Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul Milletvekili Oğuz Kaan Salıcı, Fikir Gazetesi için gerçekleştirilen söyleşide Cumhuriyetin İkinci Yüzyılına yönelik değerlendirmelerde bulunarak, “İkinci yüzyılımızda Türkiye’nin gündemini değiştirebilir; büyük insanlığın bir parçası olarak yapay zekâ, yeşil enerji ve iklim adaleti gibi alanlarda dünyayla yarışabiliriz.” ifadelerini kullandı.
Yoğunlaşan siyaset ve meclis gündeminin arasında Fikir Gazetesi’ne konuşan Cumhuriyet Halk Partisi İstanbul Milletvekili ve Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV) kurucusu Oğuz Kaan Salıcı, Cumhuriyetin ikinci yüzyılındaki konjonktür ve gelecek ihtimalleri üzerine yönelttiğimiz soruları kapsamlı bir şekilde yanıtladı.
Sizce Türkiye’nin en önemli sorun ve ihtiyaçları nelerdir?
İlk sıraya eğitimi yazıyorum. Bunu bir varoluş problemi olarak görüyorum. 85 milyonluk nüfusumuzla Almanya’yla birlikte Avrupa’nın en kalabalık ülkesiyiz. Ama iyi eğitilmiş bir nüfusa sahip değiliz. Günübirlik tartışmalarla oyalanarak yüksek potansiyelimizin hakkını veremiyoruz. Metafor olarak söylemiyorum, eğitimde gerçekten ezber bozmak zorundayız. Velilerin bağış yoksa okula kayıt yaptıramadığı, AKP’nin okulları bile temizleyemediği, gençlerin mahallesindeki okula güvenle gidemediği bir ülkenin yavaş yavaş çöküşe sürüklendiği artık görülmelidir. Beceri odaklı ve gençleri yaşama hazırlayan yepyeni ve istikrarlı bir sistem kurmamız gerekir.
İhtiyaçlar açısından tekerleği yeniden icat etmeye gerek yok. Yapacağımız iş inanın çok basit. Dünyanın başarılı modellerine bakalım. Cep telefonumdan buna ulaşmam çok kolay. Dünyanın en iyi eğitim sistemi nerede? Finlandiya, değil mi? Chat GPT’ye girin, “Finlandiya eğitim sistemini başarılı kılan ilk 3 özelliği nedir?” diye yazın. Size fırsat eşitliğini söyleyecek. Bunun anlamı tüm öğrencilerin eşit ve ücretsiz eğitim almasıdır. Geçim derdindeki insanlarda “Çocuğumu kötü de olsa özel okula göndereyim” diye bir duygu oluşmaya başladı. Bizim zamanımızda böyle değildi. Mahallemizdeki okullara güvenebilirdik. Eğitim, sınıf atlamanın yoluydu. Anne babalar çocukları için her türlü özveriyi gösteriyorlar. Kendi çocuğunu korumak canlıların en doğal dürtüsüdür. Çok anlaşılır bir istektir. Ama bu çözüm değil, sorundur. Örneğin borçlanma sorunudur. O nedenle eğitimin kamusal bir hak olduğu, herkesin hakkı olduğu unutulmamalıdır. Şöyle düşünün; Ali iyi eğitime ulaşma imkânına sahip bir çocuk. Ama Ayşe öyle değil. Ali iyi eğitim aldığı için para kazanacak. Biz Ayşe’den mucizeler yaratmasını bekleyeceğiz. Sonuçta Ali’nin çocuğu da iyi eğitim alacak, Ayşe’nin çocuğundan mucizeler yaratmasını beklemeye devam edeceğiz. Bu, bizim toplumsal varlığımız açısından da son derece sakıncalı bir durumdur.
Ne yapılması gerekir? Öncelik müfredatın laik, bilimsel ve çağdaş yaklaşımlarla hazırlanmasına verilmelidir. Açık söyleyeyim, evrim teorisini müfredattan çıkaranlar Türkiye’yi kendi dar dünyalarına hapsetmek istiyorlar. Bu vasatı mutlak suretle kırmak zorundayız. Öte yandan eğitim konusunun öğretmenle doğrudan ilişkili olduğunu unutmayalım. Öğretmenlerimizin en üst düzey standartlarda yetiştirilmesini çok önemsiyorum. Bu insanlar tornadan çıkmış bireyler yetiştirmeye kodlanmamalı. Dolayısıyla öğretmenlere pedagojik özerklik tanınmasının fayda sağlayacağına inanıyorum. Son olarak da sınav stresini azaltmak, öğrencileri sınava değil hayata hazırlayan öğrenci merkezli bir programa geçilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Eğitimde yapacağımız köklü reformun sonucu emek verimliliğini yükseltmek, teknoloji kullanımında Türkiye’yi ön sıralara yükseltmek olacaktır. Yani eğitim reformu ekonomiyle, ülkemizin zenginliğiyle, halkımızın refahıyla, ahlaki çürümeyle doğrudan ilintilidir. Eğitim diğer sorunların kök nedenidir.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılı sizce nasıl başladı, nasıl ilerliyor?
Tek adam vesayetinin gölgesinde başladı. Günümüzde yapılan tartışmalara baktığımızda da başkanlık rejiminin tahkim edilmek istendiğini görüyoruz. Türkiye’yi, muhalefetsizleşme sürecine doğru sürüklemek isteyen antidemokratik güçler var. Böyle bir çerçevede Cumhuriyet Halk Partisi’nin herhangi bir rolü olamaz. Unutmayalım, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında yapılan ilk seçimlerde Cumhuriyet Halk Partisi çok büyük bir başarı yakaladı. Uzun süredir seçmen çoğunluğunu Cumhur İttifakı’nın siyasi platformunda bütünleştiren güvenlikçi ve asayişçi söylem, Gezi sürecinden bu yana ilk kez yerel seçimlerde ikinci plana düştü. Bu söylem siyasetin önünü öyle bir tıkamıştı ki pandemi sürecindeki kötü yönetim, yanlış ekonomi politikalarının sebep olduğu enflasyon ve hayat pahalılığı veya 11 ili sarsan deprem felaketindeki yönetim zaafiyeti gibi hayati meseleleri bile layıkıyla tartışma imkânı bulamamıştık. Bugüne kadar demokratik siyaseti betonlayan “beka siyaseti” demagojisi 31 Mart’ta seçmen davranışları üzerindeki belirleyici etkisini kaybetti. Soruna buradan yaklaşınca, yıllardır üstüne koya koya ilerlettiğimiz politikaların ürünü olan 31 Mart’taki seçim zaferimizin Türkiye’yi bir demokratik atılım momentine taşıdığını gönül rahatlığıyla saptayabiliriz. Partimizi yıllarca ipe sapa gelmez biçimde kriminalize etmeye çalıştılar ama geçmişte bu propagandaya maruz kalan kesimler bizim yerel yönetimleri kazanmamamız için kenetlenmediler. Bu önemli bir momentti.
Bana göre Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılının hemen başında estirilmeye çalışılan normalleşme ve yumuşama rüzgârı bununla doğrudan ilgili. Normalleşme süreci Adalet ve Kalkınma Partisi’ne toparlanması için hayat öpücüğü oldu. Bu noktada siyasette dilin yumuşaması ile demokratik hukuk devleti rotasına girilmesinin aynı şey olmadığını ifade etmem gerekiyor. Normalleşme süreci, siyasetçilerin birbirine hakaret etmemesi anlamına geliyor. İyi de “Türkiye’de siyasetçiler birbirine hakaret etsin” diyen kimse var mı? Varsa da ben tanımıyorum. Dolayısıyla burada, benim kafamda bir şeyler tam olarak oturmuyor.
Bir yandan normalleşme sürecinden söz ediliyor ama öte yandan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Ekrem İmamoğlu hakkında bir yargı süreci işletiliyor. Bu nasıl bir normal? Mahkemelerimizde “adil olan nedir” sorusuna yanıt aranmıyor, yargı içindeki kliklerin siyasi menfaatlerine uygun meşruiyet üretiliyor. Bunların hiçbirisi normal değil. Yargının siyaseti dizayn etmesini normalleştiremeyiz. Çünkü hukuk devletinde yargı siyasi hesaplaşmaların parçası olmaz.
Özünde bir sistem meselesinden söz ediyorum. Az evvel dediğim gibi, Türkiye toplumu tepeden tırnağa tek adamın gölgesi altında. Cumhuriyetin ikinci yüzyılının hemen başında Erdoğan’ın bekasını geri kalan her şeyden daha üstün gören bir anlayış Türkiye’yi yönetiyor. Hukuk kuralları kişiye göre işliyor. Bunun yansımalarını kurumsal ve toplumsal çöküş olarak görüyoruz. Örneğin bu milletin gençleri mahallelerde çeteleşiyor. Uyuşturucu nedeniyle aileler veryansın ediyor. Şüpheli kadın ölümleri artıyor. Suç ve intihar oranları; maneviyata, ahlaka ve dini değerlere vurgu yapan muhafazakâr iktidar döneminde patlıyor. Yenidoğan bebeklerin ve yaşlılarımızın canı üzerinden para kırışmaya çalışan çeteler ortaya çıkıyor. Demek ki insanları ne devletin yasaları ne de insanın içindeki ahlak yasası sınırlandırıyor. Tüm bunlar bir çürümenin semptomu.
Tüm bunlar bize Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılını vatandaşlarımızın her türlü güvenliğini esas alan, Türkiye’nin hukuk devleti rotasına dönüşünü önüne koyan bir siyasi programın ivmelendirmesi gerektiğini gösteriyor. Bu da kuvvetler ayrılığına dayalı, kurumları yeniden güçlendiren ve kuşkusuz parlamenter sistemi ön plana çıkaran bir program olacaktır.
Türkiye’nin yeniden öne çıkan jeopolitik konumunu, tarihsel ve güncel sorun ve ihtiyaçları ile yurttaşların genel yönelimi kapsamında değerlendirdiğinizde, Cumhuriyetin ikinci yüzyılının yönü ve hedefi ne olmalı?
Ben cumhuriyetin kurucu felsefesine inanan bir siyasetçiyim. Atatürkçülüğün buzdolabında dondurulmuş bir siyasi tarih başlığı olmadığını düşünüyorum. Bana göre Atatürkçülük dünyaya bakış biçimidir. Çağdaşlaşmayı esas alan ve sürekli yenilenmeyi gerektiren siyasal bir tutumdur. Dünya meselelerine de Atatürkçü kavrayışla yaklaşmamız gerekir. Atatürk’ün dış politika yaklaşımında esasen iki kavramın belirleyici olduğu kanaatindeyim. Bunlardan birincisi bağımsızlık, ikincisi ise güvenliktir. O dönemde iki seçenek vardı: Ya bağımsız olacaktık ya da manda. Atatürk bağımsızlık fikrini örgütledi. Lozan’da, modern Türk devletini dünyaya kabul ettirdi. İkinci nokta ise dediğim gibi güvenlik meselesidir. Türkiye’nin güvenliği, gelişmiş ekonomilerin bulunduğu batı istikametinde ilerleyen bir ulus-devlet olmakta yatıyordu. Ulus devlet orduları, imparatorluk orduları karşısındaki savaşları kazanıyordu. Bugün de değişen bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bağımsızlık ve güvenlik odağında gelişmiş dünyaya doğru ilerlemek bize Atatürk’ün mirasıdır. Unutmayalım, Atatürk Batılılaşmayı, bazılarının iddia ettiği gibi bizi kendimize yabancılaştırmak için değil, kendi benliğimizi bulmamız için, Türk ulusunu modern bir toplum olarak örgütleyebilmek için istedi. Cumhuriyet, içinde kendimizi bulacağımız bir değişim, gerçek kimliğimizin korunacağı bir değişim demekti.
Şimdi siz yurttaşların genel yönelimi diyorsunuz. Size bir soru sorayım. Çocuğunuzu Almanya’da mı okutmak istersiniz, İran’da mı? İş teklifi aldınız diyelim. Suudi Arabistan’da mı çalışmak istersiniz, İspanya’da mı? Türkiye toplumunun kahir ekseriyetle batıyı seçeceğini biliyorum. Bu da son derece doğru ve doğal bir yaklaşım. Biri Avrupa Birliği, diğeri BRICS üyesi olan iki sınır komşumuzu, Yunanistan’ı ve İran’ı ele alalım isterseniz. Hangisi bize daha çok benziyor? Ya da biz hangisine daha çok benziyoruz? Bence Hakkâri dahi Yunanistan’a, İran’a olduğundan daha yakın hissediyor. Çünkü Türkiye toplumu demokrasi istiyor. Yöneticilerini seçmek istiyor. Serbest ve adil seçimler yapılmasını istiyor. Dünya sokağında yürürken, “Otokratlar Kulübü”ne değil, “Demokratlar Kulübü”ne girmek istiyor.
Bana göre meselemiz Avrupa Birliği ya da BRICS’den birini seçmek değil. Zaten bunlar elma ile armutu kıyaslamak anlamına geliyor. Avrupa Birliği hukuki, iktisadi ve siyasi temelleri olan ulusüstü bir yapıdır. BRICS üyelerini bu yönde bağlayan bir durum yoktur.
Erdoğan odaklı dış politika Türkiye’yi ne yazık ki nahoş bir pozisyona sürükledi. Sizin bu sorunuz karşısında “Türkiye Ekseni” gibi bir yaklaşım ileri sürüyorlar. Tamamen dünyadaki krizlerden fırsat çıkarmaya odaklanmış bir pozisyon. Nietzsche’nin güzel bir sözü var. “Sen uçuruma bakarsan, uçurum da sana bakar” diyor. Krizlerden fırsat kollamaya çalışırken bazen krizin esiri ve parçası oluyorsunuz.
“Türkiye zor bir coğrafyada” diyorlar. Pardon da, biz Anadolu’ya dün gelmedik. Hiçbir zaman Danimarka’yla komşu olmadık. Örneğin savunma ihtiyacımız hep vardı. Peki, F-35 uçakları şu anda beşinci nesil uçak, dünyanın en ileri teknolojilerinden birisi. Biz de bunun kurucu ortağıydık. 1,5 milyar dolar ödedik. Ama getiremiyoruz. Çünkü Erdoğan günübirlik siyaset anlayışını dayattı. Türkiye’yi yönsüz bıraktı. Öfkeyle kalkıp zararla oturdu. Şimdi böyle bir aklın jeopolitik gerekçeler ileri sürmesini inandırıcı bulmuyorum. O nedenle kısa vadeli kazançlardan ziyade uzun vadeli stratejik öngörüye odaklanmamız gerektiğini vurgulamak istiyorum.
Meselenin özünde dünyada Amerika Birleşik Devletleri ile Çin arasında büyük bir rekabet olduğunu görmemiz gerekiyor. Bugüne kadar gördüklerim ve yaşadıklarım bana Batı’ya yönelik sistematik bir düşmanlığa dayanan fikirlerin insanlık adına olumlu sonuçlar vermediğini gösterdi. Batı’nın kendi dışındaki halklara ikinci sınıf gözüyle bakması ve kendisini merkeze koyması da dünyaya hiçbir zaman mutluluk ve barış getirmedi.
Bence herkesi rahatlatacak bir çıkış yolu var. Bu çıkış yolu; karşılıklı faydaya dayalı, uzlaşmış bir dünya düzeninden geçiyor. Belki bir gün dünyada geçerli olan tek para birimi dolar olmayabilir. Yuan, uluslararası sistemdeki ağırlığını yükseltebilir. Eğer bu konu “küresel rekabet” mantığı içinde ele alınırsa dünyamız için yıkıcı sonuçlar üretebilir. Ama bu konu “küresel dayanışma” mantığı içinde ele alınırsa, insanlığımızı herkesin faydalanacağı bir ortak zenginliğe yöneltebilir.
Size az önce Atatürkçü yaklaşımdan söz ettim. Atatürk’ün çok sevdiğim bir sözü var: “Birliğe doğru yürüyüş, sulha doğru da yürüyüştür” diyor. Dediğim gibi, karşılıklı faydaya dayalı, uzlaşan bir dünya mümkün. İklim krizinden salgın hastalıklara, yapay zekâdan gen ve füzyon teknolojilere kadar her alanda dünyanın güvenlik ihtiyaçların karşılayacak bir düzen tesis edilebilir.
Bölgemize baktığımızda ise bölgemizde barışın önündeki en büyük engelin İsrail’deki Netanyahu Hükümeti olduğunu düşünüyorum. İsrail’in güvenlik hakkı vardır ve İsrail’in güvenliği Filistin’in yok olması demek değildir. Bugün İsrail’in çoluk çocuk öldüren işgal ve zulüm politikaları karşısında net bir tutum almak, medeni olmanın gereğidir. Ben bu konuda Orta Doğu basınında İngilizce bir makale yayınladım. “Filistin’in Mandelası” olarak anılan bir siyasetçinin, Mervan Barguti’nin iki devletli bir çözümde aktör olabileceğini ileri sürdüm. Çünkü Filistin davasına tarihsel olarak sahip çıkan bir gelenekten geliyorum. Filistin Kurtuluş Örgütü, Türkiye’deki ilk temsilciliğini Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında açtı. Temsilcinin ismi Ribhi Halloum’du, kod adı Abu Firas, ve kitabının önsözünü Bülent Ecevit yazdı. Türkiye’nin yönüne değindiğiniz için bunu özellikle vurguluyorum. Türkiye sadece kendi batısındaki gelişmelerle meşgul olmamalıdır. Ama aynı zamanda Türkiye’nin yönü asla Hamas’ın hamiliğine soyunmak da olamaz. Şu an dünyada böyle bir imaj çiziliyor ve bu işin Hamas’a endekslenmesini son derece hatalı buluyorum. Mezhepçi dış politikanın zararını daha yakın zamanda çok net biçimde gördük. Türkiye bir kez daha ona benzer bir yöne savrulmamalı.
Cumhuriyet’in temellerinin atıldığı yıllardaki laiklik, modernleşme ve çağdaşlık hedeflerinin ikinci yüzyılda toplumdaki karşılığını ve zeminini nasıl gözlemliyoruz?
Bu konuda çok umutluyum. Yakın zamanda katıldığım bir televizyon programında “Sivil Atatürkçülük” diye bir tanım yapmıştım. Kendisinden kaçırılmasına rağmen, Cumhur İttifakı bileşenleri tarafından Türk tarihinde herhangi bir lidermiş muamelesine tabi tutulmasına rağmen, müfredatta yeri azaltılmasına rağmen ve tüm bunlar 22 yıldır uygulanmasına rağmen halk Atatürk’e ve onun siyasi programına sahip çıkıyor. İnsanlar her 10 Kasım’da, sabah saat 09.05’te trafikte arabasını durdurup saygı duruşunda bulunuyor. Düne kadar Atatürk’e eleştiride bulunan insanlar, bugün “Bir bildiği varmış” diyor.
Bakın ben 1990’da Boğaziçi Üniversitesi’ne girdim. Turgut Özal’ın Boğaziçi mezunlarına kırmızı halı serdiği zamanlardı. Okul arkadaşlarımdan çok sayıda insan ANAP’lı olmuştu. Ben SHP’li oldum. Huzur içinde uyusun, Erdal Bey’le (İnönü) yol arkadaşlığı yaptım. O günlerin moda tartışmalarını anımsıyorum. Özetle şu söyleniyordu: “Türkiye’yi dar bir Kemalist elit kurdu ve toplum o elitin laiklik, modernlik, çağdaşlık programına yüz vermedi”. Bunun çok çarpık bir tarih okuması olduğunu düşünüyorum. Mustafa Kemal, bir paşa çocuğu değildi. İsmet İnönü’nün babası vali değildi. Türk modernleşmesi, bu toprakların özbeöz çocuğudur.
Olumlu yönde atılan her adım değerlidir. Bir örnek vereyim. Cumhuriyet, bir kadın devrimidir. 1910’lu yıllarda Osmanlı Sadrazamı Said Halim Paşa anılarında şöyle bir ifade kullanıyor: “Medeniyetlerin, kadınların tam hürriyetlerini ele geçirmeleri ile mahvolup gittikleri tarihin en gerçek olaylarından biri olarak sabittir” diyor. Çeyrek asır bile geçmeden, 1934 yılında İsmet İnönü Cumhuriyet’in Meclisinde kürsüye çıkıp kadınlara seçme ve seçilme hakkını ilan ediyor. Şimdi siz buna halktan kopukluk derseniz, kadın haklarına itiraz ederseniz ciddi bir zihniyet probleminiz olduğunu düşünürüm. 21’nci yüzyılda Türkiye toplumuna arkaik fikirlerle gelemezsiniz.
Ayrıca sekülerleşmenin bizi birbirimize yakınlaştırdığı kanaatini taşıyorum. Bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü laiklikte, modernleşme ve çağdaşlaşma hedefinde ısrar etmek esasen birliğimizde ısrar etmektir. Bugün gençlik geçmişin ayrıştırıcı bagajlarını taşımıyor, kimse okulda veya iş yerinde ayrışmıyor. Aynı zamanda kimse kendi kimliğini de inkar etmiyor. Sadece, kimliklerimizi dışlayarak değil, kuşatarak aşan yeni bir anlatıya ihtiyacımız var. Bu anlatı da ancak modern zihin dünyasının içinden kurulabilir.
Bu da bütünüyle Altı Ok’ta temsil edilen bir fikirdir. Bana göre Altı Ok, birbirinden farklı altı ok değildir. Altı Ok bir bütündür. Özünde tek bir okun ayrı ayrı görünümüdür. Eğer cumhuriyetçilik ile halkçılığı, laikliği, milliyetçiliği birbirinden ayırırsanız, fena halde yanlış yaparsınız. Bir oku diğer beşinden ayrıştırıp yapacağınız değerlendirmeler eksik kalır.
Bugün Türkiye’de geniş kitleler dünyadaki en ileri, en çağdaş uygulamaları kendi ülkesinde görmek istiyor. Çağdaş dünyayı ülkesinde yaşamak istiyor. En iyi eğitime, en iyi sağlığa, en iyi bakım hizmetlerine, en iyi refah seviyesine erişmek istiyor. Bir bütün olarak değerlendirdiğinizde; bu talebin siyasal alandaki taşıyıcısı 100 yıl önce Cumhuriyet Halk Partisi’ydi, hâlâ biziz.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılındaki en büyük sorun nedir? Cumhuriyetin ilk yüzyılında bu sorun nasıl ele alınmıştı? Şimdi bu sorunun çözümü için ne yapılmalı?
Türkiye’de fay hatları var. Türk-Kürt, Sünni-Alevi veya yaşam tarzları ekseninde fay hatlarından söz ediyorum. Birilerinin “makbul”, birilerinin de “güçsüz” yurttaşlar kılınması bana göre aşmamız gereken en temel sorundur. İşte alkollü içecek vergisi, kürtaj, müstehcenlik, kadın hakları, sigara düzenlemesi, inanç ve ifade özgürlüğü, kamuda işe alımlar… Tüm bu tartışmalarda “makbul” olanı belirleyen bir mekanizmanın işlediğini düşünüyorum. Adalet ve Kalkınma Partisi böyle ayrıştıran bir yaklaşıma sahip.
Oysa her vatandaşımız eşit saygı ve değer görmeyi hak eder. Özel hayatın dokunulmazlığı, kişisel haklar, ifade hürriyeti, aile kurma hakkı, din ve vicdan özgürlükleri ile ilgili hiç kimsenin kendisini güçsüz, zayıf bir pozisyonda hissetmemesi gerekir. Bunlar çok temel meselelerdir.
Evet, Cumhuriyetimizin ilk yüzyılına Kürt meselesinin damgasını vurduğu çok sık söylenir. Detaylara takılmak istemem, önemli ölçüde doğruluk payı olan bir analizdir. Ben de Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılının ilk Nevruz Bayramı’nda, 21 Mart’ta bir mesaj yayınlamıştım. Orada ifade ettiğim, altını çizdiğim birkaç husus vardı. Tekrar etmekte fayda görüyorum. Bu sorun yabancı devletlerin değil, bizim meselemizdir ve demokratik birikimimizle çözülmek zorundadır. Kürt yurttaşlarımızın yoğun yaşadığı şehirler ne Vaşington ne Moskova’dır; bu şehirler İstanbul’dur, İzmir’dir, Adana’dır, Mersin’dir, tüm Türkiye’dir. Bulgaristan’daki, Kıbrıs’taki Türk soydaşlarımızın tırnağına kıymık batsa hissettiğimiz acıyı Kürt kardeşlerimizin akrabalarının insan hakları gasp edilirken yaşamak ülkemiz için bir insanlık vazifesidir.
Mesajımda bahsettiğim diğer nokta da terör örgütüne mutlaka silah bıraktırılmasıydı. Toplum, terör örgütünün Türkiye’ye silah doğrultmayı sonlandırması noktasında tam mutabakat içindedir. 21. yüzyıl terörün yüzyılı değildir. İster anadili temelli olsun ister yerinden yönetim temelli talepler olsun; hiçbir şey terörü meşrulaştıramaz. Meşru olan; terör örgütünün elinde silah olduğu müddetçe güvenlik güçlerimizin terörle mücadelesidir. Dolayısıyla silahların vesayeti siyasetin üzerinden kaldırılmalı. Ülkemizde demokratik siyasetin önü ardına kadar açılmalı ve demokrasimizi güçlendirecek yönde yargı reformları yapılmalıdır. Bu noktada açık konuşalım. Yargının siyasallaştığını, siyasetin yargıda dizayn edildiğini görüyoruz.
Bu fay hatlarını aşmamızı engelleyen hiçbir bahaneyi kabul etmiyorum. Aklıma Güney Kore örneği geliyor. Gelin bir fikir jimnastiği yapalım. Varsayalım ki Kuzey Kore’nin silahlı tehdidi karşısında Güney Kore’de baskıcı bir rejim oluştu ve bütün enerjisini Kuzey Kore’yle dalaşmaya ayırdı. Böyle olsaydı Güney Korelilere “Yanlış yapıyorsunuz” der miydiniz? Muhtemelen demezdiniz çünkü enerjisini Kuzey Kore’yle harcaması için yeteri kadar gerekçesi olduğunu düşünürdünüz. Ama Güney Kore bunu yapmadı. Demokrasisini güçlendirdi, eğitim kalitesini yükseltti ve 50 milyonluk nüfusuyla dünyanın önde gelen ekonomilerinden birisi olmayı başardı. Yani biz yeter ki insanların refahını yükseltecek bir siyasi programda kararlı duralım, hiçbir mazeret yok.
O nedenle Türkiye’nin prangalarından kurtulması gerekiyor. Hak ve özgürlüklerin garanti altına alındığı bir çerçevede çözülemeyecek hiçbir sorunumuz yok bizim. Emin olun; Cumhuriyetimizin birinci yüzyılından devraldığımız meseleleri aşacak kapasiteye ve iradeye sahibiz. İkinci yüzyılımızda Türkiye’nin gündemini değiştirebilir; büyük insanlığın bir parçası olarak yapay zekâ, yeşil enerji ve iklim adaleti gibi alanlarda dünyayla yarışabiliriz. Bunları, yani verimli üretim, enerji bağımsızlığı gibi başlıkları siyasetin ana gündemi haline getirebiliriz. Tüm bunlar insanlığın güncel meseleleri. İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif’in dediği gibi, “dünya koşuyorken yolun üstünde yatılmaz.”
Bütçe Hedefleri Ne Kadar Gerçekçi: Prof. Dr. Hakkı Hakan Yılmaz’la 2025 Değerlendirmesi
TİP PM Üyesi Kapusuz Halk için Ekonomi Paketi’ni Anlattı: Ya HEP Ya HİÇ
Prof. Dr. Haluk Şahin ile Dijital Tufan ve Gürültüden Sakınmak Üzerine: Şimdi Ne Yapacağız?