Kriz, Faiz, Talep, Enflasyon, Deflasyon: Ana Akım İktisadın Ayırt Edememe Sorunu

Temel derdi tekelci finans sermayesinin çıkarlarını topluma bilimsellik kılıfı altında kabul ettirmek ve iktisadi değişimi anlayıp refah yönünde politikalar sunmak yerine genel dengeyi hesaplamak olan ana akım iktisadın tutarsızlıklarının temeli, ‘ayırt etmeyi’ bilmemesidir. En temel olarak, kapitalist ekonomiyi, kapitalizm öncesi takas ekonomisinden ayırt edememektedir. Üretim üzerinde planlamanın zayıf olduğu, üretimin büyük oranda doğaya bağlı olduğu, ürünlerin stoklanamadığı bir tarımsal takas ekonomisine dair “talep ve para miktarı artarsa enflasyon artar” yönündeki analizinin, üretimin kontrol edilebildiği, ürünlerin stoklanabildiği sanayi üretimi için de geçerli olduğunu sanıyor. Dolayısıyla paranın ve finansın doğasını kavrayamıyor ve krizleri öngöremiyor.

Krizler kapitalizme içkindir

Ana akım teori iki temel sebepten ötürü krizleri öngöremiyor ve açıklayamıyor. Birincisi, kapitalist ekonominin temel motoru olan yatırımın finansal bir karar olduğunu idrak edemediği ve finansı reel ekonomiden ayrık gördüğü için; ikincisi serbest piyasanın fiyat mekanizmasıyla tüm sorunların çözüldüğü bir dengede olduğunu sandığı için. Nihayetinde piyasadaki her fiyat arz ve talebin dengelendiği doğru fiyat ise krizler piyasadan kaynaklı olamaz ve sadece dışsal şoklardan kaynaklı olabilir. O dışsal şoklar da çatışma yokmuş gibi varsayan ve teknik addedilen ekonomi biliminin araştırma alanı içerisinde değildir.

Oysa krizler kapitalizme içkindir: Talebin değil arzın belirleyici olduğu tarım ekonomisinde krizler kuraklık, sel gibi doğal afet kaynaklı dışsal şoklardan dolayı ortaya çıkar fakat kapitalist krizler, firmaların ve hane halklarının borçlarını ödeyemeyip iflas ettikleri durumda ortaya çıkar. Dolayısıyla kriz, borç-gelir oranının taşınabilir düzeyin üzerine çıktığı aşırı borçlanma kaynaklıdır. Aşırı borçlanma da Hyman Minsky’nin yerinde vurgusuyla ekonominin büyüme döneminde işler iyi giderken gelişen aşırı özgüvenden kaynaklanır. Lakin bu aşırı borçlanmış aktörleri borçlarını ödeyemez duruma getiren önemli faktör ise enflasyonu talep kaynaklı göstererek düşürme bahanesiyle Merkez Bankalarının faizleri artırmasıdır. Sert faiz artışları ve ona eşlik eden kemer sıkma politikaları, gelirleri ve piyasada dönen parayı baskılarken aynı zamanda aktörlerin borç yükünü artırıp borç-gelir oranını taşınamaz düzeye getirmektedir.

Enflasyon arz, yatırım ve deflasyon talep güdümlüdür

Ana akım iktisadın önce şunları ayırt etmesi gerekiyor: Herhangi bir kriz nedeniyle düşmüş talebin önceki normal seviyesine dönmesi aşırı talep artışı olarak nitelenemez. Talep arttığında fiyatın artırılması ile fiyat artırıldığında talebin pek düşmemesi durumları da ayırt edilmesi gereken bir diğer noktadır.

Paranın sadece değiş-tokuş aracı olduğu ve talep düzeyi belli olduğu için geleceğin pek belirsiz olmadığı bir takas ekonomisindeymiş gibi yatırımın arz faktörleri olan maliyetlerin düşürülmesiyle tetiklendiğini sanıyor ana akım yaklaşım. Oysa satışlar belirsiz olduğu için en likit varlık olan paranın değer saklama fonksiyonun baskın olduğu kapitalist sistemde yatırım talep güdümlüdür ve geleceğin belirsizliği altında alınan bir finansal karardır. Nihayetinde maliyetlerin düşmesiyle artan karlar, üretim kapasitesini artırmayı (yatırımı) gerektirecek satışların artacağını ima etmez. Nitekim 1980 sonrası tüm dünyada kurumlar vergisi düşürüldü, ücretler baskılandı, teşvikler sunuldu fakat yatırımlar artmadı. Talebin baskılandığı bir ortamda bu vergi indirimleri, finansal varlıklara yatırımları besledi, reel yatırımları değil.

Kapitalist firmaların ürettikleri ürünü değil, ürünlerinin satışlarından elde edecekleri parasal karı artırmayı hedeflediklerini kavrayamadığından para miktarının tüketim, üretim ve yatırım kararlarına içsel olduğunu, yani üretimin artması için para miktarının da artması gerektiğini de kavrayamıyor ana akım iktisat. Bunun yanı sıra ekonomiyi tek bir ürün, tek bir firma tipi ve tek bir üretim tekniğinden ibaret sandığı için ve sanayi üretiminde ürünlerin stoklanabildikleri ve hemen yeniden üretilebildiklerini göz ardı ettiği için her talep artışının fiyat artışıyla karşılık bulduğunu sanıyor. Para miktarının Merkez Bankası tarafından dışsal olarak belirlendiğine ve enflasyonun da basılan fazla paranın tetiklediği fazla talep yüzünden arttığına dair sarsılmaz imanı nedeniyle enflasyonun arz ve aşırı kar kaynaklı olduğunu tahayyül edemiyor. Enflasyonun para basmaktan kaynaklı olduğunu söyleyen Milton Friedman ve para arzını kontrol etmeye çalışmış Fed eski başkanı Paul Volcker ölmeden önce yanıldıklarını itiraf etmiş olmalarına ve daha önemlisi deneyimlere rağmen hala bu iddialara itimat etmekten vazgeçmiyorlar. Pandeminin başında ABD’de ve Avrupa’da basılan trilyonlarca para, anaakım teorinin öngördüğü üzere kısa vadede enflasyona sebep olmadı. 2020’deki enflasyon 2019’un altındaydı. Enflasyon, 2 yıl sonra Ukrayna Savaşı, nakliyattaki sorunlar ve çiplerin aksamasından ötürü nüksetti. Teorilerine göre firmalar para miktarının arttığını 2 yıl sonra fark etmiş olmalılar.

Talep artışına, üretim miktarıyla beraber değişen hammadde, enerji, emek gibi değişken maliyetlerin payının yüksek olduğu emek-yoğun sektörlerde ve stoklanamayan, hemen yeniden üretilemeyen ürünlerde fiyat artışıyla karşılık verilir. Üretim miktarından bağımsız olan sabit maliyetlerin toplam maliyetlerdeki payının yüksek olduğundan üretim artışıyla birim maliyetlerin daha hızlı düştüğü sermaye-yoğun sektörlerde ve stoklanabilen ürünlerde talep artışı, eğer atıl kapasite ve yeterince rekabet varsa, daha ziyade üretim artışıyla karşılık bulur. Enflasyondan arındırılmış reel büyümenin çoğunlukla pozitif olması da firmaların talep artışına fiyat artışından ziyade üretim artışıyla cevap verdiklerinin en açık kanıtıdır. Öte yandan gelirlerin baskılanmasının şişirdiği aşırı borçlanma sonrasında borçları ödemek için harcamaların kısılmasıyla ortaya çıkan talep düşüşüne sermaye-yoğun sektörler, yüksek üretim düzeyindeki düşük birim maliyeti korumak için üretimi daraltmaktan ziyade stokları eritmek için fiyat indirimiyle karşılık verirler. Yani enflasyon arz kaynaklı iken, deflasyon talep kaynaklıdır. Emek-yoğun ve ürünleri stoklanamaz olan sektörlerde ise talep düşüşü, üretimin kısılmasıyla karşılık bulur.

Bu talebe farklı tepkileri ayırt edemediğinden, gelişmiş ekonomilerde krizlerin deflasyonistken, gelişmekte olan yoksul ülkelerde enflasyonun neden daha yüksek olduğunu ve krizlerin hem enflasyonist hem de daha yüksek işsizlik artışıyla sonuçlandığını da kavrayamıyor ana akım iktisat.

Verimliliği artıran ücret artışı işsizliği ve enflasyonu düşürür

Ekonomiyi tek bir ürün ve tek bir firmadan müteşekkil sanmasından ve emeği de stoklanabilir bir meta sanmasından mütevellit ücretleri de sadece maliyet olarak gördüğünden ücretler arttığında firmaların işçi çıkarıp, ücretler düştüğünde işçi alacaklarını sanıyor ana akım iktisat. Oysa bir firmanın işçisine ödediği ücret kendisine maliyet iken başka firmalara hasılat olduğundan, reel ücretler arttığında canlanan talep kanalıyla üretim ve istihdam artar. Örneğin 2011 rakamlarına göre Türkiye’de ücretler toplam maliyetlerin %23’ü iken, tüketim harcamalarının %58’ine denk geliyor. Ücretler baskılandığı için artan kredi ile finanse edilen tüketimi göz ardı etsek bile ücretlerin maliyet olmanın 2.5 katı kadar talep kaynağı olduğu berraktır. Dolayısıyla verimlilik artışını tetiklediği sürece ücret artışı işsizliği ve enflasyonu baskılayabilir. Bunun en net göstergesi, ücretlerin arttığı ekonominin büyüme evrelerinde düşen enflasyon ve işsizliğin ekonominin küçülme döneminde nüksetmesidir. Yani ücret artışının işsizliği artırdığı, ücretleri düşürmenin işsizliği azalttığı iddiasının hiçbir geçerliliği yoktur.

Ücretler, reel ücret artışının verimlilik artışının üzerine çıktığı kadar enflasyona katkı sunarlar. Bu katkı ise ABD’de enflasyonun %1.4 olduğu 1956’da maksimum %5 seviyesine ulaşmıştır. Başka bir ifadeyle, %3 üzerindeki enflasyon, ücret kaynaklı değildir, hammadde ve enerji maliyetlerinde artışa sebep olan arz sorunları ve bunu bahane olarak kullanan aşırı kar kaynaklıdır. 

Firmalar siparişleri üretim kapasitelerini aşacak kadar artmadığı sürece salt ücretler düştüğü için işçi almayacakları gibi, işçiler de zaten yasalarla belirlenmiş çalışma saatleri üzerinde değil ücretler üzerinde pazarlık ederler. İşçiler, boş zamanlarının marjinal faydası ile ücretlerini karşılaştırıp ücretler arttığında daha fazla çalışma saati, ücretler düştüğünde daha az çalışma saati arz eder değiller; aksine ücretler düşükken yaşam standartlarını korumak saikiyle ek iş yapıp daha fazla emek arz ederler.

Özetle, ücretler emek arzı ile emek talebinin kesişmesiyle değil sosyal normlar, kurumsal düzenlemeler ve pazarlık gücü ile belirlenir.

Devlet bütçesi şirket bütçesi değildir

Açıklayamadıkları bir diğer husus, faizi ve enflasyonu artırır dedikleri bütçe açığına ve artan para arzına rağmen Japonya’da deflasyon sorunundan çıkılamazken faizlerin yıllarca yüzde 0 (sıfır) düzeyinde park etmiş olmasıdır. Burada komik olan, teorilerine göre bütçe açığı para miktarını artırarak enflasyonu yükseltirken, para miktarını azaltarak faizleri yükseltir. Lakin bütçe açığının para miktarını aynı anda artırması ve azaltması mümkün ve mantıklı değildir. Dahası, Japonya’da GSMH’nın yüzde 263 kadarı olan kamu borcunun GSMH’nın yüzde 5,5 kadarı olan bütçe açığını finanse etmeye yaradığını iddia ederken, bu ikisinin neden dünyanın hiçbir yerinde eşit olmadığını da sorgulamıyorlar.

Harcamasını vergiyle değil, MB’nin yoktan yarattığı para ile finanse eden devletin bütçesini şirket bütçesinden ayırt edemediği için kamu borcunun da özel şirket borcu gibi açığı finanse etmek amaçlı olduğunu ve yeterli vergi geliri edinilmezse devletin batma riskinin nüksedip faizlerin artacağını sanıyor. Oysa kendi yarattığı para cinsinden olan borcundan ötürü batmayacak olan devletin borçlanmasının amacı, piyasadaki faizlerin MB’nın belirlediği faizin etrafında kontrol etmektir ve vadesi gelmiş tahviller vergilerle değil, yeni tahvil ihraç edilerek ödenir. Faiz, kamu borcu ve bütçe açığı arasında sandıkları gibi herhangi bir ilişki yoktur. Kamu borcunun ve bütçe açığının daha düşük olduğu birçok ülkede faizler daha yüksektir.

Bu ayırt edemeyen teorileriyle rıza ürettikleri kemer sıkma politikalarının bedelini de çalışanlar ödüyor. Sanki bu politikaları kendileri önermemişler gibi yoksullaştırıcı sonuçlarını eleştirerek halktan yanaymış gibi görüntü vermeye çalışmaları da bilim ahlakı ile finans rantiyerlerinin çıkarlarını ayırt edememekten kaynaklanan bir tavırdır.

Geçinemeyen Türkiye’nin En Zor Yılı 2025 mi Olacak?

Tek Soru Üç Cevap: TES ile Kıdem Tazminatı Tarihe mi Karışacak?