Latin Amerika’da sol belediyecilik deneyimleri, yalnızca bölgenin tarihsel, siyasal ve toplumsal dönüşümlerini anlamak için değil, aynı zamanda alternatif bir yerel yönetim modeli arayışı açısından da incelenmeye değerdir. Sömürgecilik sonrası bağımlı kentleşme sürecinden itibaren toplumsal eşitsizliklere karşı mücadeleyle şekillenen bu anlayış, halk katılımını esas alarak, sosyal adalet ve kamusal hizmetlerin yeniden yapılandırılmasını merkeze almıştır. Brezilya’daki katılımcı bütçeleme örneklerinden, Şili’nin halk odaklı hizmet modellerine kadar uzanan bu deneyimler, sadece bölgeye özgü bir yerel yönetim pratiği sunmakla kalmayıp, dünyadaki diğer yerel yönetim modellerine de ilham kaynağı olmuştur. Bu nedenle Latin Amerika’nın sol belediyecilik uygulamaları, karar süreçlerine katılım, sosyal adalet ve demokratikleşme çabalarının yerel düzeyde nasıl hayata geçirilebileceğini anlamak açısından incelenmeye değerdir.
BAĞIMLI KENTLEŞME
Geçmiş yüzyıllarda Avrupa’nın yürüttüğü sömürgecilik faaliyetleri, sömürgeleştirilen bölgelerdeki bazı kentlerin yapay olarak hızlı bir şekilde büyümesine yol açmış ve bu kentler, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’da olduğu gibi, merkez ülkeler için tarım ürünü ve hammadde transfer eden mekânlar haline gelmişlerdir. Özellikle az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerin büyük kentleri, merkez ülkelerin çıkarları doğrultusunda yapılandırılan bu ekonomik ilişkiler aracılığıyla, ülkelerindeki kaynakları gelişmiş ülkelerin metropol kentlerine aktaran bölgeler olarak konumlandırılmıştır. Başta demiryolu ve limanlar olmak üzere ulaşım altyapılarının sağladığı avantajlı mekânsal konumları, ulusal ekonomilerin dünya kapitalist merkezleriyle olan bağlantıyı kurmada bu kentlere kritik bir pozisyon kazandırmıştır. Aynı zamanda söz konusu kentler, topladıkları ulusal ve bölgesel tarım ve hammadde kaynakları sayesinde, art alanlarında alt merkezler yaratmış ve böylelikle ülke içinde de yeni bir bağımlılık ilişkisi inşa ederek hem bölgesel dengesizliklerin hem de kentsel eşitsizliklerin derinleşmesine katkıda bulunmuşlardır.
Diğer geç kapitalistleşmiş küresel güney kentleriyle aynı kaderi paylaşan Latin Amerika kentlerinin azgelişmişlik sorununa savaş sonrası farklı ideolojilerden farklı yaklaşımlar geliştirilmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkelerin azgelişmişliğe ilişkin çözümü, modernleşme veya gelişme kuramı çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Bu kurama göre, azgelişmiş ülke kentlerinde modern ve geleneksel yapılar iç içe bulunurlar. Bu çevre ülkeler batının kalkınma yolunu yine Batı’nın rehberliğinde izlerlerse geleneksel yapıları geride bırakarak iktisadi, siyasal-yönetsel ve kültürel sahada modernleşeceklerdir. Ortaçağın Avrupa’sının komün geleneğine vurgu yaparak Batı kentlerinin içinden geçtiği ekonomik ve kültürel süreçlerin gerçek kent kültürünü yarattığını iddia eden Weber–Priene ekolüne benzer şekilde; modernleşme kuramının savunucuları da, Batı’nın geçirdiği gelişme sürecinin evrensel bir kalkınma şekli olduğunu ve zamansal olarak geriden gelen ülkelerin Batı’yı takip ederlerse modern kentler ve yerel yönetimler kurabileceklerini iddia etmişlerdir.
Fakat Modernleşme Okulu’nun yeni bağımsızlıklarını kazanan Asya ve Afrika ülkelerine önerdiği stratejiler, Latin Amerika’nın çok daha önce tecrübe ettiği bir süreçle örtüşmektedir. Bir yüzyıldan fazla bir süre önce sömürge statüsünden kurtulmuş olmasına rağmen, Latin Amerika kentleri ikinci paylaşım savaşı sonrası dönemde hala sömürgecilik dönemine özgü sosyal ve ekonomik yapılarla karakterize edilen azgelişmişliklerini sürdürmektedir. Batı’nın gelişmiş metropol kentleri, çevredeki azgelişmiş ülkelerde üretilen ham ve yarı mamul maddeleri düşük fiyatlarla alırken, bu ülkelere ihraç ettikleri makineler ve teknolojik donanımlar için yüksek fiyatlar talep etmişlerdir. 1929’daki Büyük Buhran ve onu izleyen ikinci emperyalist savaş süreci, tarımsal ürünler ve hammaddelerin ihracatına dayalı birikim modeliyle kalkınmayı hedefleyen Latin Amerika kentlerini ekonomik olarak büyük bir krizle karşı karşıya bırakmıştır. Bu tarihsel gelişmeler, neoklasik kapitalist iktisadın bir uzantısı olan modernleşme teorisinin varsayımlarını ciddi şekilde sorgulatmış ve bu yaklaşımın yetersizliğini gözler önüne sermiştir.
1960’larda modernleşme kuramına getirilen eleştiriler, geri kalmış çevre ülkelerle tekelci çokuluslu şirketler arasında kurulan eşitsiz ekonomik ilişkilere odaklanan bağımlılık kuramı tarafından şekillendirilmiştir. Bu kuram, ideolojik olarak sağ ve sol olmak üzere iki farklı kola ayrılmaktadır. Sol ideolojiden gelen bağımlılık kuramcıları Frank ve Amin’e göre, kapitalizm, gelişmiş metropol kentlerde kalkınmaya hizmet ederken, çevre kentlerde ise az gelişmeye yol açmaktadır. Bu nedenle, modernleşme kuramının savunduğu gibi çevre kentlerin gelişmiş kapitalist kentleri model alarak kalkınmaları mümkün değildir. Frank’e göre, çevre kentlerin kalkınması ancak kapitalist metropollerle olan ilişkilerini minimize ettikleri dönemlerde mümkün olabilir (Frank, 1967, 1969). Wallerstein’in dünya sistemi kuramı ise daha kapsamlı bir analiz sunmaktadır. Wallerstein’ın düşüncesi çerçevesinde kentler, kapitalist dünya ekonomisi içinde merkez, yarı-çevre ve çevre olarak sınıflandırılabilir. Dünya pazarında dolaşan sermayenin kurallarını belirlediği bu sistemde, çevre kentlerdeki krizlerin temel nedeni, merkez kentlerdeki ekonomik krizlerin bu alt düzey kentlere içsel olarak yansımasıdır.
Marksist kent kuramcısı Castells bağımlı kentleşme olgusunu, yukarıda bahsi geçen sol bağımlılık kuramından yola çıkarak, geç kapitalistleşmiş “çevre” ve “yarı-çevre” ülkelerdeki kentlerin, emperyalist “merkez” ülkelerle kurdukları ekonomik bağımlılık ilişkilerinin dolaylı bir sonucu olarak ortaya çıkan hızlı kentsel büyüme ve bu büyümenin yarattığı eşitsiz sosyo-mekansal gelişim olarak tanımlamıştır (Castells, 1979: 43-49). Bu çerçevede, bağımlı ulusun büyük kentlerinde yaşanan kontrolsüz kentsel yoğunlaşma, bu kentsel merkezler ile ülkenin geri kalanı arasında derin uçurumlar yaratmakta; bu da yüksek oranlarda işsizlik, konut sorunu, gecekondular, marjinallik ve sosyal eşitsizlik gibi problemlerin bu kentlerde kendini göstermesine neden olmaktadır (Castells, 1979: 44-48).
Modernleşme kuramına kapitalist sistem içinde kalarak eleştiri getiren ve bağımlılık teorisinin sağ kanadında yer alan Birleşmiş Milletler Latin Amerika Ekonomik Komisyonu (EC-La), uluslararası yapısal ekonomik sistemin neden olduğu azgelişmişliğin çözümünü, Latin Amerika ülkelerinin içe dönerek ulusal kaynaklara dayalı ithal ikameci sanayileşme modelini benimsemelerinde görmüştür. Bu modele göre, ihraç edilen malların çeşitlendirilmesi ve ithal edilen mallara kotalar ile gümrük vergileri konularak bu malların ülke içinde üretilmesi teşvik edilecektir. Böylelikle, ülke içindeki işsizlik ve eksik istihdam sorunlarına çözüm getirilmesi amaçlanmaktadır. Bu yaklaşım, ulusal sanayinin güçlendirilmesini ve dışa bağımlılığın azaltılmasını öngörmüştür.
Ancak, ECLA’nın ithal ikameci sanayileşme modeli, Latin Amerika’nın geri kalmışlığına çözüm getirme vaadini yerine getirememiş, aksine bir süre sonra bu çelişkileri daha da derinleştirerek kapitalizmin yarattığı bağımlılık ilişkilerini pekiştirmiştir. Çünkü bağımlı ülke kentlerindeki üretim sermayesi, hızla artan emek gücünü ve kırsal alanlardan gelen göçle oluşan işgücü arzını karşılayacak yeterlilikte olmamıştır. Bu dönemde yaşanan hızlı kentleşme, özellikle büyük şehirlerde kontrolsüz nüfus artışına, kentsel altyapı yetersizliklerine ve marjinal/enformel sektörün büyümesin yol açmıştır. Şehir merkezlerinde planlanamayan hızlı büyümenin getirdiği konut sorunu ve çeperdeki gecekondu mahallelerinin hızla genişlemesi, özellikle şehir plancıları için ciddi sorun alanları yaratmıştır (Castells, 1979: 54-55).
Ancak, yukarıda anılan olumsuzluklara rağmen, siyasal mücadeleler sonucu emekçi sınıflar, gıda sübvansiyonları, asgari ücret düzenlemeleri ve toplu pazarlık hakları gibi önemli ekonomik ve sosyal haklara kavuşmuş ve kentsel nüfusun geniş kesimleri, devlet tarafından sağlanan ucuz konut ve kamu hizmetlerine erişim imkânı elde etmiştir. Her ne kadar belediyelerin demokratik ve mali özerklikleri kısıtlı olsa da, bu dönemdeki tüm bu kamusal hizmetler, aslında sınıf mücadelesinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Diğer yandan, 1970’lerin başında ithal ikameci ekonomi politikalarının başarısızlığı, Latin Amerika ülkelerindeki siyasal iktidarları yerelden başlayarak neoliberal politikaları benimsemeye zorlamıştır. Neoliberal kalkınma dinamiği, dış yardımlar ve yabancı kredilerle desteklenen serbest ticaret ve sanayi bölgelerinde vergi ve gümrük duvarlarının kaldırılması, düşük ücretli, güvencesiz ve sendikasız çalışma koşulları üzerine inşa edilmiş, böylece neoliberal politikalar yerel düzeyde kök salmıştır.