orhan Köprülü (Fuat Köprülü’nün oğlu), Devlet Başkanı Gürsel’in kontenjanından 1961 Anayasası’nı hazırlayan Kurucu Meclis’e Onur Üyesi olarak girdi. Başbakan Menderes ile İstanbul Valisi Gökay’ın aracılığıyla, Selanik’te yarıda bıraktığı hukuk eğitimini İstanbul’da tamamlayan Engin Uçar, uzun yıllar Emniyet teşkilatında önemli görevlerde çalıştıktan sonra, Nevşehir’e önce kaymakam, ardından da vali olarak atandı. Uçar, hakkındaki suçlamaları sürekli reddetti. Dahası, bu iddiada bulunanlara davalar açıp çoğundan da yüklü tazminatlar kazandı.
ÖZEL HARP’İN MUHTEŞEM ÖRGÜTLENMESİ
Ama en ilginci, orgeneral rütbesinden emekli olmuş, tuğgenerallik rütbesinde Özel Harp Dairesi (ÖHD) başkanlığı yapmış, bu konuda eserleri olan, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu’nda üst düzey görevlerde bulunmuş Sabri Yirmibeşoğlu’nun (daha sonra inkȃr etmekle birlikte), gazeteci Fatih Güllapoğlu’na söyledikleriydi:
“Bak ben sana bir örnek daha vereyim. 1974’teki Kıbrıs Harekâtı. Eğer Ö.H.D. olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi? (…) Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında Özel Harp Dairesi elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular. Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al…-Pardon Paşam anlamadım, 6-7 Eylül olayları mı? -Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi? -E, evet Paşam!…”
Evet, paşamız haklıydı. Özel Harp Dairesi memleketin eğitimli gençlerini, namuslu işçilerini vahşi yağmacılara dönüştürmeyi, yüzlerce yıldır birlikte yaşadığımız gayrimüslim vatandaşlarımızı ülkeden kaçırmayı, Kıbrıs Meselesi’ni kangren haline getirmeyi, Türkiye’yi dünyaya rezil etmeyi muhteşem biçimde başarmıştı!
Özet Kaynakça:
Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005; 6-7 Eylül Olayları Fotoğraflar–Belgeler Fahri Çoker Arşivi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005; Rıdvan Akar, “İki Yıllık Gecikme: 6-7 Eylül 1955”, Toplumsal Tarih, S. 117, s.86-93; Foti Benlisoy, “6/7 Eylül Olayları Öncesinde Basında Rumlar”, Toplumsal Tarih, S. 81, Eylül 2000, s.28-38; Uygur Kocabaşoğlu, “6/7 Eylül Olaylarından Sonra Hasar Tespit Çalışmaları Üzerine Birkaç Ayrıntı”, Toplumsal Tarih, S. 81, Eylül 2000, s.45-49; Mehmet Arif Demirer, 6 Eylül 1955 Olayları-50. Yılda Yeni Bakış–Hangi Derin Devlet?, Demokratlar Kulübü Yayınları, 2006; Hasan İzzettin Dinamo, 6-7 Eylül Kasırgası, May Yayınları, 1971; Faruk Sönmezoğlu, Tarafların Tutum ve Tezleri Açısından Kıbrıs Sorunu (1945- 1986), İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1991; Mehmet Hasgüler, “Uluslararası Politikada Kıbrıs Sorunu,1950-1958”, Tarih ve Toplum, XXXII/87, Temmuz, 1999), s. 17-23; Hıfzı Topuz, “6/7 Eylül Olayları ve Aknoz Paşa’nın Yasakları”, Toplumsal Tarih, sayı 81, Eylül, 2000, s. 39-41; Fatih Güllapoğlu, “Türk Gladio’su İçin Bazı İpuçları,”Tempo Dergisi, S. 24, 9-15 Haziran 1991, s. 24-27.